camekanlardan kaldırıma taşan ruhsuz ışıkların aydınlattığı sokaklarda koşmak yerine yolu uzatmaya, kanala inip kanal kıyısında koşmaya karar verdim. ne bu tarafta ne de karşıda, görünürde kimseler yoktu. bu saatte başka birisi olacağını da sanmıyordum. ev içlerinde yeni yeni yanmaya başlayan lambaların ışıkları kanala dökülüyor, minik dalgalarla oynaşan altın rengi bir sürü yol durgun göle atılan yassı taşlar gibi sekerek bir kıyıdan diğerine ulaşıyordu. sadece vakit değil, iki tarafa dizilmiş evlerle vadiye dönüşen kanal boyu esen rüzgarı bilen ve hesaba katan birisi bu soğukta bırakın rahat yatağını terk edip koşmayı izin alıp işe gitmemeyi tercih ederdi.
on dakika sonra nihayet koşan birine rastladım. koşu kıyafetine, stiline, temposuna bakılırsa yıllardır koşuyor. üniversiteyi bitirip yıllardır hayalini kurduğu işin ona sadece konfor ve para değil kilo da kazandırdığını fark edince, çalışmaya başladıktan üç yıl sonra koşmaya karar verdi. ama soranlara, evde maç izlerken bana eşlik eden bira şişesinin göbeğimde denge problemi yaşamadan durduğunu görünce koşmaya karar verdim, diye anlatacak, vaz geçmekten korktuğu için de hemen o akşam dizi çıkmış gri eşofman altını ve eskidiği halde atmaya kıyamadığı ramones tişörtünü giyip en yakın parka gidecekti. lisede bir gün, aniden ramones dinlemeye başlamış, üniversitedeki son yılında da nasıl başlamışsa öyle bırakmıştı. birazdan evine dönecek, duşunu alacak. eğer hâlâ enerjisi kalmışsa sıcak suyun altında bölüme yeni gelen bilişim uzmanını hayal edecek. tıraş, temiz kıyafetler ve işe gidecek. çantasında akşamdan hazırladığı iki sandviç. birini trende kahvaltı niyetine yiyecek, diğeri ise öğle arası için. gece mutlaka uyanıyor. kalkıp önce tuvalete sonra su içmek için mutfağa gidiyor. neden komodinin üzerinde, başucu lambasının gölgesinde bir bardak su bulundurmuyor diye merak ediyorsanız, onu da söyleyeyim; gecenin ve evin sessizliğinde mutfağa kadar yürümeyi seviyor. yalnız, bir süredir iki defa uyandığını fark etti. aynı gece diz üstü bilgisayarının ışığında bir yandan suyunu içerken internette bulduğu bir üroloji doktorundan hemen randevu aldı. randevusu bu pazartesi. yalnız yaşıyor. ara sıra buluştuğu, bazı akşamlar onda kalan bir kız arkadaşı var. kız arkadaşını bilmem ama o evlenmeyi ya da aynı evi paylaşmayı düşünmüyor. uzun zaman önce insanların evlenmeden ya da ebeveyn olmadan ölebileceklerine karar vermiş.
o ise çocukluğunu düşünüyor. daha doğrusu çocukluğunun geçtiği köy irisi kasabanın geç dönem gotik mimari tarzda inşa edilen ama çürüyen tahtaları yüzünden bin dokuz yüz yetmişleri restorasyon tabelasının ardında geçiren ünlü kilisesini düşünüyor şu an. orada olmaktan nefret eder, canı sıkılır, zamanı tüketebilmek için ayini yöneten rahibin sağ yanındaki pencereyi seyrederdi. nehir kenarından taşıdıkları çamur, ağaç diplerinden getirdikleri kuru dal ve otlarla çerçevenin köşesine yuvan yapan kırlangıçları, bahçedeki kayın ağacının açık pencereden içeri dolan yeşil, kapalı camı aşamayınca cama yapışıp kalan sarı yapraklarını, dalların ağaç soğuktan titriyormuş gibi camı tıkırdatan uçlarını. aslında, sıcak havalarda baştan ayağa beyaz giyinen, soğuk havalarda ise siyah paltosunu üzerinden, kalın siyah eldivenlerini ellerinden çıkartmayan çelimsiz kızı düşünmek isterdi. tıpkı topluca dua ya da ilahi okunurken gözlerini kapatıp düşündüğü gibi. ama kızın adını unutmuştu. adı olmayan birini de düşünmek içinden gelmiyordu.
ne yani? ne olduğunu sanıyordunuz? koşarken yüksek insanlık ideali üzerine düşündüğümüzü, yardıma muhtaç insanlar yararına sosyal projeler tasarladığımızı mı? ya da bir hedefe odaklanarak aklımıza başka bir şey getirmeden koştuğumuzu mu? hem bu ne ki, ben oğlumun -ya da kızımın- baştan sona kontrollü koştuğu orta mesafe yarışının son iki yüz metresi yaklaşırken, kendi kendime söylediğim "şimdi değilse ne zaman" cümlesini duymuşçasına temposunu arttırdığını ve ben muhtemelen o günler geldiğinde ancak dizlerinden destek alarak doğrulan bir adam olacağım için dizlerime koyduğum ellerimden destek alarak doğrulurken daha da hızlandığını, önündekileri geçerek birinci olduğunu ve bir yandan nefesini düzenlemeye çalışırken bir yandan da benden tarafa baktığını hayal ediyorum. üstelik bunu ne zaman hayal etsem, tıpkı şimdi olduğu gibi gözlerim doluyor ve bir süreliğine yavaşlamak zorunda kalıyorum.
on dakika sonra nihayet koşan birine rastladım. koşu kıyafetine, stiline, temposuna bakılırsa yıllardır koşuyor. üniversiteyi bitirip yıllardır hayalini kurduğu işin ona sadece konfor ve para değil kilo da kazandırdığını fark edince, çalışmaya başladıktan üç yıl sonra koşmaya karar verdi. ama soranlara, evde maç izlerken bana eşlik eden bira şişesinin göbeğimde denge problemi yaşamadan durduğunu görünce koşmaya karar verdim, diye anlatacak, vaz geçmekten korktuğu için de hemen o akşam dizi çıkmış gri eşofman altını ve eskidiği halde atmaya kıyamadığı ramones tişörtünü giyip en yakın parka gidecekti. lisede bir gün, aniden ramones dinlemeye başlamış, üniversitedeki son yılında da nasıl başlamışsa öyle bırakmıştı. birazdan evine dönecek, duşunu alacak. eğer hâlâ enerjisi kalmışsa sıcak suyun altında bölüme yeni gelen bilişim uzmanını hayal edecek. tıraş, temiz kıyafetler ve işe gidecek. çantasında akşamdan hazırladığı iki sandviç. birini trende kahvaltı niyetine yiyecek, diğeri ise öğle arası için. gece mutlaka uyanıyor. kalkıp önce tuvalete sonra su içmek için mutfağa gidiyor. neden komodinin üzerinde, başucu lambasının gölgesinde bir bardak su bulundurmuyor diye merak ediyorsanız, onu da söyleyeyim; gecenin ve evin sessizliğinde mutfağa kadar yürümeyi seviyor. yalnız, bir süredir iki defa uyandığını fark etti. aynı gece diz üstü bilgisayarının ışığında bir yandan suyunu içerken internette bulduğu bir üroloji doktorundan hemen randevu aldı. randevusu bu pazartesi. yalnız yaşıyor. ara sıra buluştuğu, bazı akşamlar onda kalan bir kız arkadaşı var. kız arkadaşını bilmem ama o evlenmeyi ya da aynı evi paylaşmayı düşünmüyor. uzun zaman önce insanların evlenmeden ya da ebeveyn olmadan ölebileceklerine karar vermiş.
o ise çocukluğunu düşünüyor. daha doğrusu çocukluğunun geçtiği köy irisi kasabanın geç dönem gotik mimari tarzda inşa edilen ama çürüyen tahtaları yüzünden bin dokuz yüz yetmişleri restorasyon tabelasının ardında geçiren ünlü kilisesini düşünüyor şu an. orada olmaktan nefret eder, canı sıkılır, zamanı tüketebilmek için ayini yöneten rahibin sağ yanındaki pencereyi seyrederdi. nehir kenarından taşıdıkları çamur, ağaç diplerinden getirdikleri kuru dal ve otlarla çerçevenin köşesine yuvan yapan kırlangıçları, bahçedeki kayın ağacının açık pencereden içeri dolan yeşil, kapalı camı aşamayınca cama yapışıp kalan sarı yapraklarını, dalların ağaç soğuktan titriyormuş gibi camı tıkırdatan uçlarını. aslında, sıcak havalarda baştan ayağa beyaz giyinen, soğuk havalarda ise siyah paltosunu üzerinden, kalın siyah eldivenlerini ellerinden çıkartmayan çelimsiz kızı düşünmek isterdi. tıpkı topluca dua ya da ilahi okunurken gözlerini kapatıp düşündüğü gibi. ama kızın adını unutmuştu. adı olmayan birini de düşünmek içinden gelmiyordu.
ne yani? ne olduğunu sanıyordunuz? koşarken yüksek insanlık ideali üzerine düşündüğümüzü, yardıma muhtaç insanlar yararına sosyal projeler tasarladığımızı mı? ya da bir hedefe odaklanarak aklımıza başka bir şey getirmeden koştuğumuzu mu? hem bu ne ki, ben oğlumun -ya da kızımın- baştan sona kontrollü koştuğu orta mesafe yarışının son iki yüz metresi yaklaşırken, kendi kendime söylediğim "şimdi değilse ne zaman" cümlesini duymuşçasına temposunu arttırdığını ve ben muhtemelen o günler geldiğinde ancak dizlerinden destek alarak doğrulan bir adam olacağım için dizlerime koyduğum ellerimden destek alarak doğrulurken daha da hızlandığını, önündekileri geçerek birinci olduğunu ve bir yandan nefesini düzenlemeye çalışırken bir yandan da benden tarafa baktığını hayal ediyorum. üstelik bunu ne zaman hayal etsem, tıpkı şimdi olduğu gibi gözlerim doluyor ve bir süreliğine yavaşlamak zorunda kalıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder