yılın ilk karı yağmış, hatta yılın ilk karlı sabahına uyanmıştım. bir yandan nergislerin yolunu gözlüyor, bir yandan "bırak kadınlar pazarını, ben nergis bulabileceğimiz bir yer biliyorum," diyen adamı her gün biraz daha çok özlüyordum. tam o günlerde bir cümleye rastladım:
"her insanın ömrü boyunca ezberinde tutacağı bir yağmur olmalı."
tarık tufan'dan. bir adam girdi şehre koşarak'tan...
cümle çok güzeldi. güzelliği bir yana beni kuşattı, "var mı?" sorusuna verdiğim cevaplara rağmen peşimden ayrılmadı. nihayet bir üçlemenin kapısına bıraktı.
*
ne çok yağmur geçti aklımdan. bir çok insan, mevsim, yer... kimi yanımdaki kişi, kimi zamanlaması sebebiyle özeldi. yüzerken ya da kayıkta, denizin ortasında beni bulan yağmurlar. bir film karesinden kaçmışcasına, saçaklar altında yağmurun dinmesini birlikte beklediğimiz o kadın. yağmur şehri. vaktinde durmayı başaramadığı için şehrin altyapısını bozan, yolları ve sokakları işgal eden eden, denizi günlerce geçmeyecek kahverengine boyayan yaz yağmurları. mutfak balkonunu örten asmanın yapraklarındaki tıpırtı ile başlayıp limanı görünmez kılan yağmurlar. zamanı rus romanlarına eşitleyen ve kendimi roman kahramanı gibi hissetmeme neden olan sulu sepken. üstelik bu, yeni ve yabancı kuzey şehrine uzun yoldan gelmiştim ve yanımda yol arkadaşı olarak karamazov kardeşler vardı. evet, aylardan kasımdı. alyoşa sulu sepken altında bir kapıdan diğerine gidiyordu. limanın üstündeki çay bahçesinde yaz demeden kış demeden açık havada oturduğumuz küçük kız ve onun kahverengi kadife ceketine düşen yağmur taneleri.
başkaları da var. üçleme ve peşi sıra, her zaman olduğu gibi bir paha biçilemez. yazarken fark ettim ki, bir ortak özellikleri var: bana tesir etmekle yetinmeyip beni dönüştürmüşler. belki de garip ve büyük bir tesadüfle kişisel dönemeçlerime denk gelmişler.
bir... yaz. tatil. hayatımın ilk yaz tatili. birden ikiye geçmiştim. kuzenler ve arkadaşlarla geçen güzel günler.
kim bilir hangi seferden dönüyoruz. başladığında aldırmadığımız yağmur hızlandıkça hızlandı. biz de bulduğumuz ilk kapalı yere, caminin verandasına sığındık. kapı kapalı. namaz vakti değil demek ki. günlerden de cumartesi ya da pazar olmalı. aksi takdirde namaz vakti değilse, annanemin, "çocuklar gitsin de bir kaç dua öğrensin," dediği ama bizimkilerin oralı olmadığı kur'an kursu olurdu.
bardaktan boşanırcasına yağan yağmura rüzgâr da eşlik etmeye başladı çok geçmeden. bahçenin uzak köşelerini kaplayan arsız otlar ve diğer yabani bitkiler deniz gibi dalgalanıyor, kabristanlığı gölgeleyen serviler neredeyse mezar taşlarına kadar eğiliyordu. içimizden bazıları korkmuş ve o korku bir süre sonra hepimizi içine almıştı. eve ulaşamamaktan, sevdiklerimizi bir daha görememekten korkuyorduk. "kıyamet," dediğimizi hatırlıyorum. bilenler, "nuh tufanı," falan da dedi. kurtulmak için dua etmeye karar verdik. ettik de. çok geçmedi, önce rüzgâr, ardından yağmur durdu.
"yaz yağmuru bu. başka ne olacaktı ki?" diyecekler olabilir. ama ben allah'a inanmayı tercih ettim. onun dualara cevap verdiğine, büyük olduğu kadar güzel ve iyi olduğuna da...
iki... bu yağmuru bir fotoğraf karesi olarak hatırlıyorum. çünkü zaman zaman baktığım bir fotoğrafı var.
ben diyeyim sınıf, siz deyin okul gezisi. yaylaya gitmiştik. birdenbire ortaya çıkıp yer yanı kaplayan sis, bir yağıp bir duran yağmur, yağmurun ya da sisin olmadığı zamanlarda ise bizi yakıp kavuran bir güneş vardı gün boyunca. fotoğraf üst taraftan ve önden çekilmiş. biz de fotoğrafımızın çekildiğinden habersiz fotoğrafı çekene doğru yürüyoruz. başımız öne eğik, başımızın üzerinde ise ıslanmayalım diye tuttuğumuz bir mont ya da ceket.
nasıl da hafif ve keyifliyiz. mutluluk tanımının gergin olmamak olduğu günler. ki ne derdimiz var, ne tasamız ne de sorumluluğumuz. karşımıza ne çıkarsa çıksın üstesinden geliriz diye düşünüyoruz. bir de önümüzde tanrılarınki kadar uzun bir ömür olduğunu...
tam bir gençlik duygusu. çünkü bu duygu çocuklukta değil gençlikte hissediliyor. çocukluk ise, başka bir duyguya yer bırakmayacak şekilde, hapsolduğumuz ve kurtulamamaktan korktuğumuz bedenlerimizin büyümesini beklemekle geçiyor.
üç... güz döneminin ilk günleri. tatil havasındayız hâlâ. orada, burada özlemekli günlerin acısını çıkarıyoruz. yanımda adını "ıtırgillerden, acımtırak tatda, aynı zamanda hekimlikte de kullanılan bir bitki"den alan "o kız" var. yazdan kalma bir gün. o yüzden tişört giymişiz. onun üzerinde sıradan, kırmızı bir tişört var. tıpkı schindler's list (1993) filmindeki küçük kız gibi unutulması imkansız bir ayrıntı olarak bugün bile aklımda.
aniden başlayan ve çok geçmeden hızlanan yağmurdan kaçmış, bir sürü insanla birlikte yakınımızdaki bir çay bahçesinin güneş şemsiyelerinden birinin altına sığınmıştık. hasar tespiti yapar gibi ona baktım. bir sorun olup olmadığını anlamak ve yapabilirsem "her şey yolunda" mesajı vermek istiyordum. kırmızı tişörtten başlayarak üzerinde ne varsa ıslanmıştı. muhtemelen benim de. ama hayat devam ediyordu ve biz hayattaydık. kocaman gülümsedi. gamzeleri de güneş şemsiyesinin altına sığındı böylece.
ama yüzünün farklı bir havası vardı. güzelim saçlarının bir kaç teli yanaklarına yapışmış, uzunluğu ile beni bugün bile şaşırtan kirpikleri ıslanmıştı. o an hiç olmadığı kadar güzel göründü bana.
ona hayranlıkla bakarken bilmiyordum ama o günden sonra "dünyanın az önce yüzünü yıkamış ya da ağlamış bütün kadınları" bana güzellik tanımı gibi gelecekti. "çünkü kirpikleri ıslanmış, bir kaç tel saçı yanağına yapışmıştır."
ve paha biçilemez... yaz okulunda aldığım tek dersi, biraz da yüksek bir notla geçince ortalamayı yukarıya çekmiş ve bir sürü dersten daha geçmiştim. bu durumda, kalan iki ders için bütünleme sınavına girebilir ve mezun olabilirdim. tamam, dedim. okulu bitiriyorum.
ilk iş olarak çalışma masasından erbain'i kaldırdım. elveda, gece yarılarında odanın orta yerinde, ayakta ve sesli okunan şiirler!.. elveda, ne zaman iki soru arasında yalnızca bir şiir okumak için elime alsam dalıp da gittiğim yerler! sonra dikkatimi dağıtacak diğer şeyleri kaldırdım. "her şey defteri- iki"yi, diğer kitapları...
ilk sınav cuma günüydü. sorun çıkmadı. nasıl geçtiğimi bugün bile hatırlamıyorum ama çekine çekine kapısını çaldığım odaya, içeriden gelen, "gel!" sesine uyarak başımı uzattığımda "geçtin" yanıtı almıştım.
vakit geçirmeden diğer derse çalışmaya başladım. pazar günü öğleye kadar her şey yolundaydı. belki de öğleden sonraya... biraz hava almak ve bu bahaneyle yemeği dışarıda yemek istedim. yemekten sonra da yağmuru çağıran gri bir göğün altında biraz yürümek istedi canım. vedalaşmak gibi bir şey istedim belki de.
gri bulutların vaadettiği yağmur başlayınca aldırmadım. bir kaç dakika sonra hızlanınca da. yağmur artık parlak metal çubuklar gibi kesintisiz yağmaya başlamıştı. ama ben ne kadar uzun sürerse sürsün eve kadar yürüyeceğimi anlamıştım çoktan. bir yandan yürüyor, bir yandan düşünüyordum.
konu oraya nasıl geldi bilmiyorum ama mezun olmak istemediğimi, özgeçmişimde öğrenci yazmaya devam etsin istediğimi fark ettim. aklımda çalışmak ya da askerlik vardı ve bunun uzakları ihtimal haline dönüştürmesi hoşuma gitmemişti. ayrıca hayata yirmi iki yaşında atılmakla yirmi üç yaşında atılmak arasında da bir fark yoktu.
eve döndüm. "her şey defteri- iki"yi masaya, önüme koydum. "daha o gün biliyordum yağmurun yağacağını," ilk cümlesiyle başlayan bir yazı yazdım. ertesi gün sınavdan sonra ilk otobüsle yakari'nin yanına gittim.
yakari yazıyı okudu. "bu," dedi. "çok iyi olmuş".
Gerçekten insanın hayatında yağmura denk düşen, yağmurla kıymetlenen bir çok an'ı vardır. Benim için en önemlilerinden biri şimdi eşim olan erkekle daha arkadaşken onu almak için evlerine uğradığım sıra da bir anda bastıran ve dışarı çıkmamıza engel olan şiddetli yaz yağmuru sonucu aşkımızın başlaması :)
YanıtlaSilTarık Tufan kitaplarından üç tane okumuştum ve şiirsel dilini çok beğenmiştim. Tavsiye ederim vnf..
herkesin bir yağmuru olduğuna benim de inancım tam. anlattığınız başlangıç ise yağmurdan değil aşkın kendisinden. bence her aşkın bir anlatılacak hikâyesi, hayatın sıradan akışını kesintiye uğratan bir yanı, bir mucizesi var.
YanıtlaSiltarık tufan'ın bir kaç metnini okudum ama henüz kitap bütünlüğündeki eserlerini okumadım. okuduğum takdirde beni hayal kırıklığına uğratmayacağını düşünüyorum ama.
Kesinlikle katılıyorum Yakari'nize.
YanıtlaSilHatta nokta atışı örnek vererek açıklayayım: "zamanı rus romanlarına eşitleyen" - "özlemekli günler" - "parlak metal çubuklar gibi (bir yağmur)"
Sizin yazılarınızda öne çıkan bu oyunlu tamlamalar en şiirsel, bu nedenle en başarılı yanınız. Bazen gereksizce eklenen ikinci ve üçüncü şahıs çekimlerinin etkisiyle kayboluyor yazıların gücü ama :) hayat da öyle biraz. Çok başarılı. Sevgiler.
sevgili "her güne bir proje",
YanıtlaSil(burada bir gülümseme ikonu var. pis bir gülümseme. gıcık olun diye.)
zira teraziye vurulsun diye yazmıyorum ben. aslına bakarsanız, yazmıyorum da. deniz feneri yalnızlığında konuşma hâli benimkisi. iyi yazdığım için değil burada olmayı sevdiğim için buradayım ben. bir de bambaşka ve kocaman bir sebep yüzünden.
yazmadığım için de -olumlu ya da olumsuz- bu metinler üzerine editöryal bakış açısıyla konuşulmasını doğru bulmuyorum. çünkü yazar değil okur olmak benim hayalim. hem de bütün yazarların hayalini kurduğu o okur olmak. sait faik'in "arka sıradaki çocuk için yazıyorum," dediğindeki "arka sıradaki çocuk" olmak mesela...
yakari'ye gelirsek. o, her konuda haklıdır. hem de her konuda...
Sevgili VNF, neden gıcık olayım? :) Ben size yazar olun demedim ki, okuduğum ve hoşuma giden tamlamalarınızı size geri yansıtmak, sevincimi paylaşmak istedim. Bu ne celâl? :)
YanıtlaSilHepimiz kişisel nedenlerle yazıyoruz, bunları açmak zorunda değiliz, ama okunmak da güzeldir. Okurun bakış açısından, beğenilince samimi olarak teşekkür etmek, yazar açısından da teşekkürü sağ elle alıp kalp üzerine kabul etmek ve yürüyüp gitmek de güzeldir..
gittim... alıp başımı gittim.
YanıtlaSil