12 Ekim 2019 Cumartesi

düşmek/ yuvarlanmak

ingeborg bachmann mektubunda, "cumartesi saat on yedide okumam var," diyerek katılacağı bir okuma etkinliğini haber verir celan'a. celan da, cumartesi günü tam o saatte kısa bir mektup kaleme alır. iki satır. iki dize gibi iki satır:
"okuyorsun şimdi
sesini düşünüyorum"


işte o mektuba nazire:
"konuşuyorsundur şimdi
ellerini düşünüyorum: sen konuşurken, uçuruma yuvarlanmak/ düşmek üzereymişsin gibi tutunacak bir şeyler arayan ellerini"


(bitmedi)

fazla kelime yok. "yuvarlanmak" ile "düşmek" arasında kararsız kalmıştım çünkü.

okurken not almak için yanımda bulundurduğum, aynı zamanda ayraç olarak kullandığım kesilmiş kâğıda bunları yazdıktan sonra kahvemden bir yudum aldım. benimle aynı ortamı paylaşan insanları seyrettim. pencerenin hemen dışında, sokakta akıp giden hayata baktım. sonra da kaldığım yerden okumaya devam ettim.

(bitmedi)

bir kaç mektup sonra ingeborg bachmann'ın celan'ın bir şiir çevirisi üzerine söyledikleri karşıma çıktı. orada, şunu söylüyordu: "yesenin'in şiiri sevilesi bir şey. son iki dizesini okuduğumda istem dışı "yuvarlanmak" yerine bir kez daha "düşmek" dedim. düşmek kelimesi daha güzel geliyor bana ve tekrar ediyorum daha etkili."

(bitmedi)

denklikleri seven, denkliklere anlam da yükleyen bir okur olarak, yüzümde bir tebessümle derkenara şunu yazdım: beş dakika önce aldığı notta yuvarlanmak ve düşmek arasında gidip gelen okur için işaret...

(bitmedi)

işte bu yüzden kitaplarımdan vazgeçemiyorum, satırların altını çizerek ya da o satırların yanındaki boşluğa birbirini tam ortadan kesen dört kısa çizgiden oluşan yıldızlar veya yürekler koyuyorum.

işte bu yüzden sahaflara terk etmek gelmiyor içimden. ya da kağıt çöpüne atmak. kitaplıkta dursunlar, ara sıra kitaplığım raflarını yorayım, mekânda değilse de zamanda yolculuk yapayım.

o günleri anıp, aklımı başımdan alan elleri hatırlayayım istiyorum.

(bitmedi)

spor salonundaydım. koşu bandında koşuyordum. önümdeki, süreyi ve koştuğum mesafeyi gösteren ekranı havluyla kapatmıştım. ya duvara monte edilmiş televizyon ekranına ya da pencereden dışarı, kırmızı tuğlalarıyla viktorya dönemi fabrika binalarını hatırlatan kırmızı duvara, daha doğrusu o duvara monte edilmiş, ayda yılda bir değişen reklam panosuna bakacaktım.

panoda üç aydır aynı reklam vardı. bir yapı marketi, ustalara para vermeyin, demeye getiriyordu. ben de televizyon ekranına odaklandım. en güzel goller, komik şakalar, moda gösterileri falan.. derken ekranda bir haber belirdi. okuduklarıma itimat ederseki hızlı ve öfkeli serisinin yedinci filmi yapılacakmış. "ne bitmez öfke ne geçmez bilmez hız merakıymış," dedim.

diyeceğim o ki; buraya kadar okuyup da, "ne bitmez söylenmemiş sözmüş," derseniz anlarım.

(bitmedi)

1 yorum: