toplumun ve tanrının koyduğu kuralların neredeyse tamamına uydum. kusursuz olmasam da iyi bir oğul, iyi bir evlat oldum babama. onu utandırmadım, başkalarına karşı mahçup etmedim.
belki lise sonda, veli toplantısında duydukları istisna. ama bana hiçbir şey sormadı, tek bir kelime dahi söylemedi. sadece, tarih öğretmenimiz "aklınızı başınıza alın" konuşması yaparken menekşe gözlerini bana çevirip, "arkadaşınızın babası güzel şeyler duymaya gelmişti ama "oğlunuz sınıfının kızlar ve erkekler olarak ikiye ayrılmasına neden oldu," şikayetini duyarak gitti," dedi.
doğruydu; bir süredir sınıfta kızlar ve erkekler konuşmuyordu. hatta fırat ve dicle adında ikiz kardeşler vardı. onlar bile okulda diğerinin yüzüne bakmıyor, ne varsa evde konuşuyorlardı. sebep de benim düzenlediğim, 'saç'tan başlayıp 'ayak bilekleri'ne inen 'en güzel' anketiydi. ankete sadece erkekler katılacak, sınıfın en güzel saçları, en güzel gözleri vs. kimde ise oy çokluğu ile tespit edecektik.
bilirsiniz, her zaman birileri konuşur, sır tutmayı başaramayanlar çıkar. tek bir oy dahi alamayan kızların suratı asıldı ilk olarak. buna nasıl cüret ettiğimizi sorguladılar. ayıpladılar. onlara yeteri kadar oy alamayanlar eklendi sonra. nihayet, "ne hakla!" diyerek hep beraber cephe açtılar.
oyların çoğu gül'e gitti elbette. gül ki, basketbol sahasını seyreden trübünde az önce selda'nın kalktığı yere oturmuş, gözleri basketbol oynayanlarda, "seni tanımak istiyorum," demişti. sınıfa, hatta okula yeni gelmiştim. ben arka sırada tek başıma takılıyordum. o ise en önde özlem'le oturuyordu. ona baktım. gözleri... yeşilden maviye, maviden yeşile dolaşıp duran gözleri...
basketbol oynayanlara baktım yeniden. "bu heyecan veren bir eylem olabilir. zaman zaman keyifli olacağına da eminim," dedim. basketbol oynayanlar kan ter içinde kalmıştı. "merak etme, keyifsiz kısımları ben hallederim." hallettim de.
on yedi yaşındaki bir çocuğu tanımak ne kadar sürebilir ki? en sevdiğin yazar? sait faik. kahramanın kim? babam. en sevdiğin çiçek? gül... bana trübünlerden hiç ayrılmamışız gibi kısacık gelen günlerin sonunda aşk acısı sandığım bir duyguyla tanıştım. sonra da okulu ve büyük sınavı boşlayıp üniversitelilerle takılmaya başladım. itiraf ederim, iyi de geldiler.
ne diyordum? babamı hiç utandırmadım, onu başkaları karşısında mahçup etmedim. arkadaşları, "bu çocuğun senin oğlun olduğuna emin misin?" der, babamın payına gurur, benimkine mutluluk düşerdi. bana kızdığı zamanlar elbette oldu ama onu mutsuz ettiğimi sanmam. belki, üniversiteyi bitirdikten sonra uzakları değil de yakınları seçseydim daha mutlu olurdu.
ama bunların pek önemli olmadığını anladım şu bir kaç günde. evet, önemli değil. çünkü, babam için yaptığım en güzel şeyin o hayattayken ölmemek olduğunu anladım.
evlatlarının yokluğuyla yüzleşen, o yoklukla yaşamak zorunda kalan anne ve babaları gördükçe de iyice emin oldum.
belki lise sonda, veli toplantısında duydukları istisna. ama bana hiçbir şey sormadı, tek bir kelime dahi söylemedi. sadece, tarih öğretmenimiz "aklınızı başınıza alın" konuşması yaparken menekşe gözlerini bana çevirip, "arkadaşınızın babası güzel şeyler duymaya gelmişti ama "oğlunuz sınıfının kızlar ve erkekler olarak ikiye ayrılmasına neden oldu," şikayetini duyarak gitti," dedi.
doğruydu; bir süredir sınıfta kızlar ve erkekler konuşmuyordu. hatta fırat ve dicle adında ikiz kardeşler vardı. onlar bile okulda diğerinin yüzüne bakmıyor, ne varsa evde konuşuyorlardı. sebep de benim düzenlediğim, 'saç'tan başlayıp 'ayak bilekleri'ne inen 'en güzel' anketiydi. ankete sadece erkekler katılacak, sınıfın en güzel saçları, en güzel gözleri vs. kimde ise oy çokluğu ile tespit edecektik.
bilirsiniz, her zaman birileri konuşur, sır tutmayı başaramayanlar çıkar. tek bir oy dahi alamayan kızların suratı asıldı ilk olarak. buna nasıl cüret ettiğimizi sorguladılar. ayıpladılar. onlara yeteri kadar oy alamayanlar eklendi sonra. nihayet, "ne hakla!" diyerek hep beraber cephe açtılar.
oyların çoğu gül'e gitti elbette. gül ki, basketbol sahasını seyreden trübünde az önce selda'nın kalktığı yere oturmuş, gözleri basketbol oynayanlarda, "seni tanımak istiyorum," demişti. sınıfa, hatta okula yeni gelmiştim. ben arka sırada tek başıma takılıyordum. o ise en önde özlem'le oturuyordu. ona baktım. gözleri... yeşilden maviye, maviden yeşile dolaşıp duran gözleri...
basketbol oynayanlara baktım yeniden. "bu heyecan veren bir eylem olabilir. zaman zaman keyifli olacağına da eminim," dedim. basketbol oynayanlar kan ter içinde kalmıştı. "merak etme, keyifsiz kısımları ben hallederim." hallettim de.
on yedi yaşındaki bir çocuğu tanımak ne kadar sürebilir ki? en sevdiğin yazar? sait faik. kahramanın kim? babam. en sevdiğin çiçek? gül... bana trübünlerden hiç ayrılmamışız gibi kısacık gelen günlerin sonunda aşk acısı sandığım bir duyguyla tanıştım. sonra da okulu ve büyük sınavı boşlayıp üniversitelilerle takılmaya başladım. itiraf ederim, iyi de geldiler.
ne diyordum? babamı hiç utandırmadım, onu başkaları karşısında mahçup etmedim. arkadaşları, "bu çocuğun senin oğlun olduğuna emin misin?" der, babamın payına gurur, benimkine mutluluk düşerdi. bana kızdığı zamanlar elbette oldu ama onu mutsuz ettiğimi sanmam. belki, üniversiteyi bitirdikten sonra uzakları değil de yakınları seçseydim daha mutlu olurdu.
ama bunların pek önemli olmadığını anladım şu bir kaç günde. evet, önemli değil. çünkü, babam için yaptığım en güzel şeyin o hayattayken ölmemek olduğunu anladım.
evlatlarının yokluğuyla yüzleşen, o yoklukla yaşamak zorunda kalan anne ve babaları gördükçe de iyice emin oldum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder