dışarıda erken bir sonbahar karanlığı her şeyin üzerini örtmüştü. bir süre giovanni'nin girdiği kapının sallanan kanatlarını seyrettim. kapının kanatları birbirine sürtüne sürtüne sustu. havaya kaldırıp dünyanın her tarafında aynı anlama gelen bir hareketle bir bira daha istedikten sonra masaya koyduğum boş şişeyle oynamaya başladım.
barmen on sekiz yaşını doldurur doldurmaz kendini yollara vuran ama ruhuna denk düştüğü için bir süredir berlin'de yaşayan avustralyalı bir çocuktu. tam o sırada tezgahın üzerinden barda oturan sevgilisinin kulağına eğilmiş, şehvet yüklü olduğu belli sözcükler fısıldamakla meşgul olduğu için birayı bar sahibi dietrich ackerbaum getirdi. genç avustralyalı soranlara, hayat ucuz ve bir sürü bedava ev partisi olduğu için bu şehirde takılıp kaldığını söylerdi. der stammgast'ı da bütçesine uygun, ucuz evi bu civarda bulabildiği ve kendisi gibi wedding'te yaşayan ve uferfabrik'de takılmayı seven sevgilisi sayesinde keşfetmiş, çok geçmeden haftada dört akşam orada çalışmaya başlamıştı.
kız o gün saçlarını topuz yapmıştı. oğlan konuştukça uzun saçlarının özlemini çeken kulakları hafifçe kızarıyordu. barda şehvet yüklü kelimeler, seviştikten sonra yatakta şiir okumak... bu çocuk kesinlikle işi biliyordu.
çocuk orta boylu, atletik, kirli sakalı ve yeşil gözleriyle oldukça yakışıklıydı. hollywood yapımı gençlik filmlerinde sık rastlanan futbol takımı kaptanlarını hatırlatıyordu. kadınlara asıl cazip gelen yanı sesinin rengi olmalıydı. almancasına eklediği hafif okyanusya vurgusu genç adamın yakışıklılığına kadınların kayıtsız kalamadığı bir hoşluk katıyordu. ama kızın yüzünü doğru dürüst hatırlamıyorum. ne zaman onu düşünsem okuduğum romanlardaki kahramanlardan biri gibi yalnızca bir imge olarak aklımda kaldığını fark ediyorum.
her zaman barda, mutfak girişi tarafındaki son taburede oturup sırtını müşterilere döner, hülyalı gözlerle kendisinden bir kaç yaş küçük sevgilisini seyrederdi. bardağı bira musluğunun altında eğik tutmasını, bardak dolarken onu yavaş yavaş doğrultmasını sanki bir mucizeyle karşı karşıyaymış gibi bir çocuk şaşkınlığıyla izlerdi. görmeseniz de yüzündeki tebessümü, bakışlarındaki aşkı hissederdiniz. orada bacaklarını birbirine dolayarak oturur ve her zaman aynı ayakkabıları giyerdi. kauçuk tabanlı, sarıya yakın süet kısa botları zarif bileklerini her defasında şefkatle sarardı. saçlarını topuz yaptığında sırtı açık kıyafet seçmişse solgun teninde omurilik boyunca inen uzak doğuluların çiviyle yazılmış harflerini okuyabilirdiniz. çocuğu seyrederken sol eli vişne rengi tezgahın üzerinde dururdu. sanki o el yardımıyla dinlenirdi bütün yorgunluklarını. elinin yerini de, sapı işaret parmağı ile orta parmak arasında duran şarap kadehi belirlerdi. her zaman kırmızı. bu sırada sağ dirseğini bara yaslayıp elini boynuna götürür avucuna emanet ettiği boynunu bir yorgunluğu gidermek istercesine ovardı. eğer çocuk herhangi bir sebeple tezgahın arkasında değilse o sağ el tezgaha düşer bazan işaret parmağı bazan orta parmağının ucuyla tezgahın üzerindeki görünmez kırıntıları toplardı. belki topladığı anılardı. ya da çocuğu seyrederken oraya buraya saçtığı düşünceleri, hayalleri.
bazan sessiz sedasız bir kurşun bedenini bulmuş ya da mutfağın karanlığında bir hayalet görmüş gibi irkilir, aklına gelen her ne ise onu çantasında aramaya başlardı. ne zaman çantasında bir şey arasa bulamaz, telaşla son bir defa daha baktıktan sonra çantayı tezgahın üzerine boşaltırdı. arayıp da bulamadığı nesneyi, mesela boynuna yakamozlar bırakan su damlası, turkuvaz küpesinin tekini bulduğunda ne aradığı, hatta bir şey aradığı aklından uçup gitmiş gibi dalar giderdi. o sessiz sedasız kurşun bedenini yoklamadan ya da su içmeye gittiği mutfakta hayalet görmeden önce kaldığı yerden devam ederken, bulduğu şeyi bir daha kaybolmasın, onu bırakıp gitmesin diye sıkıca avucunda tutardı. sıkıca tutmak belki de bulduğundan, avucundaki varlığından emin olmanın tek yoluydu.
barmen on sekiz yaşını doldurur doldurmaz kendini yollara vuran ama ruhuna denk düştüğü için bir süredir berlin'de yaşayan avustralyalı bir çocuktu. tam o sırada tezgahın üzerinden barda oturan sevgilisinin kulağına eğilmiş, şehvet yüklü olduğu belli sözcükler fısıldamakla meşgul olduğu için birayı bar sahibi dietrich ackerbaum getirdi. genç avustralyalı soranlara, hayat ucuz ve bir sürü bedava ev partisi olduğu için bu şehirde takılıp kaldığını söylerdi. der stammgast'ı da bütçesine uygun, ucuz evi bu civarda bulabildiği ve kendisi gibi wedding'te yaşayan ve uferfabrik'de takılmayı seven sevgilisi sayesinde keşfetmiş, çok geçmeden haftada dört akşam orada çalışmaya başlamıştı.
kız o gün saçlarını topuz yapmıştı. oğlan konuştukça uzun saçlarının özlemini çeken kulakları hafifçe kızarıyordu. barda şehvet yüklü kelimeler, seviştikten sonra yatakta şiir okumak... bu çocuk kesinlikle işi biliyordu.
çocuk orta boylu, atletik, kirli sakalı ve yeşil gözleriyle oldukça yakışıklıydı. hollywood yapımı gençlik filmlerinde sık rastlanan futbol takımı kaptanlarını hatırlatıyordu. kadınlara asıl cazip gelen yanı sesinin rengi olmalıydı. almancasına eklediği hafif okyanusya vurgusu genç adamın yakışıklılığına kadınların kayıtsız kalamadığı bir hoşluk katıyordu. ama kızın yüzünü doğru dürüst hatırlamıyorum. ne zaman onu düşünsem okuduğum romanlardaki kahramanlardan biri gibi yalnızca bir imge olarak aklımda kaldığını fark ediyorum.
her zaman barda, mutfak girişi tarafındaki son taburede oturup sırtını müşterilere döner, hülyalı gözlerle kendisinden bir kaç yaş küçük sevgilisini seyrederdi. bardağı bira musluğunun altında eğik tutmasını, bardak dolarken onu yavaş yavaş doğrultmasını sanki bir mucizeyle karşı karşıyaymış gibi bir çocuk şaşkınlığıyla izlerdi. görmeseniz de yüzündeki tebessümü, bakışlarındaki aşkı hissederdiniz. orada bacaklarını birbirine dolayarak oturur ve her zaman aynı ayakkabıları giyerdi. kauçuk tabanlı, sarıya yakın süet kısa botları zarif bileklerini her defasında şefkatle sarardı. saçlarını topuz yaptığında sırtı açık kıyafet seçmişse solgun teninde omurilik boyunca inen uzak doğuluların çiviyle yazılmış harflerini okuyabilirdiniz. çocuğu seyrederken sol eli vişne rengi tezgahın üzerinde dururdu. sanki o el yardımıyla dinlenirdi bütün yorgunluklarını. elinin yerini de, sapı işaret parmağı ile orta parmak arasında duran şarap kadehi belirlerdi. her zaman kırmızı. bu sırada sağ dirseğini bara yaslayıp elini boynuna götürür avucuna emanet ettiği boynunu bir yorgunluğu gidermek istercesine ovardı. eğer çocuk herhangi bir sebeple tezgahın arkasında değilse o sağ el tezgaha düşer bazan işaret parmağı bazan orta parmağının ucuyla tezgahın üzerindeki görünmez kırıntıları toplardı. belki topladığı anılardı. ya da çocuğu seyrederken oraya buraya saçtığı düşünceleri, hayalleri.
bazan sessiz sedasız bir kurşun bedenini bulmuş ya da mutfağın karanlığında bir hayalet görmüş gibi irkilir, aklına gelen her ne ise onu çantasında aramaya başlardı. ne zaman çantasında bir şey arasa bulamaz, telaşla son bir defa daha baktıktan sonra çantayı tezgahın üzerine boşaltırdı. arayıp da bulamadığı nesneyi, mesela boynuna yakamozlar bırakan su damlası, turkuvaz küpesinin tekini bulduğunda ne aradığı, hatta bir şey aradığı aklından uçup gitmiş gibi dalar giderdi. o sessiz sedasız kurşun bedenini yoklamadan ya da su içmeye gittiği mutfakta hayalet görmeden önce kaldığı yerden devam ederken, bulduğu şeyi bir daha kaybolmasın, onu bırakıp gitmesin diye sıkıca avucunda tutardı. sıkıca tutmak belki de bulduğundan, avucundaki varlığından emin olmanın tek yoluydu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder