27 Haziran 2014 Cuma

saklambaç

"saklambaç oynayan, kendini o kadar da görünmez hale getirmemesi gerektiğini, aksi halde herkesin onu unutacağını bilir."


notgibi: nereden ve kimden (ç)alarak 'her şey defteri - iki'ye kaydettiğimi hatırlayamadığım bu cümlenin bir sahibi varsa hakkını helal etsin isterim. bunca günahım varken bir de kul hakkından sual olunmayı istemem çünkü.

24 Haziran 2014 Salı

dakika ve skor

"gülüyor. usulca okşuyor yüzümü. "her kadının içinde vardır o ağaç" diyor. "ama," diyorum, "çoğu kez tüm bir yaşam boyu baharı beklerler. çiçeğe durmak için. dallarının çoğu kırıktır. geçen günleri ve mevsimleri, bir şiirin bir türlü bir araya getirilmemiş dizeleri gibi hatırlarlar. okul çıkışı nedensiz bir kahkahayı, vişneli pastayı, ilk kez gidilen deniz kentini, dökülen ipek eteğin rüzgârla havalanışını, bir müzik cümlesini, saçlarının loş bir odayı dolduran esintisini, bir küçük kıza dokunur gibi boynunu okşayan erkek elini, mor bir geceyi, bir çocuğun gülüşünü, güzün gelişini..."

dupduru, bakıyor gözlerime. "belki de budur zaten yaşamın anlamı" diyor. "bilmiyorum. daha niceleri gibi benim de aradığım bu." sessiz bir denizin yelkovan kuşları geçiyor masanın mavi örtüsünü yalayarak. yeniden eğiliyorum okumak için."*


*: onat kutlar, bahar isyancıdır - vişne ağacı

22 Haziran 2014 Pazar

yüzyıllık türk sineması

"yüz"e daha önce itiraz etmiştim.

hâlâ aynı fikirdeyim.

*

ama benimle aynı fikirde olmayan kültür ve turizm bakanlığı, türk sinemasının yolculuğunu fuat uzkınay tarafından bin dokuz yüz on dörtte çekilen ayestefanos abidesinin yıkılışı ile başlatmış. türk sinemasının bu hesaba göre yüzüncü olan yılını da bir takım etkinliklerle kutluyor.

kültür ve turizm bakanı ömer çelik, konuya ilişkin yaptığı açıklamada, "son yıllarda türk sinemasının uluslararası alanda elde ettiği prestijli ödüller, katıldığı uluslararası festivaller geleceğe yönelik umut ve beklentilerimizi daha da yükseltmiştir. türk sinemasının yüzüncü yılını kutladığımız iki bin on dört yılında, bakanlık olarak halkımızın sinemaya olan ilgisini artırmayı hedefliyoruz. geride bıraktığı yüzyılda birçok başarılı ve gurur verici yapımı bizlere armağan eden türk sinemasının en iyi yüz filmini halkımızın oyu ile belirleyeceğiz. akademisyenler, meslek birlikleri ve sivil toplum kuruluşları tarafından belirlenen beş yüz film arasından seçilen üç film halkımızın oyuna sunulacak. bir eylüle kadar sürecek oylamanın sonuçlarını düzenleyeceğimiz özel bir gece ile kamuoyuna duyuracağız. düzenlenecek gecede seçilen "en iyi yüz türk filmi"ne ait afiş ve görüntüler de bir sergi ile sinemaseverlerle buluşturulacak. ayrıca her filmden bir kostüm tekrar dikilerek kamuoyunun beğenisine sunulacak ve ardından bu kıyafetler açılacak ulusal film arşivi ve sinema müzesi'nde sergilenecek,” demiş.

bekleyelim ve görelim.

bu etkinliklerden biri olan halk oylamasıyla "en iyi yüz türk filmi sizce hangisi?" sorusuna cevap aramak bir eylüle kadar sürecek. katkıda bulunmak isteyenler için ise iki adres söz konusu: burası ve şurası...

bakanlığın son yaptığı açıklamaya göre, başlamasının üzerinden yaklaşık iki hafta geçen oylamada ilk üç: hababam sınıfı (ertem eğilmez), eşkıya (yavuz turgul), babam ve oğlum (çağan ırmak) şeklinde.

asıl garip olan semih kaplanoğlu'un beni darmadağın eden filmi herkes kendi evinde'nin tıpkı sinema dergisi'nin soruşturmasında olduğu gibi bu listede de olmayışı. aslında böyle bir film olmadığını, uydurduğumu, şizofrenin teki olduğumu düşüneceğim ama şizofrenlerin bu durumdan hiçbir zaman şüphelenmediklerini öğrendiğimden bu yana arada bir kendi kendime, "acaba, ben şizofren miyim," diye soruyorum.

20 Haziran 2014 Cuma

"günün sorusu"ları

mitos ya da imge yayınevi ve hatta yky-cogito serisinden çıkma kitaplığımı renklendiren -uygun mobilya ve renk seçimi ile muhteşem sonuç veriyor- onca kitaba rağmen hâlâ "toplumsal realiteyi açıklamaya çalışırken metodolojik sapmalardan kaynaklanan spekülatif önermelere dayanan sonculuk teorileri, mills'in soyut amprizminde olduğu gibi bütüncül bir çerçevenin küçük parçacıklarını kullanarak pragmatik siyasal pratiğe uygun anlık tasvirler yapmakla mı yetiniyorlar yoksa gerçekten tarihsel süreci zaman-mekan boyutunda analize mi çalışıyorlar?" tarzı bir günün sorusu soramadığım için bir zamanlar verdiğim sözü istesem de tutamıyorum.


notgibi: taştan "ağır kitaplar"ına rağmen ayrıntı'yı o lige dahil etmeye gönlüm el vermedi.

17 Haziran 2014 Salı

günün sorusu: deniz

seyrettiği denizi kendi denizi sanmak bütün kıyı çocuklarının ortak yanılgısı mıdır?

14 Haziran 2014 Cumartesi

kısa kısa - on üç

* klişe iyidir. konuya girip geliştirmeyi kolaylaştırır.

* her hikâye gibi unut(ul)ur giderim.

* "yazmak ki yaşamayı yazarak öldürmek ve böylece ondan kurtulmaktır. (ilhan berk, atlas)"

* "kendini uçurumdan aşağı bırak ve kanatlarını düşerken yarat. (ray bradbury)"

* "artık mevsim kış/ serin bir sabahın huzurunda eğilip,/ toprağı öpüyor ölü yapraklar. (yedi güzel adam, galiba üçüncü bölümün başı)"

* trt çok aptalsın.

* yedi güzel adamı üçüncü bölümün ilk çeyreğinde terkettim.

* hangimiz kelimelerin kullanım değeri yerine oyun değerini kullanmadık ki? ama kim ne dersin bu işin ekmeğini murat menteş yedi. bir şaheser iki de tekrar romanla.

* sinopsis: kah o sabah uyandığında henüz onunla karşılaşacağını bilmiyordu. adının rengi olduğunu da. tıpkı kendini komik sanan bir senaristin bu karşılaşmadan kah ve rengi adında bir sitcom çıkartacağını bilmediği gibi.

* o vakitler anlatmak için yaşamak'ı okumuş olsaydım ve kendime bir isim arasaydım "kıyıdan gelen"i seçerdim. kıyıdan gelen: kıyıdan gelip başkenti fetheden yiğit...

* eduardo zalamea, ya da marquez'i keşfeden adamdan şiir gibi bir kitap adı: cuatro años a bordo de mí mismo (kendi kendimin kıyısında dört yıl)

* güneşe doğru yürüyen kadın yüzü diye bir şey var.

* öykücüye, bu coğrafyada on beş yirmi beş yaş arası herkes şairdir, derken hesap hatası yapmışım. herkes şair. yoksa çocuklarımızın adıyla şiir yazar mıydık? pelin, aylin, tülin....

* "meraktan acı çeker gibi gözüken yüzündeki "lütfen doğru söyle" diyen şefkatli ifadenin yerinde, "lütfen yalan söyle ve beni üzme!" diye yalvaran bir bakış belirdi. (orhan pamuk, masumiyet müzesi)"

* anthony burgess, solgun ateş üzerine konuşurken, nabokov dilimizi kullanmayı ve dönüştürmeyi seçmekle, hepimize şeref bahşetmiştir, der. bir yazar için hele de anadili rusça olan, ingilizce'de sonradan eser vermeye başlayan biri için bundan büyük iltifat olabilir mi?

* solgun ateş mi? şiiri okuyan eleştirmenin, şiirin kıyılarına düştüğü notlardan oluşan bir roman.

* "aşk bir buluşmadır çünkü, her zaman gecikmiş bir buluşma. (cevat çapan)"

* roland garros'u, başka bir deyişle fransa açık tenis turnuvası'nı erkeklerde bu yıl da rafael nadal kazandı. bu, son beş tanesi üst üste olmak üzere nadal'ın paris'teki dokuzuncu şampiyonluğu olarak kayıtlara geçti. başka bir deyişle, iki bin dokuz - dördüncü turdaki soderling yenilgisi hâlâ nadal'ın bu turnuvada aldığı tek yenilgi. nadal böylece bu turnuvayı üst üste en çok kazanan oyuncu oldu. "küstah sırp" djokovic ise, ilk kez bu kadar favori geldiği fransa açık'tan "kariyer grand slam"i hayalini başka bahara bırakarak ayrıldı.

* kadınlarda ise, nefes kesen bir final maçının ardından maria sharapova şampiyon oldu. finalde kaybeden simona halep ise gönüllerin şampiyonuydu. sharapova, iki bin dokuz zaferinden sonra "nadal'ı yenip işini kolaylaştıran soderling"e teşekkür eden federer gibi garbine muguruza'ya teşekkür etmedi belki ama muguruza, serena williams'ı iki - sıfır yenerek yılın en büyük süprizini gerçekleştirdi.

* "gece ve milena cesaret ister, yalnızlıktan ve/ sarhoşluktan daha başka şeyler bekler diğer/ kadınlar. (onur akyıl, basmane enternasyonal)"

* onur akyıl harika şiiri basmane enternasyonal'de günün sorusu tadında bir dize kuruyor: bir köşede kaç çiçek durmadan bize açabilir?

* "vurulmak için insan/ bir yeri saklamalı teninde" yine onur akyıl, yine basmane enternasyonal...

* kenarın dilberi nazenin olmaz...

* boşuna demiyoruz, yollar hep bir çembere döner, hikâyeler hep başladığı yerde biter diye. beş bin yıl önce insanlar "tablet"lere yazar, çizer ve okurmuş. bir çoğumuzun elinden düşürmediği elektronik aletlerin de adının "tablet" olması belki de tesadüf değil. belki de, " üçüncü dünya savaşını bilmiyorum ama dördüncü dünya savaşı taş ve sopalarla olacak," diyen albert einstein haklıdır.

* bu defa şarkı yok.

10 Haziran 2014 Salı

eskiden çok eskiden

yirmi dört ağustos iki bin altı perşembe, bugün...

hava çok sıcak. ama kuzey rüzgarlarının önüne katıp getirdiği, her öğleden sonra şehri sağanaklarla yıkayan bulutlar var. şükürler olsun. sardunyalar var.

her zaman alış-veriş yaptığım markette yeni bir kasiyer kız çalışmaya başladı. sesi, konuşması, mimikleri, kuzey denizi kenarındaki bir kumsalın bitiminde boy vermiş, rüzgarda çırpınan otları hatırlatan kirpikleri, tırnaklarını daima derin kestiği zarif elleriyle sana ne kadar benzediğini anlatamam. ya da benzettiğimi...

ona baktıkça seni hatırlıyorum. onun hâllerinden fallar bakıyorum. eğer neşeliyse oralarda bir yerde mutlu, mesut, neşeli günlerin ortasındasın. dalgın ve düşünceli ise seni böyle düşündüren şeyi merak ediyorum.

çoğu zaman bilerek onun kasasına denk geliyorum. fiyatları sessiz sedasız önündeki ekrana okuturken, nasıl olduğunu soruyorum. her defasında uykusundan yeni uyanmış bir çocuk şaşkınlığıyla karşılıyor bu soruyu. hayatla meselesini çözmeye çalışan genç kız dalgınlığıyla cevap veriyor. hep razılık dolu...

başka kasaya gitsem de, uzaktan uzağa soruyorum: "şems hanım nasılsınız?" sadece gülümsüyor, cevabını duymuyorum. belki de cevap vermiyor, sadece gülümsüyor. bilmiyorum.

bugün hiç olmadığı kadar dalgındı. yorgun görünüyordu ve fazlasıyla mutsuz.

seni merak ettim.

çok.

bir de seni özledim.

o, daha çok...

8 Haziran 2014 Pazar

enstantane

işaret parmağı ile başparmağının arasındaki yarım bardaklık mesafeyi göstererek, "hiç mi yok," dedi.

6 Haziran 2014 Cuma

türk sinemasının yüzüncü yılı (mı ?)

cannes'da son filmi kış uykusu ile altın palmiye kazanan nuri bilge ceylan'ın ödül töreni konuşmasında söylediği, "bu yıl türk sinemasının yüzüncü yılı" ifadesinden hareketle "yüzüncü yıl" bahsini tartışalım istiyorum.

*

bu konuya girmeden önce sadece tarih ders kitapları ve resmi tarihe değil, bilim olan veya bilim ol(a)mayan tarihe karşı da mesafeli olduğumu söylemeliyim.

çünkü, tarih çoğu zaman çok kesin yargılarla, bilimsel araştırma yapılmadan, nesnellikten uzak bir tutumla yazılıyor. yazan, bütün ihtirasını, ne kadar saçma sapan düşüncesi varsa tarih adı altında faş etmiş olabiliyor.

belge ve bulgulara dayandığı iddia edilse de tarih yazımının iç ve dış politikadan, çıkar  ilişkilerinden, iktidar mekanizmalarından, kişisel görüş ve eğilimlerden etkilendiği aşikar. (tam burada koşullar 1984'ü hatırlamak için oldukça uygun)  kısacası tarihi düzünden okumak o kadar kolay değil. (burada 'ece'cil ayhan'ı anabiliriz.)

kaldı ki, çoğu zaman tarih sandığımız bir çok metin, yazarı tarafından kurgulanmış masallardır.

*

bu uzun girizgahtan sonra "yüzüncü yıl" bahsine girişebiliriz artık. refaransımız* ise sinema tarihinin en güzel filmlerinden ulysses' gaze olacak...

türk sinema tarihi ayastefanos abidesinin yıkılışı ile başlatılır. bu film, osmanlı-rus savaşı'nda ölen rus askerlerinin anısına yaptırılan ve osmanlı-rus ilişkilerinin bozulması üzerine bin dokuz yüz on dört yılında yıktırılan rus abidesinin yıkılışının fuat uzkınay tarafından sabit bir kamerayla kaydedilmesidir.

fakat buraya gelmeden önce bin dokuz yüz on bir yılında sultan reşad'ın rumeli seyahatını selanik'ten manastır'a kadar izleyen ve filme alan manastırlı "manakis kardeşler"e bakmak gerekir. lanachia manakis ve kardeşi milton, bin dokuz yüz beş yılında londra'da bir kamera satın alır ve osmanlı vilayeti manastır'a getirip belgesel çekimler yapmaya başlar.

ninelerinin yün eğirmesinden başlayarak, kameralarıyla ilginç buldukları herkesi ve her mekânı kısa filmler şeklinde çeken bu iki sinema meraklısı kardeş, yaklaşık on yıl boyunca o dönemin toplumsal hayatından iki saate yakın görüntü kaydeder. bu görüntüler şu an makedonya devlet sinema arşivi'de bulunmaktadır.

ulysses' gaze de bir yanıyla bu iki kardeş üzerinedir. amerika'daki sürgün yıllarının ardından ülkesi yunanistan'a dönen yönetmen a., atina film arşivi'nden aldığı bir teklif üzerine balkanların ilk sinemacısı olan "manakis kardeşler" hakkında bir belgesel hazırlamaya başlar ve çalışmaları sırasında sinemacı kardeşlerin henüz banyo edilmemiş üç bobin filmi daha olduğunu keşfeder.

ve olaylar gelişir...

sonrası balkan coğrafyasını dolaşan ve bosna savaşı'nın acılarıyla son bulan bir yolculuğa dönüşür. aslolan, yönetmen a.'nın kendi içinde yaptığı yolculuktur elbette.

*

şimdi soruyorum: türk sinemasını "balkanların lumierre kardeşleri" denilen "manakis kardeşler"le başlatmayacağız da neyle başlatacağız?

ulusalcı bir anlayışla "müslüman-türk" fuat uzkınay başlangıç seçiliyorsa bundan daha büyük saçmalık, daha büyük haksızlık olamaz.

kaldı ki osmanlı türktü. ve milliyeti, dini inancı ne olursa olsun sınırlar içindeki herkes osmanlıydı. hepsi vatandaşımız, kardeşimizdi. tıpkı lanachia ve milton manakis gibi.

*

yine soruyorum: türk sineması gerçekten yüz yaşında mı?



*: referans demişken, sinema yazarı ali murat güven'in bu bahse dair yazısı ile yıldırım türker'in metin erksan'ı konuşturduğu ve fol dergisinin mart1996 sayısında yayınlanan "ulusal sinema diye bir olgu yoktur" başlıklı röportajı anmadan olmaz.
ama kameranın londra'dan getirilme tarihindeki farklılığa karışmıyorum, kendi aralarında halletsinler.

3 Haziran 2014 Salı

öpücük

richard brautigan'dan günün anlam ve önemine uygun bir şarkı söyleyelim:

"there
is no worse
hell
than to remember
vividly
a
kiss
that never occurred."*



serbest çeviri: hiç olmamış bir öpücüğü sanki gerçekmiş gibi hatırlamaktan daha büyük bir cehennem yoktur. (ya da sarılmayı... ç.n.)
*: phantom kiss

1 Haziran 2014 Pazar

tehlikeli şiirler: on dört

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
nazım hikmet'ten 'tahirle zühre meselesi' mesela...

tahir olmak da ayıp değil zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş tahirle zühre olabilmekte
yani yürekte.

meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
                                          ölmek ayıp olur mu?

tahir olmak da ayıp değil zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
yani tahiri zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
tahir ne kaybederdi tahirliğinden?

tahir olmak da ayıp değil zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.