dostluğu neden aşktan da üstün tuttuğumu anlatır hikayedir.
gül:
eğer eniştemin kız kardeşini -ne kadar hoş sesi vardı ve aramızdaki sonsuz yaş farkının bir önemi yoktu. aşık olduğumu nerden mi biliyorum? ne zaman bize gelse dikkatini çekebilmek için yaramazlık yapıyordum- ve ilkokul ikinin yazında dayımı ziyarete gelen üniversite arkadaşının ikiz kızlarından uzun olanı -kuzenim ahmet, "uzun boylusu senin olsun," demiş ve o iki kıza tıpkı filmlerde gördüğümüz gibi aşık olmuştuk- saymazsak, ona sözde platonik bir aşkla tutkunum.
sözde diyorum, çünkü, o da dahil neredeyse tüm okul biliyormuş. öptüğüm ilk kız, hatta eşim olsun diye dua ediyorum. kızımız olsun, falan...
ne zaman yakınlarda olsa sesim değişiyor, heyecanlanıyorum. oysa "kadınların büyüttüğü bir çocuk" olarak öyle olmaması gerekirdi. aşıksam böyle olmalı diye düşünüyorum galiba.
ona kimsenin okumadığı ve okumayacağı şiirler, hatta astokriş yazıyorum. tanrım, ne zormuş g, ü ya da l ile başlayan kelimeler bulmak. kalemi duvara fırlatırken, adı kolay harflerden oluşan bir kız seçmeli diyorum.
"yumuşak g zaten olmaz, z ve ş gibi harfleri de aklına bile getirme," kararı alsam da, çok geçmeden, "benden bırak şair, hiçbir halt olmaz," diyerek sadece "dünyanın bütün kadınları"na aşık oluyorum. en çok da, az önce ağlamış olanlara.
ilk öptüğüm kız o oldu, hepsi o. hem evlilik hem de adı leyla olacak kız çocuğu içinse daha erkendi. ama sevgiliden ayrılmak çok kötüymüş; her şeyiniz olan biri, bir akşam ders çıkışında hiçbir şeyiniz oluyormuş.
kabullenmesine kabullendim de bir süre girişe göre soldaki ranzanın ilk katında, yorganı başıma çekip salya sümük çok ağladım. kendim için değil, onun için; bundan sonra yanında olamayacaktım, ya kötü insanlara denk gelirse ve o insanlar onu üzerlerse?
özlem:
gül'ün sıra arkadaşı. hem de hazırlık sınıfından bu yana. yaz tatillerinde bile ayrılmıyor, her iki aileyi de görebilmek için ikiye bölüyorlar.
tartışmasız sınıfın en güzel kızı. sadece ben değil bütün sınıf bu fikirde. çünkü yaptığım gizli oylamanın sonucu öyle diyordu. sebepleriyle beraber sınıfın bütün erkekleri tek bir cevap vermişti: özlem...
sonuca aldanmayın, üniversitede okuyan kıbrıslı çocukla buluşacağı günü saymazsak güzelliğinin farkında değilmiş gibi davranırdı. belki bu yüzden, aşık olunacak değil dost olunacak kızdı bize.
sınıfta arama yapılacağı zaman okulda olmasa iyi olur kitapları, okulda olmaması gereken materyalleri ona emanet ederdik. ne zaman paramız bitse ilk ona sorardık. zulasında bizler için daima bir şeyler olur, eğer biz söylemezsek, verdiklerinin akibetini merak edip sormazdı.
uzun lafın kısası, sağlam kızdı. bir gün beni bir kenara çekip, "gül ve sen çok farklısınız," diyerek vakti gelmiş, kendini iyice belli eden ayrılığa beni hazırlayan da o olmuştu. yetmedi, benden elini ayağını çektiği o güne kadar ayrıldıktan sonra bile beni çok dinledi, avuttu, destek oldu.
yusuf:
buffalo yusuf. boyun denilen vücut parçası olmadığı için omuzlarının üzerinde duran kocaman bir kafası vardı çünkü. olur olmaz yerlere vurduğundan alnı yara ve dikiş izleriyle doluydu. ve kötüydü. tanıdığım en kötü insan olabilecek kadar hem de.
sadece bir defa, o da özlem'e duygularını anlatmaya çalışırken acımayla karışık sempati duymuştum. kelime arıyor ama bulamayıp sürekli "ama ki" diyordu. özlem o gün centilmenlik yapıp konuşma isteğini kabul etmiş, "ama yalnız kalmamak koşuluyla," demişti. yalnızlığı bozacak kişi de tesadüf bu ya, bendim.
okumuyordu. üniversitede olması gereken yaşlardaydı oysa. yaptığı bir iş de yoktu. bütün gün okulun önünde takılıyordu. öğrencilerden haraç toplar, sigaralarına el koyar, beğendiği bir kıyafet olursa, "ver de vesikalık çektirelim," diyerek alır, geriye vermezdi.
idarecilerin onunla baş etme yöntemi onu görmezden gelmekti. bazan müdür yardımcısı nihat bey dayanamaz polisi arardı. ortadan bir kaç gün kaybolur, yüzü yara bere içinde ortaya çıkar, polisten yediği dayağın acısını çıkartmak ve geçen günleri telafi etmek için daha da kötü biri olurdu.
reha:
yağmurlu bir günde saçak altına sığınmış kuşlar gibiydik. bazan birbirimize sokulur bazan uzak dururduk ama hep beraber olurduk. kan bağımız yoktu belki ama kardeş gibiydik. birimizde para varsa hepimizde olurdu. eğer birimizin cebi boşsa anlayın ki herkesin cebi boştu.
ama bufalo yusuf'un beni cuma akşamı istiklal marşı'ndan sonra boş futbol sahasında beklediği duyulunca biri dışında hepsi kayboldu. sanki meteoroloji kasırga uyarısı yapmış, ahali de evlerine kapanıp kapı ve pencerelerini sıkıca örtmüştü.
anlaşılmayacak bir şey yoktu aslında. önüne ne gelirse yıkmaya muktedir bir fırtına geliyordu ve buna engel olabilecek bir kudret yoktu yöremizde çevremizde.
bahanesi hazırdı bufalo yusuf'un. beni özlem'in yanında çok görüyormuş. ama ben asıl sebebin başka bir ihtimale açık kapı bırakmayan reddedilişine şahitliğim olduğunu biliyordum.
okul idaresine ya da öğretmenlerimize haber veremezdim, polise şikayet edemezdim. o yaştaki bir çocuk için utanç olurdu bu. üstelik benim de bir gururum vardı. boş futbol sahasına gidecek dayağımı yiyecektim.
öfkesi erken geçsin diye dua edebilirdim sadece. bir de, eğer yapabilirsem yüzümü korumaya çalışacaktım. diğer yandan çok korkuyordum ve bir an önce olsun bitsin istiyordum
öğle arasında, basketbol sahasını seyreden tribünlerde bir başına oturmuş bunları düşünürken yanıma biri oturdu. reha. çok yakın sayılmazdık ama arkadaştık. hemen konuya girdi. bizim ayı suat kendine yeni bir derimont almış. "bir kaç kazak üst üste giydikten sonra o montu giyerim," dedi. "siz kavgaya tutuşunca ayırmak bahanesiyle aranıza girerim. yumrukların bir kısmı bana gelir."
siz kavgaya tutuşunca... yaşadığı onca şeye rağmen bugün bile o kadar incedir ki reha, o gün "sen dayak yerken" diyememişti. dememişti.
ben:
erkek dostluğu denilen şeyi ilk kez o gün basketbol sahasına bakan tribünlerde anlamıştım.
ama reha'nın araya girip dayak yemesine gerek kalmadı. çünkü bufalo yusuf o cuma akşamı boş futbol sahasına gelmedi.
ve özlem o günden sonra benimle tek kelime bile konuşmadı.