31 Aralık 2020 Perşembe

otuz bir aralık öğleden sonra

mümkün olsa daha yılın başında ajandama işaretler, dilekleri gerçekleşmeyecek kadar büyüdüğüme inanmasam bir kağıda yazar dilek kutusuna atardım. çünkü, seviyorum

bugün... takvimin* son gününde, üstelik öğleden sonra, üstelik tam da postaneden çıkmış ve üstüme başıma çekidüzen verirken...

sabah belirtiler vardı aslında. telefon ekranlarında beyaz noktalar uçuşuyordu. ama hava durumu tahminlerinin kaderini bilirsiniz; diğerleri gibi yanlış çıkmaya yazgılı.

n'olduysa ben postanedeyken olmuş. dışarı çıktığımda lapa lapa kar yağıyordu. kendime dışarıdan baksam şapkasını ve atkısını düzelten, eldivenlerini giyip paltosunun yakasını kaldırdıktan sonra merdivenlerden inen bir adam görürdüm. (oysa, bere veya şapka kullanmam ben. eldiven ise belki sıfırın altında havalarda koşarken. atkı, "sana bir boyun atkısı gerek" diyecek bir sevgili işi olabilirdi ama onu da üç yaz önce babamın atkısı ile hallettim.) "film gibi" yani.

yakari'yi aradım. çünkü, kar yağıyorsa "gece vakti"dir, "dostu uyandırmak" gerekir. açmadı. kar altında bir başıma yürüdüm ben de.

eve geldim. kendime bir kahve yaptım.

"sancılı bir rotanın seyir defteri"ne not olsun diye bunları yazdım.


*: doğrudur, takvim... çünkü, yıl/sene başka bir şey...

bir ateşe attın*

"bizde beste değil söz önemli," diyen adsız türk bestecisini haklı çıkaracak müzikler dinledim bu yıl. çoğunlukla gözlerimi kapatıp dinlediğim ve sözlerini anladığım şarkılardı.

öyle anlarda ahmet dayımı taklit ettiğimi, ajda pekkan posterleriyle süslenmiş bir odada tek kişilik yatağıma sırt üstü uzanıp, ellerim başımın altında sigara dumanları arasından tavanı seyrediyormuş gibi yaptığımı itiraf ederim.

"arabesk bir yanım olduğunu hiçbir zaman inkar etmedim", osman konuk'tan çalarak "yardım et de şu şarkıyı dinleyelim" ya da aynı dizeyi birazcık bozarak "yardım et de dizilerde çalınıp ünlü olmadan önce şu şarkıyı dinleyelim" başlığı altında toplanabilecek şarkılardı çoğu.

bu şarkı ise hepsinin kesiştiği yerde duruyordu. belki de bu yüzden en çok onu dinledim. bazan geç keşfettiğim için kendime kızdım, bazan "belki de bu tarz müzikler dinleme yaşım yeni geldi," dedim, bazan "kim bilir başka neler kaçırdım?" diyerek hayıflandım ama en çok bu şarkıyı dinledim.

çünkü tam yerine ve zamanına denk gelmişti. başka söze de gerek yoktu.


29 Aralık 2020 Salı

bir masada iki kişi: güven

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- ne zaman güvenmekten vazgeçtin? ya da güvenini kaybettin?

- olan bu değildi.

- neydi?

- güvenmeye ihtiyaç yoktu. sorgulamadım o yüzden. tıpkı yanında uyumayacağın birinin horlayıp horlamadığının ya da uyurken üzerini açıp açmadığının önemi olmayışı gibi.

- nasıl aynı servisle işe gidip geliyoruz diye birinin siyasi görüşünü merak etmiyorsak ya da asla futbol konuşmayacağını bildiğin birinin hangi takımı tuttuğu önemli değilse.

- tam da öyle.

- ya sonra?

- eskilerin eşik dediği, zamanı ruhuna uygun yaşayanların ise level atlamak diye tarif ettiği o an geldi.

*

güvenilmezdi. cezası hapis olsa, yıllarca içerde tutacak kadar delil de vardı üstelik.

25 Aralık 2020 Cuma

kül: roman değil günlük

hayata dair bir çok şey gibi onat kutlar adını da nazan bekiroğlu öykülerinden öğrenmiştim. nefis bir alıntıyla metne konuk olarak, "kim merak eder, niçin lâle sularıyla her gün yıkandığını isfahan sokaklarının?" diyordu. alıntı doğu-I adlı öyküsünden, kitap ise, bana, "iyi ki anadilim türkçe," dedirten kitaplardan bahar isyancıdır.

adının peşine düşünce sinema ilgisini öğrendim. merakım daha da çoğaldı. çünkü, hayatın sinema-masal-rüya sacayağı üzerine kurulabileceğine inanacak kadar çocuktum. geçenlerde de dediğim gibi, "çocukluk işte!"

sonra ölümünü ve nasıl bir unutuluşa terk edildiğini fark ettim. mahalle arkadaşları, katillerine katil dememek için onun hakkında konuşmamayı tercih ediyordu. konuşurlarsa öldüğünü, nasıl öldüğünü söylemek zorunda kalacaklardı çünkü. şefkatimden başka verecek bir şeyim yoktu, ben de onu verdim. okuru olabilirdim, öyle oldum. ben bahar isyancıdırcıyım ama ishak'ı okumayan kimse kalmamalı.

kül adını uygun gördüğü yarım kalmış bir romanı var, deniliyordu. kırmızı kedi yayınevi'nin, kül'ü ise onat kutlar'ın bin dokuz yüz altmış iki yılında, şubat ve temmuz ayları arasında avrupa'da (paris, valencia, barcelona, frankfurt ve cenova) geçirdiği günler sırasında tuttuğu notlardan oluşuyor. yarım kalmış, belki de hiç başlanmamış bir romana dair notlar da ihtiva ettiği için, "kül" üst başlığına itirazım yok ama altı aylık bir sürenin dökümüne "günlükler"den daha uygun bir isim bulunabilirdi. gezi notları mesela. ya da avrupa'da bir cevelan. ahmed midhat efendi'nin kulakları çınlasın.

bu sırada onat kutlar yirmi altı yaşında. ve tuttuğu notlar daha o yaşta takdir edilesi bir entelektüel donanıma sahip olduğunu haber veriyor. sadece mimari, sanat ve edebiyata dair görüşleri değil not aldığı alıntılar da dikkate değer. alıntıların çoğu fransızca olduğu için kitabın sonunda türkçe çevirilerine de yer verilmiş. dönemin imla kuralları doğrultusunda kaleme aldığı ve bugün hata(!) olarak görülebilecek kullanımlar da günümüz imlasına uyarlanmış.

sona doğru, "türkiye'de nelerle karşılaşacağımı hiç bilmiyorum. ama doluyum, güçlüyüm, kararlıyım. bu kez kendimden başka dayanağım olmadığını bilerek gidiyorum," diyor. -ki ben başkalarının yalancısıyım.- batı'da kazandığı bir alışkanlık olarak, artık sözünü sonuna dek söyleyebildiğini kaydediyor defterine ve sözünü de tutuyor.

bu kitap yarım kalmış bir romanın hikâyesi ve hiç şüphesiz onat kutlar'ın dünyasına açılan bir kapı.

ama asıl hikâye başka yerde saklı...bu defa metin celâl'in yalancısıyım.

bin dokuz yüz seksen sekiz yılının son ayları. attilâ ilhan yönetimindeki cönk dergisinde birlikte çalıştığı grafiker arkadaşı aziz yavuzdoğan ona bir defter getirir. kadıköy'de her pazar günü kurulan bitpazarında bulmuştur. eski, solmuş bir defter. okul defteri gibi ama sayfalarını çevirince okur-yazar birinin olduğu anlaşılıyor. birkaç sayfa alıntıdan sonra "yirmi sekiz şubat paris" başlıklı bir sayfaya gelince bu defterin günlük olduğunu anlıyorlar. pırıl pırıl bir türkçesi var defter sahibinin. yabancı terimleri ve adları da orijinal yazılışlarıyla kullanıyor. el yazısı okunaklı ve şık. birkaç sayfa sonra karşılarına "11 Nisan 1962" tarihi çıkıyor ama hâlâ yazarın kimliğine dair işaret yok.

günlükte anılan kişiler de önadlarıyla belirtilmiş. bu isimlerden yola çıkarak iz sürmek de mümkün değil. günlük yazarı her kimse edebiyatla da sinemayla da yakından ilgili. bergman'ı ustam diye anıyor. edebiyat eserlerinden alıntılar yapıyor, mimariden, sanattan söz ediyor. güçlü bir entelektüel bakışa sahip ve büyük olasılıkla kendi yazdığı, "kül" adlı bir roman hakkında fikir belirtiyor.

okudukça, günlük yazarının fransa, ispanya ve italya'yı kapsayan bir avrupa gezisi yaptığını ve paris'te bir süre kaldığını anlıyorlar. son sayfalarda ise bir isim listesi, bir öykü ya da romana ait planlar var. bunlar yazarın başta da sözünü ettiği "kül" adlı roman çalışmasıyla ilgili olmalı. türk edebiyatında bu isimde bir roman yok ama ilhan berk'in "kül" adlı bir şiir kitabı var. metin celâl kendisiyle mektuplaştığı için en azından defterin ilhan berk'e ait olmadığından emin.

"türk sinemasında senaryo sorunu" adlı bir yazının girişi var. bir paragraf yazılmış, ondan da bir sonuç çıkmıyor. sonra bir romanın önsözü var. ilerleyen sayfalarda el yazısı çalışmaları görülüyor, yeni alınmış bir dolmakalem denemiş olabilir, diye düşünüyor metin celâl. bu yazı alıştırmalarında hüseyin hacıbaşoğlu ve onat kutlar adlarına rastlıyorlar.

dergi toplantısında defteri inceleyen attilâ ilhan da onat kutlar'ın olabileceğini, içerik olarak da edebiyat ve sanatla ilgili olduğu için dergide kullanabileceklerini söylüyor ve özel konulara girmeden haberleştirmeye karar veriyorlar.

metin celâl onat kutlar'ın günlüğünün bitpazarında bulunmuş olmasından rencide olabileceğini de göz önüne alarak "bitpazarında bulduğumuz günlük acaba kimin?" başlığını atar ve yazıyı “sonuç olarak defterin sahibini tespit edici ve geçerli bir ipucu bulamamıştık. yine de kimin olursa olsun içten, güzel bir günlük. dergiler için ısmarlama yazılanlardan çok farklı. sayfalarımızda birkaç bölümünü yayımlamayı uygun bulduk. bakarsınız bu yazıyı okuyunca çıkar gelir de günlük gerçek sahibini bulur” diye bitirir.

ayrıca, "bir günlük sahibini arıyor" başlığıyla, orijinalleriyle beraber günlükten birkaç sayfa cönk'ün bir ocak bin dokuz yüz seksen dokuz tarihli sayısında yayımlanır. dergi çıktıktan birkaç gün sonra da onat kutlar arar ve günlüğün kendisine ait olduğunu, gelip almak istediğini söyler. aynı gün de gelir. yüzü kapkara, canının sıkkın olduğu bellidir. çay, kahve ikramlarını kabul etmez. defteri alıp başka bir şey demeden hemen gider.

merkez üs: https://www.hurriyet.com.tr/kitap-sanat/onat-kutlarin-kayip-gunlugunun-ilginc-hikayesi-41691964

22 Aralık 2020 Salı

teknolojik gelişmeler

evet, ben de cep telefonuna uzun bir süre karşı durduktan sonra onun köpeği olanlardanım. ama internetin mobil olanını kullanmıyorum hâlâ. en azından sokakta, kırda, bayırda, tarlada bazı şeylerden uzak kalalım diye.

çünkü, büyük fotoğrafa bakınca, "teknoloji bizden aldıklarını geri versin biz de ondan aldıklarımızı," diyen türkçenin en büyük şairine katılmamak mümkün değil.

akıllı telefonla ilk tanışmam da 'çok iyi' fotoğraf çeken bir telefon arzusu yüzünden olmuştu. peşi sıra whatsapple tanıştım. telefonumdaki en sevdiğim iki uygulamadan biri ama en çok kullandığım olduğu kesin.

sadece mesajlaşmak, görüntülü ya da görüntüsüz görüşme yapmak için değil başka zamanlar da harcarım onunla. mesela, hikâyelerin çoğuna bakarım. silmemişsem, eski muhabbetleri okurum bazan. bazan değişen profil fotoğraflarına bakarım.

profil fotoğrafı kullanmayan arkadaşlarıma gıcık oluyorum bu arada. son görülmesi kapalı bir kızla gerçekten olmaz. elimde değil, bunda güven duygusunu zedeleyen bir yan var benim için. bir insan neden son görülmesini saklamak ister ki?

geçenlerde biri profil fotoğrafını mesaj panosu yapmıştı. geri zekalı!.. dikkat etmedim ama kesin "dahi anlamındaki -de ve -da'lar"ı bitişik yazmıştır. yok neymiş, telefonu ona ihanet etmiş de evi terkederken bütün numaraları beraberinde götürmüş falan... uyduruyor olabilirim ama ana fikir buydu. çeteyi toplamak için mahalle ve okuldan arkadaşlarının kendisine mesaj atmalarını istiyordu 'bu mesajı görenler'den.

o mesajı tam atacaktım ama bir şey beni tuttu. tutan şeyi anlatmak isterdim ama konu dağılmasın şimdi. sonra, "çok istiyorsa o beni bulsun," dedim. ne de olsa isteyen bir yolunu bulur.

isteyen o filmi seyreder. şarkıyı dinler.

18 Aralık 2020 Cuma

bir dakika daha

"seninle" değil, hızlandıkça azalıyorum'la. mathea'yla. epsilon'la...

çünkü, son "dakika ve skor" bu haliyle gerçek manasından çok uzak ve aldatıcı. çünkü, insanın trajedisini göstermek, en yakınımızdakilerle bile aramızda kilometreler olduğunu söylemek, "bu hep böyle değil midir?" diye sormak istedim.

bir de içimizdeki mathea'ların yüzüne ayna tutmak.

*

epsilon yaşlanmış, o bunu istemese de emekli edilmiştir. mathea ise hem daha çok zaman geçirebilecekleri hem de büyük yalnızlığından kurtulacağı için sevinçlidir. ama epsilon (niels) çok geçmeden ölür.

"Cenaze töreninden sonra bir adam yanıma geldi, Niels'in bir meslektaşı olduğunu söyledi, bir kese kağıdı uzattı, "Bu dolabında duruyordu," dedi. "Eşyalarını toplarken bunu niye yanına almadı bilmiyorum." Kese kağıdında benim yazdığım mektuplar vardı. Çoğu hiç açılmamıştı."


15 Aralık 2020 Salı

dakika ve skor

"Eve geldiğimde mutfak masasına oturup Epsilon'a mektup yazardım. Güzel bir kafiyeyle bitirmeye dikkat ederdim hep. Kafam durursa bir şey bulana kadar ileri geri yürürdüm. Çok yorucuydu, ama arkasından kendimi daha iyi hissederdim hep.

(...)

Yazdıklarımı zarflara koyup Epsilon'un çantasına bırakıyordum, böylece ertesi gün işte öğle yemeğini yerken okuyabiliyordu. Bunlardan hiç konuşmazdık. Epsilon ağlamaya başlıyordu yoksa. Gözlerinden onları okuduğunu görmek yetiyordu bana. Kimi zamanlar, son kafiyelerde kendimi aştığımda hayranlığını bir de."*


*: kjersti skomsvold, hızlandıkça azalıyorum

13 Aralık 2020 Pazar

çocukluk

bundan yıllar yıllar önce, gece yarısından sonra kale yıkıntılarında ışıklar gördüğünü iddia eden bir kadın tanımıştım. ve ona inanmıştım.

çocukluk işte.

bugün yine aynısı olsa yine inanırım.

çocukluk işte.

12 Aralık 2020 Cumartesi

tel cambazı

tel cambazı kollarını açtı, havaya tutundu. sadece bir an, uzun zaman önce kollarını açıp, 'baba ve kutsal ruh'un yazgısına ortak olmak için şehit numarası yapan doğu akdenizli uzak akrabasını hatırlayınca sendeledi. sonra başını yavaşça kaldırıp karşıya baktı. başka bir sorunla karşılaşmadan oraya yürüdü.

6 Aralık 2020 Pazar

son akşam yemeği

o ünlü tablodan bahsedileceğini düşünen sanatsever tayfa ve dinler tarihiyle ilgilenen arkadaşlar buradan devam etsin lütfen. çünkü bu, 'şimdilik' benim son akşam yemeğim.

bu akşam altı kişi geniş bir masanın etrafında toplanıp yemek yedik. o masanın başında akşamı gece ettik. yemekler kusursuz, akşam ve sohbet muhteşemdi. dostluk ise paha biçilemez...

/bir fotoğraf olsa, diyeceklere cevabım hazır: instagram biraz ileride. yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat, diyecekler için de makinede yıkanmayacak bulaşıklara yardım ederken öğrendiğim listeyi sunuyorum: sebzeli çanak köfte, kabaklı buzluk böreği, rose harissa soslu havuç, bulgur pilavı, pazılı nohut, kırmızı pancarlı roka salatası ve yanında mascarpone ile tenerina./

bir ara dalıp gitmişim. masaya geriye döndüğümde gözüme ekmekler ilişti. elbette siyah, elbette çavdar. altı kişiydik, saatlerdir yemek yiyorduk ve bir allahın kulu ekmek yememişti. "ulan," dedim. "nasıl bir ortama düştük biz böyle?"

en azından ortamda vejetaryen yoktu.

4 Aralık 2020 Cuma

dakika ve skor

"Anlamıyorum seni" diyen birine kendimi anlatmak
    üzere uzattığım kitap hâlâ okunmadığı için, 
Bir gecenin sonunda anlatılmamak için yaşanmış
    gönderilmemek üzere yazılmış bir
    mektuba koyarak...
Mantıklı olan her şeyin nedenini aradım
Nedenini aramadığım için artık yalnızca ölümü
    ve aşkı seviyorum
Konuşma haline gelmeyen şeyleri
Susmalı ve sonra ormanın güzelliğinden söz etmeli:
"Kış henüz gelmişti, kar tertemiz ve her yer bembeyazdı"


*: ahmet güntan, ormanların gümbürtüsü- köpüklü bir kan, duman 

1 Aralık 2020 Salı

geriye kalan

bu günlerde sinema bir şenliktir'i okuyorum. onat kutlar'dan anı ve gezi notlarıyla bezeli sinema yazıları. yazıların yaş ortalaması elli yıl olmalı. zaten kitap da ilk olarak görücüye bin dokuz yüz seksen beş yılında çıkmış.

sinemayla arasına mesafe girmiş biri olarak bu kitabı sinema yazıları için okumadığımı itiraf ederim. zoltan fabri, visconti, fritz lang, antonioni vb., hatta bergman geride bıraktığım maceralar çünkü. geride bıraktığım derken onları aştığımı kastetmiyorum elbette. heyecanla ve açlıkla film izlediğim günlerdeki kadar merak etmediğimi, bir festivalin izlenecekler listesine kolay kolay filmlerini yazmayacağımı söylemeye, onlardan bir film izlemeden ölürsem gözüm açık gitmez demeye çalışıyorum.

bu kitabı daha çok araya sızan onat kutlar temasları, apansız bir rüzgârın parçaladığı bulutların arasından kendini gösteren güneş misali ortaya çıkan şiir güzelliğindeki onat kutlar cümleleri için okuyorum. ne zaman onlardan birine rastlasam, okumaya ara veriyor, başımı kitaptan kaldırıp uzaklara bakıyorum. uzaklardan dönüp arasına sağ işaret parmağımı koyduğum kitabın ön kapağına bakıyorum sonra.

orada, siyah- beyaz bir fotoğrafta bu dünyadan geçip gitmiş en güzel onat kutlar'ı görüyor gibi oluyorum. o gülümseme, o bakış. hani bir ara, "sanki fotoğrafı çeken sevdiği adammış gibi güzel. bir kadının ancak sevdiği adamın çektiği fotoğrafta çıkabileceği kadar güzel," demiştim ya bir fotoğraf için, öyle güzel. çünkü eşi filiz kutlar çekmiş. 

sonra bu güzel adamın artık yaşamadığını ve onu yaşamdan koparan olayı hatırlıyorum. katile katil d(iy)emeyen 'mahalle arkadaşları'nın yaşadığını ve köpekleşmenin tarihini yazmaya devam ettiğini.