annemle ne vakit fikir ayrılığına düşsek, "sen bizden uzak büyüdün," diyerek ettiği sitemin hayatımın bir gerçeğini işaret ettiğini biliyorum. ama her bayram, en geç arife günü bu evde oldum.
hatta bunun için, çeşme'ye inelim, uludağ'da kayak, abant bu mevsimde harika, ama kapadokya, bir üçgen kuralım köşeleri budapeşte-viyana- prag olsun, dokuz günlük uzak doğu turlarını birilerini kırmak pahasına da olsa her defasında görmezden geldim.
bayram sabahı erkenden kalkar, annemi annanemlerin bahçe kapısında bırakır, "farz olan vakit namazlarını, hatta islam peygamberinin 'hiçbir engel yok iken, ard arda üç cuma namazı kılmayan kişinin, allahü teala kalbini mühürler, yani iyilik yapmaz olur' uyarısına rağmen cuma namazlarını kılmayan ama bayram namazlarını kaçırmayan insanları anlamıyorum," diye söylenen ve muhafazakar terbiye almış olmasına rağmen kendimi bildim bileli fenerbahçe dışındaki her türlü toplaşmaya mesafeli duran babamla, biraz da annaneme saygımız yüzünden beş dakika yürüme mesafesindeki mahalle camiine giderdik.
*
ramazanın kışa denk geldiği zamanlardı. o sene bayramdan bir kaç gün önce gelmiştim. 'nerede o eski ramazanlar' tadında, huzurlu, ilahi bir ışıkla yıkanan, şefkat dolu günlerdi.
babam, şiddeti artan poyrazın rüzgargülüne ettiklerini görünce, gece başına bir iş açmasın diye fenere gitmiş, şimdi de yılların ustalaştırdığı elleriyle çelik telleri, çarkları, makaraları özenle temizliyor, kuruluyor, ekseni etrafında dönen devvar billurun altındaki rulmanları yağlıyor, mercekleri siliyor ya da fener elektriğe henüz geçmediği için her şey demek olan asetilenle dolu gaz deposunu kontrol ediyor olmalıydı.
biz, anne oğul; usul usul yanan bir sobanın ısıttığı salonda sohbetleşiyoruz. annem pencerenin önüne oturmuş oğlu öyle seviyor diye şekerini biraz fazla kaçıracağı sütlaç için pirinç seçerken bir yandan da anlatıyor:
"bu yıl ağaçların çoğu, yapraklarını adam gibi dökmeye fırsat bulamadan erken gelen ayazın keskin soğuğunda kavurdular. sonbahar sarısının hüznüyle tanışamayan yapraklar önce kahverengine sonra siyaha dönüp dalında kuruyuverdiler."
oturduğum yerden kalktım, kulağım annemin anlattıklarında kitaplığa yürüdüm, bu kış ikindisinin zayıf ışıkları lif lif çözülüp yeryüzüne dökülürken, bir çoğunu yıllar önce okuduğum kitaplar arasından birini seçebilmek için kitaplığın raflarını yormaya başladım. elim nihayet huzur'a* gittiğinde mümtaz ve nuran'ın bitmek bilmez istanbul gezmesi değil de eski bir yaz günü geldi aklıma.
başımı çevirip o tarafa baktım: kitaplığın önünde durmuş, eli bir kelebek vurdum duymazlığıyla bir kitaptan diğerine konuyor, sanki bir piyanonun tuşlarını dener gibi, bir kitabı itip diğerine geçmeden önce bir an karar vermiş gibi oluyordu. dikkat çekme isteğiyle dolu, hepsinin de kapağı kısa bir süre için açılan kitaplar, kısacık bir an baktığında gözüne çarpan, onu baştan çıkartmaya çalışan altı çizili cümleler, derkenarına dört çizgiden mürekkep yıldızlar konulmuş, yürek çizilmiş paragraflardan sonra dünün dünyası'nı** seçip, nasılsa bahçe içindeki o üç katlı evde değil de burada geçirdiği sonsuzluk kadar uzun bu yaz öğleden sonrasının sıcağında kendine kitap okuyabileceği serin bir köşe bulmaya gitti.
bense hala kitaplığın önündeydim ve annem mutfağa giderken açık kalan kapıdan mutfak penceresini, annemin ‘o toprakta, hele de o rüzgarda asla büyümez’ uyarılarına kulak asmayıp yıllar önce bahçeye diktiği armut ağacının dallarındaki son yaprakları gördüm.
poyraz dalların ucunda asılı kalmış son yaprakları yokluyordu.
*: ahmet hamdi tanpınar
**: stefan zweig
hatta bunun için, çeşme'ye inelim, uludağ'da kayak, abant bu mevsimde harika, ama kapadokya, bir üçgen kuralım köşeleri budapeşte-viyana- prag olsun, dokuz günlük uzak doğu turlarını birilerini kırmak pahasına da olsa her defasında görmezden geldim.
bayram sabahı erkenden kalkar, annemi annanemlerin bahçe kapısında bırakır, "farz olan vakit namazlarını, hatta islam peygamberinin 'hiçbir engel yok iken, ard arda üç cuma namazı kılmayan kişinin, allahü teala kalbini mühürler, yani iyilik yapmaz olur' uyarısına rağmen cuma namazlarını kılmayan ama bayram namazlarını kaçırmayan insanları anlamıyorum," diye söylenen ve muhafazakar terbiye almış olmasına rağmen kendimi bildim bileli fenerbahçe dışındaki her türlü toplaşmaya mesafeli duran babamla, biraz da annaneme saygımız yüzünden beş dakika yürüme mesafesindeki mahalle camiine giderdik.
*
ramazanın kışa denk geldiği zamanlardı. o sene bayramdan bir kaç gün önce gelmiştim. 'nerede o eski ramazanlar' tadında, huzurlu, ilahi bir ışıkla yıkanan, şefkat dolu günlerdi.
babam, şiddeti artan poyrazın rüzgargülüne ettiklerini görünce, gece başına bir iş açmasın diye fenere gitmiş, şimdi de yılların ustalaştırdığı elleriyle çelik telleri, çarkları, makaraları özenle temizliyor, kuruluyor, ekseni etrafında dönen devvar billurun altındaki rulmanları yağlıyor, mercekleri siliyor ya da fener elektriğe henüz geçmediği için her şey demek olan asetilenle dolu gaz deposunu kontrol ediyor olmalıydı.
biz, anne oğul; usul usul yanan bir sobanın ısıttığı salonda sohbetleşiyoruz. annem pencerenin önüne oturmuş oğlu öyle seviyor diye şekerini biraz fazla kaçıracağı sütlaç için pirinç seçerken bir yandan da anlatıyor:
"bu yıl ağaçların çoğu, yapraklarını adam gibi dökmeye fırsat bulamadan erken gelen ayazın keskin soğuğunda kavurdular. sonbahar sarısının hüznüyle tanışamayan yapraklar önce kahverengine sonra siyaha dönüp dalında kuruyuverdiler."
oturduğum yerden kalktım, kulağım annemin anlattıklarında kitaplığa yürüdüm, bu kış ikindisinin zayıf ışıkları lif lif çözülüp yeryüzüne dökülürken, bir çoğunu yıllar önce okuduğum kitaplar arasından birini seçebilmek için kitaplığın raflarını yormaya başladım. elim nihayet huzur'a* gittiğinde mümtaz ve nuran'ın bitmek bilmez istanbul gezmesi değil de eski bir yaz günü geldi aklıma.
başımı çevirip o tarafa baktım: kitaplığın önünde durmuş, eli bir kelebek vurdum duymazlığıyla bir kitaptan diğerine konuyor, sanki bir piyanonun tuşlarını dener gibi, bir kitabı itip diğerine geçmeden önce bir an karar vermiş gibi oluyordu. dikkat çekme isteğiyle dolu, hepsinin de kapağı kısa bir süre için açılan kitaplar, kısacık bir an baktığında gözüne çarpan, onu baştan çıkartmaya çalışan altı çizili cümleler, derkenarına dört çizgiden mürekkep yıldızlar konulmuş, yürek çizilmiş paragraflardan sonra dünün dünyası'nı** seçip, nasılsa bahçe içindeki o üç katlı evde değil de burada geçirdiği sonsuzluk kadar uzun bu yaz öğleden sonrasının sıcağında kendine kitap okuyabileceği serin bir köşe bulmaya gitti.
bense hala kitaplığın önündeydim ve annem mutfağa giderken açık kalan kapıdan mutfak penceresini, annemin ‘o toprakta, hele de o rüzgarda asla büyümez’ uyarılarına kulak asmayıp yıllar önce bahçeye diktiği armut ağacının dallarındaki son yaprakları gördüm.
poyraz dalların ucunda asılı kalmış son yaprakları yokluyordu.
*: ahmet hamdi tanpınar
**: stefan zweig