tatar çölü'nü bilirsiniz. şimdiye kadar okumadıysanız bile sosyal medyanın herhangi bir sokağında muhakkak karşınıza çıkmıştır. tıpkı küçük prens, kürk mantolu madonna, kafka, thomas bernhard ve benzerleri gibi. diğerleri gibi o da paha biçilemez ama.
italyan yazar dino buzzati'nin yazdığı bu roman, benim için ise 'yirminci yüzyılın en iyi romanı üçlemesi'nin "sıralama dışı" parçası, okuma maceramın kült romanlarından biridir. kanla yazılmış gözyaşlarıyla okunan satırlar. çağımız insanı için adeta kader kitabı. okuyup da kendinden bir şeyler, yaşamından enstantaneler görmeyen var mıdır bilmem.
bir eylül sabahı, giovanni drago'nun subay çıkar çıkmaz ilk atandığı görev olan bastiani kalesi'ne gitmek üzere yaptığı yol hazırlıkları ile başlayan roman, çok geçmeden okuru bir nehrin kenarına götürür. nehre paralel yol alan drago bir süre sonra nehrin karşı kıyısında kendisiyle aynı yöne giden bir atlıya rastlar. bu atlı izinden dönen yüzbaşı ortiz'dir. bir süre iki ayrı kıyıda, nehir karşı tarafa geçmeye izin verince de yanyana sohbet ederek kaleye yol alırlar.
aradan yıllar geçer. yine öyle bir sabahta, şehre yaptığı kısa ziyaretten dönen drago, kaleye yeni atanan bir teğmenle karşılaşır ve kaleye ilk gelişini hatırlar. ve artık "yaşamda gençliğin öte yanına, o uzak günde ortiz'in bulunduğu yana geçiverdiğini" anlar.
geçen gün daldan dala atlayarak sohbet ediyoruz. başka bir popüler roman olan bizim büyük çaresizliğimiz'den -biraz da hüzünle- bahsederken içini acıtan iki cümleyi de araya sıkıştırdı; yani, ender'in sevgi'yle yaşadığı ilişkiyi paranteze alan "güzel yolculukların ve güzel şarkıların başındayız diye düşünürdüm," ve "şarkılar da yolculuklar da bitmişti," cümlelerini...
yüzüne baktım. daha çok gençti. bir sürü kişi tanıyacak, bir sürü hata yapacaktı. ve şükürler olsun ki, bütün bunları telafi edecek kadar uzun zaman vardı önünde. yine de bir şey demek, sesine yankı olmak istedim. "bir yağmurun bitimi aynı zamanda bir sonraki yağmurun başlangıcı değil midir?" dedim.
ve bunu der demez, bu cümleyi yıllar önce öykücü'den duyduğumu hatırladım. "yağmuru çok severim ama bitmesinden nefret ediyorum," demiştim. "biten şeylerin verdiği hüzünle birleşince rönesans tablolarını hatırlatsa da yağmur sonrasının gökyüzünü sevmiyorum".
işte o an "o uzak günde" öykücü'nün bulunduğu yana geçiverdiğimi anladım. yaşlanmak değilse de yaşlanmaya başlamak belki de budur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder