29 Ağustos 2011 Pazartesi

anı içinde anı

annemle ne vakit fikir ayrılığına düşsek, "sen bizden uzak büyüdün," diyerek ettiği sitemin hayatımın bir gerçeğini işaret ettiğini biliyorum. ama her bayram, en geç arife günü bu evde oldum.

hatta bunun için, çeşme'ye inelim, uludağ'da kayak, abant bu mevsimde harika, ama kapadokya, bir üçgen kuralım köşeleri budapeşte-viyana- prag olsun, dokuz günlük uzak doğu turlarını birilerini kırmak pahasına da olsa her defasında görmezden geldim.

bayram sabahı erkenden kalkar, annemi annanemlerin bahçe kapısında bırakır, "farz olan vakit namazlarını, hatta islam peygamberinin 'hiçbir engel yok iken, ard arda üç cuma namazı kılmayan kişinin, allahü teala kalbini mühürler, yani iyilik yapmaz olur' uyarısına rağmen cuma namazlarını kılmayan ama bayram namazlarını kaçırmayan insanları anlamıyorum," diye söylenen ve muhafazakar terbiye almış olmasına rağmen kendimi bildim bileli fenerbahçe dışındaki her türlü toplaşmaya mesafeli duran babamla, biraz da annaneme saygımız yüzünden beş dakika yürüme mesafesindeki mahalle camiine giderdik.

*

ramazanın kışa denk geldiği zamanlardı. o sene bayramdan bir kaç gün önce gelmiştim. 'nerede o eski ramazanlar' tadında, huzurlu, ilahi bir ışıkla yıkanan, şefkat dolu günlerdi.

babam, şiddeti artan poyrazın rüzgargülüne ettiklerini görünce, gece başına bir iş açmasın diye fenere gitmiş, şimdi de yılların ustalaştırdığı elleriyle çelik telleri, çarkları, makaraları özenle temizliyor, kuruluyor, ekseni etrafında dönen devvar billurun altındaki rulmanları yağlıyor, mercekleri siliyor ya da fener elektriğe henüz geçmediği için her şey demek olan asetilenle dolu gaz deposunu kontrol ediyor olmalıydı.

biz, anne oğul; usul usul yanan bir sobanın ısıttığı salonda sohbetleşiyoruz. annem pencerenin önüne oturmuş oğlu öyle seviyor diye şekerini biraz fazla kaçıracağı sütlaç için pirinç seçerken bir yandan da anlatıyor:

"bu yıl ağaçların çoğu, yapraklarını adam gibi dökmeye fırsat bulamadan erken gelen ayazın keskin soğuğunda kavurdular. sonbahar sarısının hüznüyle tanışamayan yapraklar önce kahverengine sonra siyaha dönüp dalında kuruyuverdiler."

oturduğum yerden kalktım, kulağım annemin anlattıklarında kitaplığa yürüdüm, bu kış ikindisinin zayıf ışıkları lif lif çözülüp yeryüzüne dökülürken, bir çoğunu yıllar önce okuduğum kitaplar arasından birini seçebilmek için kitaplığın raflarını yormaya başladım. elim nihayet huzur'a* gittiğinde mümtaz ve nuran'ın bitmek bilmez istanbul gezmesi değil de eski bir yaz günü geldi aklıma.

başımı çevirip o tarafa baktım: kitaplığın önünde durmuş, eli bir kelebek vurdum duymazlığıyla bir kitaptan diğerine konuyor, sanki bir piyanonun tuşlarını dener gibi, bir kitabı itip diğerine geçmeden önce bir an karar vermiş gibi oluyordu. dikkat çekme isteğiyle dolu, hepsinin de kapağı kısa bir süre için açılan kitaplar, kısacık bir an baktığında gözüne çarpan, onu baştan çıkartmaya çalışan altı çizili cümleler, derkenarına dört çizgiden mürekkep yıldızlar konulmuş, yürek çizilmiş paragraflardan sonra dünün dünyası'nı** seçip, nasılsa bahçe içindeki o üç katlı evde değil de burada geçirdiği sonsuzluk kadar uzun bu yaz öğleden sonrasının sıcağında kendine kitap okuyabileceği serin bir köşe bulmaya gitti.

bense hala kitaplığın önündeydim ve annem mutfağa giderken açık kalan kapıdan mutfak penceresini, annemin ‘o toprakta, hele de o rüzgarda asla büyümez’ uyarılarına kulak asmayıp yıllar önce bahçeye diktiği armut ağacının dallarındaki son yaprakları gördüm.

poyraz dalların ucunda asılı kalmış son yaprakları yokluyordu.



*: ahmet hamdi tanpınar
**: stefan zweig



26 Ağustos 2011 Cuma

bir masada iki kişi: beni seviyosunuz

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- geçen yaz, bir arkadaşım ve ailesiyle tatile gitmiştik. dört beş yaşlarında bir kızları var: ada... tam da seveceğiniz gibi, kıvır kıvır sarı saçlar, kocaman mavi gözler. hemen bir arkadaş buldu kendine. bir gün baktık, çocuğun elinden tutmuş kumsala sürüklüyor. çocuk elini kurtardı, "gelmek istemiyorum, çünkü seni sevmiyorum", dedi.

- peki, ada ne yaptı?

- çocuğa kocaman bakıp "seviyosuun... seviyosuun...", dedi.

- ah, siz kadınlar... kaç yaşında olduğunuz farketmiyor, değil mi?

- diyeceğim o ki, ne kadar huysuzluk etseniz de beni seviyosunuz... beni seviyosunuz...

*

kadınlar...

dediğim gibi, kaç yaşında oldukları hiç farketmiyor.

nabokov'un cevabı

nabokov, yaklaşık bir ay önce sorduğum soruya oldukça uzaktan, bin dokuz yüz yirmilerden cevap veriyor:

"...kızıl harika denen türden bir kelebek belirdi bir yerden, masanın kenarına kondu, kanatlarını açıp soluyormuşcasına, yavaşça yelpazelemeye başladı. kanatlarının koyu kahverengi zemini yer yer zedelenmişti, kızıl şeridi solmuştu, kanatlarının kenarları aşınmıştı - ama hala ne kadar güzel, şenlikli bir yaratıktı..."*


*:rua, dam, vale

24 Ağustos 2011 Çarşamba

aşk

"aşk, insanın kendini ötekine teslim ettikçe içinde kaybolduğu ve öz denetimini yitirdiği bir cehennemdir."*



*:jorge luis borges

jorge luis borges

biliyorum, gündemi takip etme derdinden uzak kimliğim -belki de egom- akıp giden zamanın içindeki bir çok ayrıntıyı ıskalıyor ya da çok sonra farkediyor. ama yüce tanrı, bu dünyada olan biteni hepimizden daha iyi gördüğüne emin olduğum kör ve iflah olmaz serseri borges'in doğum gününü atlamama izin vermedi.

fırsat bu fırsat diyerek, yirmi dört ağustos bin sekiz yüz doksan dokuzda (nabokov'la aynı yılda doğmaları ne garip, ne güzel) buenos aires'te dünyaya gelen ve çok uzun bir yazıyı hak eden borges'i anmak için, her yerde rastlayabileceğimiz hayat hikayesini tekrar etmek yerine anekdotlar anlatalım ve oralarda bir yerde bizi seyreden ruhuna selam yollayalım.

*

her yıl ekim ayının ortalarında, nobel edebiyat ödülü adayı olarak ismi açıklanan ama bir türlü kazanamayan borges, bin dokuz yetmiş sekizde kendisine sorgulayan gözlerle bakan gazetecilere, ona nobel verilmemesinin bir gelenek haline geldiğini, kendisinin de iskandinav olan her şeyi sevdiği için bu geleneğin bir parçası olmaktan gurur duyduğunu söyler.

"her zaman bilimeyen üzerine yazdığım için son nobel ödülü'nü kazanan kişi üzerine yazma özgürlüğünü hissediyorum. umarım yanılmam. sanırım adı singer'di. gerçekten de pek tanınmamış bir bey (en azından birkaç gün öncesine kadar öyleydi), kim bilir, belki de iyi yazardır.(...) nobel ödülü'nün daimi adayı olarak kendimden bahsetmekten başka çare kalmıyor. nobel, bir yazarın hayatında kazanabileceği en büyük ayrıcalıktır. bunu hak ettiğimi sanmıyorum. ben unutulsun diye yazıyorum. yapıtlarımı nasıl anlatayım? bence biraz karışıklar. yalnız ödülü hak etmemem, kazanmak istemediğim anlamına gelmez. sadece simgelediği ödül için değil. kulağa kötü gelse de, parası fena değil."

yeterli miktarda para kazandığı zaman kitaplık alacağını söylerdi. evinin her yerinde kitaplar vardı.

hemen bir yıl sonra ispanya kültür bakanlığı, ispanyol şair gerardo diego ve borges'e ispanyol dilinin en önemli ödülü olan cervantes ödülü'nü layık görür ve bu haber borges'i mutluluğa boğar: "cervantes ödülü, politikacılar değil, edebiyatçılar tarafından verildiği için beni gururlandırıyor," der.

ayrıca o parayla espasa calpe ansiklopedisi'ni alabileceği için çok mutluydu. bundan bir radyo programında bahsedince, ertesi gün aksiklopediyi ona hediye olarak gönderdiler. mutluluktan uçarken etrafındakilere bulduğu yeni çözümü söyledi: "artık bir şeye ihtiyacım olduğunda veya bir şey hoşuma gittiğinde ne yapacağımı biliyorum, radyoda söyleyeceğim ve ertesi gün bana hediye edecekler."

ödüllerden söz açılmışken, bin dokuz dokuz altmış birde samuel beckett ile paylaştığı, avrupalı bir grup yayıncı tarafından verilen ve iletişim kanallarında daha çok görünmesine neden olan formentor ödülü'nü anmamak olmaz.

artık gittiği her yerde insanlar onunla sohbet etmek ve kitaplarını imzalatmak istiyordu. sıranın uzadığı günlerden birinde, borges ve yakın arkadaşı bioy düzinelerce kitap imzalıyor, bir yandan da şakalaşıyormuş: "adolfito, imzaladığımız onca kitaptan sonra imzasız kitabımızın ne kadar değerli olacağını bir düşünsene."

22 Ağustos 2011 Pazartesi

savunma değil fetih

yaşadığım hayat bana, savunma yaparak da maç kazanılabileceğini öğretse de, savunma yerine fethi tercih ederim.

benim demeyi, benim dediğimi gidip almayı.

21 Ağustos 2011 Pazar

where do you go to my lovely*

bellek güzergah dolu bir harita. ve bu güzergahlar bazan kendiliğinden, bazan da bizzat bizim tarafımızdan belirleniyor.

nasıl new york, i love you üzerine konuşurken paris, je t'aime hakkında konuşmamak mümkün değilse, buradan sonra hotel chevalier'yi anmamak da öyle.

iki bin yedi tarihli wes crawen filmi the darjeeling limited'in öncülü sayılan bu kısa film, iki eski sevgilinin paris'te bir otel odasında yaşadıklarını anlatır. fonda ise, ingiliz olduğu halde fransız aksanıyla söylüyormuş gibi yapan peter sarstedt'in söylediği where do you go to my lovely...

"nereye gidiyorsun güzelim, yatağında yalnızken/ seni sarıp sarmalayan düşünceleri anlat bana/ aklından geçenleri bilmek istiyorum.evet, istiyorum."

*peter sarstedt, where do you go to my lovely

20 Ağustos 2011 Cumartesi

o sahne: new york, i love you (2009)

ne güzel filmimizdin sen, paris, je t'aime...

aralarında ethan-joel coen kardeşler, tom tykwer, wes crawen, guy van sant, christopher doyle, hatta gérard depardieu'nun da bulunduğu yirmi iki yönetmenin imzasını taşıyan bu film, aşk ve yalnızlık temalı, paris güzellemesi yapan on sekiz kısa filmden oluşuyordu.

yıllardır aşk ve romantizm kelimeleriyle birlikte anılan paris, bu defa boyalı aşk ve romantik komedi filmlerindeki halinden uzak, yara izleri ve kirleriyle resmedilirken çok daha güzeldi.

ve çok sevildi.

*

ardı sıra gelen 'new york, i love you' fikrini ilk duyduğumda ise, bunu klasik amerikan kıskançlığına yormuştum. oysa ortada fikir babası fransız yapımcı emmanuel benhilby olan, new york'un peşi sıra, rio, shanghai ve jerusalem ile devam etmesi planlanan bir seri var: adı da, aşk şehirleri.

yine de daha ikinci filmde 'seri'nin kan kaybettiğini söylersek, bu yanlış olmaz. filmdeki on bir yönetmen arasında yer alan fatih akın, yanına uğur yücel'i de alıp chinatown adlı kısa filmle toplama katkıda bulunurken, anthony minghella çekimlerin başlamasından kısa bir süre önce hayata veda ettiği için, minghella'nın senaryosunu yazdığı upper east sideshekhar kapur yönetti ve minghella'ya adadı. yönetmenler arasında oscar törenine hazırlanan(!) natalie portman da var.

bu film, ilki gibi şehir güzellemesi yapmak yerine new york'un her türden insanı kucaklayan, etnik ve kültürel yapısına güzelleme yapmakta. bir anlamda, on bir eylül'ün üzerindeki gölgesine rağmen, 'hala aynı gemideyiz' mesajı.

*

film, genç bir hırsız ve orta yaşlı bir profesörün rekabet alanı olarak genç bir kız üzerinde şekillenen hikayesiyle vaatkar bir başlangıç yapsa da sonrasında ilkinden aldığımız hazzın yanına bile yaklaşamıyor. fatih akın'ın kısası ise hem konusu hem de uğur yücel'in harcanmış yeteneği ile en kötüsü.

en çok sevdiğim ise, yvan attal'ın yönettiği ve chris cooper'la robin wright'ın karşılıklı döktürdükleri kısa film. haliyle o sahneyi de kaçınılmaz bir biçimde o kısa filmden seçtim.

işte o sahne:

gece... bir lokanta ya da barın önünde soğuğu duyumsayarak sigara içen hüzünlü bir kadın. tartışılmayacak kadar cazip. kadın bir süre pencereleri, binaların yıpranmış duvarlarını, önünde akıp giden sokağı seyreder ve telefonla yaptığı iş görüşmesini bitiren bir adamın yanına yaklaşıp konuşmaya başlar:
"-you know, this is what i've always liked about new york. these little moments on the sidewalk, smoking, thinking about your life. makes you appreciate the city better. you can watch the buildings. you can feel the air and look at the people. sometimes meet somebody you feel like you can talk to.

- you can talk about what?

- things you can say to a stranger. you know, when there's no past, there's no guilt. have you ever made love to a perfect stranger?

- now you're teasing me.

- i believe i am.

- well, i mean...no, not exactly a perfect stranger, if you mean someone i wouldn't know at all.

- it's sad.

- it's sad? why?

- because there's almost nothing more exciting than fucking somebody you don't know. right? you don't know their name, barely saw their face.

- don't. don't tell me your name.

- you know what? as soon as i finish this cigarette, i have to walk back into that restaurant and sit down again in front of my husband.

- and?

- and he won't look at me. and he won't notice i'm not wearing a bra under my dress.

- no bra?

- no panties, either.

- oh. no underwear?

- not today.

- i feel sad for this poor, lonely husband who can't see his wife's hidden talents.

- don't you think he's like every man, though?

- he's typically blind and bored by his very own wife, ready to fantasize about the first unknown woman he hasn't fucked yet... am i bothering you?

- not at all.

- yeah. and you say that because now i've turned you on, right? you want to take me to bed. do you want to take me to bed?

- yeah, i probably do. aw, come on. all right, why are you telling me all of this?

- because tonight i want things to change. chain smoking's a bad thing. who knows? maybe we'll meet again."
*



*serbest çeviri:
"- new york'un bu özelliğini seviyorum. kaldırımlarda yaşananlar, sigara içmeler, nasıl bir hayatın olduğunu düşünmen falan. şehre hakkını teslim ediyor insan. binaları seyredersin, havayı hissedersin, insanları gözlemlersin. bazan sohbet edebileceğini düşündüğün insanlarla karşılaşırsın.

- ne hakkında mesela?

- yabancılara anlatabileceğin tarzda şeyler. ne geçmiş var ne de suçluluk.
(kadın kısa bir süre, sanki bir iç çekiş gibi susar) hiç tanımadığınız biriyle birlikte oldunuz mu?

- benimle kafa mı buluyorsunuz?

- buluyorum, evet.

- yani... hiç tanımadığım biriyle olmadı tabii. ufak da olsa bir tanışıklığımız vardı.

- üzücü.

- üzücü mü? neden?

- tanımadığın insanlarla sevişmek kadar heyecan veren bir şey yoktur. öyle değil mi? isimlerini bilmezsin, yüzlerini zar zor seçersin.
(kadın adama yaklaşır. sanki, tanışalım, der gibi elini adama uzatır ama adam pek hevesli değildir)

- yapma. adını söyleme bana.

- aslında bu sigarayı bitirir bitirmez restorana geri dönüp yine kocamın karşısına oturmak zorundayım.

- ve?

- yüzüme bile bakmayacak. sütyen takmadığımı fark etmeyecek.

- sütyen takmadın mı?

- külot da giymedim.

- iç çamaşırın yok öyleyse.

- bugün yok.


(kadın bunu söyledikten sonra bir kaç adım uzaklaşır ve adama sırtını döner. adamın yüzünde ne diyeceğini bilemeyen bir ifade)

- karısının gizli yeteneklerini göremeyen o adama üzüldüm.

- erkekler hep böyle değil midir? eşlerinden o kadar sıkılırlar ki gözleri onları görmez. tanımadıkları kadınlarla beraber olmanın hayallerini kurarlar... rahatsızlık verdim galiba?

- asla.

- tahrik olmaya başladığın için böyle konuşuyorsun şimdi, değil mi? beni yatağa atmak istiyorsun. istiyor musun?

- galiba...
(adam kadını öpmek için hamle yapar ama kadın izin vermez) yapma... o halde bana bu kadar şeyi neden söyledin?

- çünkü bu gece bazı şeylerin değişmesini istiyorum...
(kadın her şeyi geride bırakıp lokantanın kapısına yürürken geriye dönüp yeniden seslenir) arka arkaya içmek çok zararlıymış. kim bilir, belki tekrar karşılaşırız."

giden kadının ardından bakakalan adam, bir süre sonra içeri girer ve masada kendisini bekleyen eşinin karşısına oturur. dışarıdaki kadındır...

18 Ağustos 2011 Perşembe

günün sorusu: sarışın

bir kadın neden sarışın olmak ister?

bir masada iki kişi: rol

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- bak, geçti... geçti, değil mi?

- evet, geçti gitti.

- sana demiştim: bu, süreç değil an. yolumuzu yürüyüp varmadık, sadece yol üzerinde kısa süreliğine karşılaştık.

- haklı olduğundan şüphe duymuyorum. sadece, böyle anlarda huysuzluklarıma neden katlandığını, neden gitmeme izin vermediğini merak ediyorum.

- farkında değil misin? senin rolün bulduğun her fırsatta gitmeyi istemek, benimki de kalman için ikna etmek.

*

bir gün boş bulundu. ya da yorulmuştu artık. böyle bir fırsatı kaçıramazdım...

13 Ağustos 2011 Cumartesi

köprüleri yakmak

hayır, anlatım bozukluğu yok.

bile isteye öyle yazdım. ama türkçe'de öyle bir deyim olmadığını biliyorum.

tıpkı, geçmişe takılıp kalmış bir radyo spikerinin gecenin bir vakti çaldığı "if i knew the way i'd go back home" diyerek başlayan ve "half-remembered names and faces so far in the past/ on the other side of the bridges that were burned once they were crossed" diye devam eden elvis presley şarkıwhere do i go from here'a* rastlamasaydım, bu yazının olmayacağını da bildiğim gibi.

*

bu şarkı ister istemez bana, internetin çeşitli mecralarında rastladığım, bazan şairi ile de anılan, galli şair dylan thomas'a ait "when one burns one's bridges, what a very nice fire it makes" cümlesinin türkçeleştirilmişi, "insan köprülerini yaktığında ne güzel ateş çıkar ondan"ı ve bu cümleyi her okuyuşumda duyduğum rahatsızlığı hatırlattı.

hayır, 'sivi'sinde 'çevirmen' yazan en az üç kişinin uğradığı bu sayfalarda çevirmenlik taslamak niyetinde değilim. kaldı ki, çevirmenlik hakkındaki düşüncemi daha önce belli etmiştim; kelime ve gramer bilgisinden çok yazarlık, şairlik ister.

"insan köprülerini yaktığında ne güzel ateş çıkar ondan" ise, akla gelen ilk cevabı vermek, ortalama kelime ve gramer bilgisiyle varılabilecek bir sonuçtan başka bir şey değil gibi geliyor bana.

anlaşılır olmaktan değil başka bir dile geçmekten bahsettiğimi özellikle belirterek soruyorum: yoksa çevirmenlik derken, gugıl transleytten hallice bir işten mi bahsediyoruz?

oysa, insan gemileri yaktığında ne güzel bir ateş çıkar, ne kadar doğru.

ne kadar güzel...



*söz-müzik: paul williams

on üç ağustos

"bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı
ölmedim genç olarak, ölmedim beni leylâk
büklümlerinin içten ve dışardan
sarmaladığı günlerde
bir zamandı
heves ettim gölgemi enginde yatan
o berrak sayfada gezindirsem diye
ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende."*




*:ismet özel, bir yusuf masalı-münacaat





10 Ağustos 2011 Çarşamba

ağır roman (1997)

metin kaçan'ın resmi kayıtlara göre teyyare, sakinlerinin kullandığı isimle kolera sokağı'nda geçenleri anlattığı uzun öykü. aynı zamanda her türden insanın yaşadığı bu sokağı yine sokaktakilerin diliyle anlatan iyi bir örnek.

bu kitabın mustafa altıoklar'ın şaibeli ellerine düştüğünü öğrenince içimizde iki korku birden büyümüştü: birincisi, yönetmenin popüler olandan yana zarını atması, ikincisi de anlatının hem dil hem de kurgu bakımından sinema için uygun olmaması.

ama roman sinema perdesine yansıyınca, ortaya dili, kurgusu, müziği ve oyunculukları ile yönetmeninin belki de hayatı boyunca aşamayacağı, herkesi şaşırtan bir film çıktı.

'mahallenin en güzel abisi' sado-burak sergen, 'kötü adam' reis-mustafa uğurlu), berber ali-savaş dinçel, tina-müjde ar ve salih-okan bayülgen bize, zamanın ruhuna denk düşen yüzlerle aşkı, arkadaşlığı bu yitip gidenlere dair yürek burkan öyküyle anlatırlar.

fonda ise, bazan cem karaca: resimdeki gözyaşları, bazan orhan gencebay: hatasız kul olmaz...

metin kaçan'ın şair dediği ve yönetmen mustafa altıoklar'ın da akıllı bir tercihle filme dahil ettiği evsizler zaman zaman dile gelir ve bir yandan kitapla film arasındaki boşluk dolarken kitaba tat katan bir çok cümle de ziyan olmaktan kurtulur.

kendisiyle yapılan bir röportajda, annesi ve babası ayrıldıktan sonra yatılı okula giden ve oradaki çocuklar onu sevsin diye sürekli şakalar, espriler yapan bir çocuğu anlatan okan bayülgen ise benim için bu macerada en çok öne çıkan kişidir. o röportajdan sonra onu daha çok sevmiştim. ve bir defa daha anladım ki, mizah hüzünden beslenir.

filmde tina ve salih arasındaki ilk an tina'nın dudaklarından havaya savrulan dumanın salih'in ciğerlerinde son bulan yolculuğunun estetiği ile nihayetlenirken ilk anın hikayesi kitapta daha acımasızdır:

"bak canikom sen iyi kalpli bir insansın. fakat bazı şeyler var ki onları mutlaka bilmelisin. şimdi bana aşık olduğunu falan zannediyorsun ama gerçek bu değil. bu üç günlük bir şey. sana vermesine veririm, hatta köpekler gibi sevişiriz ancak bu iş nereye kadar gider? beşinci günde senin komplekslerinle ve geçmişimi yüzüme vurmanla karşılaşmak istemiyorum. istersen bir deneyelim. benim için hiç farketmez, aşkımız felaketle sonuçlanınca sakın kendini harap etme canikom."

*

biz kitaptaki gibi bitirelim; her şey biteviye kirlenirken ve değişirken, aynada gençliğini seyre dalan salih, yenilgiyi kabul eder ve sado'nun yadigarı sustalıyı bileklerine indirir.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

ilk izlenim için tek bir şansın vardır: üç

maps for lost lovers'da*, kız kardeş ve abisi sırasıyla 'tek şans'larını kullanıyor.

*

mah-jabin:

"yabancı oğlan, bir kaç saniye boyunca kendisine gülümseyip gözlerini gözlerine kilitlemişti. bu kadarı yetmişti. sonraki günlerde o bir kaç saniyeyi yeniden hayal edip düşünmüştü. onu farketmekle iltifat etmişti çocuk ve mah-jabin aşık olmuştu."

charag:

"bir akşam kafası dumanlıyken, stella'yla konuşacak cesareti topladı.

'lens mi takıyorsun?' diye bağırmıştı müziği bastırmak için. 'bu renk saçlı hiç kimsenin gözleri bu kadar mavi olamaz. renk konusunda hiç yanılmam.'

kız ona bakmıştı. 'bu, gözlerimin doğal rengi. saçlarımı boyamadığımı nereden biliyorsun?' saçları kocaman, siyah bir şapkanın altından omuzlarına dökülüyordu; şapkanın ön tarafı yüzünün üstünde yukarı doğru kıvrılmış ve bir noktada, sivri uçlu bir gülle tepeye tutturulmuştu; gül kurdela katlanarak yapılmıştı, o da siyahtı.

elleri titriyordu charag'ın. notlarını yükseltmeye çalıştığı yıl boyunca, -ergenliğe ulaştıklarından beri evden ayrılıp üniversitede kendilerine sevgili bulmayı bekleyen- ve notları bu yıl tutmadığı için bekledikleri özgürlüğün dayanılmaz bir yıl daha ertelenmesi üzerine sevgili edinmek amacıyla umutsuz, beceriksiz ve gülünç girişimlerde bulunan birçok pakistanlı ve hintli oğlanla kız görmüştü. ama kendisi, mesafesini koruyup kendisini saklamıştı. londra'ya geldikten sonra ise bir başka nedenle kederlenir olmuştu: burada yakalanma ve girişiminin geri tepme korkusu yoktu, ama bu kez de beceriksizlik, deneyimsizlik ve bakirliği konusunda duyduğu utanç elini kolunu bağlıyordu.

'evet?' charag yanına gidince konuşmakta olduğu çocuğa açıkca sırtını dönmüştü kız ve -ona sırdaş gibi davranıp- oğlanı kastettiğini hissettirerek sol elinin başparmağıyla işaretparmağını ilmek gibi birleştirip çabucak bir erkek mastürbasyonu işareti yapmıştı. çekingen oğlan bir süre kızın arkasında durmuş, sonra perişan halde çekip gitmişti.

kızın özgüveni charag'ı dehşete düşürmüştü. bir sonraki adama rastlar rastlamaz kendisini de aynı şekilde azledip ele mi verecekti? dudakları kırmızı, parlak kirazlar gibi ağdalıydı.

'evet genç adam, saçımın boyalı olmadığını nereden biliyorsun?'

'değil işte. boyalı olsaydı, bilirdim. hem, dediğim gibi, renk konusunda hiç yanılmam.'

omuz silkip gülümsemişti kız. 'hey, baksana, seni kampüste görmüştüm. hafta sonları soho'daki o barda çalışıyorsun, değil mi? haftalardır seninle konuşmak istiyordum.'

'adım, charag.'

'biliyorum. ben, stella'yım.'

'biliyorum.' "




*:nadeem aslam. ve inatla kitabın türkçe adını sevmemeye devam edeceğim.

7 Ağustos 2011 Pazar

tek an

"yaşam, yüksek anlamlılık yüklü ender tek anlardan ve bu anların olsa olsa gölge görüntülerinin çevremizde gezindiği, sayısız aralardan oluşur. sevgi, bahar, her güzel ezgi, dağlar, ay, deniz - her şey ancak tek bir kez yürekten dile gelir: bir biçimde, söze tam olarak hiç gelebilirse. çünkü bir çok insan bu anları hiç yaşayamaz; onlar, gerçek yaşam senfonisinin araları ve duruşlarıdır."*



*:nietzsche, mai§586 (1878)

5 Ağustos 2011 Cuma

günün sorusu: ritim

hayatlarımız neden başkalarınca belirlenmiş ritimlere ayarlı?

3 Ağustos 2011 Çarşamba

cynthia ya da 'büyüyünce unutursun'

o bildik yerden gelen paketin içinden bir de kartpostal çıktı.

cordoba'dan postalanmıştı. arkasında ise "selam, bir haftadır ispanya'nın güneyini dolaşıyoruz. endülüs'ün en çok görmek istediğin yer olduğunu hatırladım. sevgiler..." yazıyordu. imza: uçları helezon biçiminde içe kıvrılmış bir c, nokta.

*

roma. yaz, iki bin beş...

elimizde gezilecek-görülecek, yenilecek-içileceklerden mürekkep bir liste, sabahtan akşama kadar koşturuyoruz. öğleden sonralarda kendimi odaya atıp, bir kaç sayfa gecenin sonuna yolculuk okuyabilirsem ya da tennistv'de o tarihlerde televizyona konu olacak çapta turnuva olmadığı için eskilerden bir maça rastlarsam kendimi şanslı hissediyorum.

bir başka şansımız da neredeyse vatikan duvarına bitişik inşa edilmiş küçük otelimizin terasında karanlık çökünce esmeye başlayam serin rüzgar. kendimizi rüzgarın kanatlarına teslim edip bir şeyler içerek geç vakitlere kadar sohbet ediyoruz.

*

bir sabah dış kapıdan çıkarken bir kadına yol verdim. o da, 'teşekur eder im', diyerek teşekkür etti. akşam, terasta oturmuş, bir şeyler içerek sohbet ederken sabahki kadını gördüm: sandaletlerini çıkartmış, çıplak ayaklarını ve uzun eteğini sardığı bacaklarını kendine çekmiş, sağ kolunu masaya koymuş, baş ve işaret parmaklarını sıkıştırarak tuttuğu sigarasını içiyordu.

terasın loşluğunda koyulaşan sarı saçlarını saç bandı yerine koyu yeşil bir fularla dizginlemişti. gözlerinin çevresine siyahlık sürmüş, renk değiştiren kirpiklerinin gölgesinde kocaman yeşil gözleri koyulaştıkça koyulaşmıştı. kimseye aldırdığı yoktu. sorsalar, yirmili yaşlarının ortasında olduğunu tahmin ediyorum, derdim. ama yaşça benden büyük olduğunu söyleseler de şaşırmazdım.

ne zaman gözgöze gelsek dudaklarından eksik olmayan bir gülümseme vardı. uzakları, terasın ayaklarımızın altına serdiği şehrin ışıklarını seyrediyordu. çoğu zaman, sigarasını yaktığı kibritin çöpünü, her bir alev tahtanın kalınlığını emip kendisi büyüyerek yanmayı sürdürdüğü ve söndüklerinde bükülüp uçları sokak lambaları gibi ışıltılı kaldığı süre boyunca çocuksu merakla izliyor ardından sigarasından derin bir nefes çekiyordu. birbirine eklediği sigaraların izmaritleri, onları tamamen ezip öldüremediği için olsa gerek, var güçleriyle hayata tutunarak kül tablasından ince, düz bir duman huzmesi salıyordu: arada hafif bir esinti alçalıp yalpalamasına neden oluyor, yine de toparlanıp eskisi kadar düz ve ince süzülmeyi başarıyordu.

ve kibritlerin sonu...çıplak ayaklarıyla masamıza geldi: ateşimiz yoktu ama isterse bizimle oturabilirdi. ateş bulup gelecekti. su, sadece su içmek istiyordu.

cynthia'yla böyle tanıştık. rus asıllı amerikalı ailesini, pek de genç olmayan ebeveynlerinin yaşlandıkça dindarlaştıklarını, bu yüzden ölmeden önce vatikan'ı görmek için yola düştüklerini ve onu da peşlerinden sürüklediklerini ve bir kaç ay sonra on sekiz yaşında olacağım vurgusuna rağmen on yedi yaşında olduğunu.

sonra ona, eğer yanlış anlamadıysam bu sabah bana türkçe teşekkür ettiğini söyledim. doğru anlamışım; bir kaç türk arkadaşı varmış. bunun üzerine sormaya devam ettim: başka şeyler de var mı bildiğin?

uzun eteğini sardığı bacaklarını kendine çekti, çıplak ayaklarını sandalyeye koydu. dizlerine yasladığı dirseğinden sonrası serbest kaldığı için bileğinden zarif bir bükülmeyle düşüşe geçen elinde bu defa işaret ve orta parmak arasında tuttuğu sigarasından kıvrıla kıvrıla yükselen dumanların sisiyle çevrelenmiş yüzünü gökyüzüne kaldırdı, bir süre yıldızlara baktı. ve hatırladı: büyüyünce unutursun...

sonrası yok, sonrası merak: bir kaç ay sonra on sekiz yaşına girecek on yedi yaşındaki bir kıza, tükçeden ikinci olarak 'büyüyünce unutursun'u öğreten hayata ve hikayesine karşı konulamaz bir merak.

*

o roma yazından sonra cynthia'yı, daha on sekizine girmeden 'büyüyünce unutursun'u öğrenen küçük kızı bir çok yerde anlattım. hatta eli kalem tutan arkadaşlarıma, bunun hikayesini yazsanız da okusak, bile dedim.

belki onlar yazmadı ama gördüğünüz gibi ben yazdım...

1 Ağustos 2011 Pazartesi

dillere düşeceğiz seninle*

eğer 'bülent ortaçgil okulu'ndan mezun jehan barbur ve birsen tezer'in son dönemde yaptığı atağı saymazsak, nazan öncel türkçe müzikteki en sevdiğim kadın şarkıcıdır.

onun hem cenneti hem de cehennemi -üstelik aynı anda- görmüş tavrı beni çok etkiler.

ve bu şarkı: "dillere düşeceğiz seninle" diyecek kadar tehditkâr, "bir gemi alacak bizi buralardan" diyecek kadar vaatkar. üstelik, "tuz kadar sevme"yi de biliyor...

*nazan öncel, dillere düşeceğiz seninle

-di'li şimdiki zaman

kadın, deniz kabuğunun ağzına kulağını dayadı, gözlerini kapatıp orada olmayan bir denizin sesini dinledi.

yerinden kalkıp pencereye gitti. pencerenin önünde durup uzakların sesini dinledi. evin, eşyaların sessizliği uzak seslere karıştı.

camda siluetini görünce şaşırdı, soluğuyla camı buğulandırıp kendisini yok etti. kendisi de dahil kimseyi görmek istemiyordu.

pencereye sırtını döndü. pencerenin kenarına yaslanıp odaya baktı.

deniz kabuğunun içinde bir deniz, boş odaya ve gecenin sessizliğine inat şıpırdayıp duruyordu.