s. melek yıldız, "nihayet bitti!" dediği dosyasında yer alan bu öyküsünde aşkın uğradığı duraklar ve "son-uç"tan bahsediyor.
*
o gün büyük bir kavga ettik. mutfaktaydık.
ben gittiğimde bir yandan söyleniyor bir yandan bulaşık makinesini boşaltıyordu. üst rafı. alt rafı sabah boşaltmıştım. makine üst rafı iyi kurutmuyordu. belki bozuktu, belki bardakların, fincanların tabanında biriken suyu buhar etmek kolay değildi. alt rafı boşaltır, sonra üst rafı ileri geri hareket ettirip salladıktan sonra kurumaya bırakırdık. ya da duvara asılı bezle kurulardık. soldaki.
ortak arkadaşımız olan bir çift armağan etmişti. şehir dışında, yüksek güvenlikli bir siteye taşındılar. yeşil çimenler, barbekü, bahçe sandalyeleri ve masa. ahşap. yeni eve yeni eşya istiyorlardı. bulaşık makinesi ister misiniz, diye sordular. ben ses çıkartmadım. bulaşık yıkamayı severim. bulaşık yıkarken hayal kurmayı.
daha doğrusu kendi kendime konuşmayı. en doğrusu, veremediğim ya da verdiğim halde düşündükçe pişman olduğum cevapların yerine güzel bir tane bulmayı.
arka koltuğu yatırınca arabaya kolayca sığdı, her evde en az bir tane bulunan "nakliye işleri yapan o arkadaşı" aramaya gerek kalmadı. "elinden her iş gelen arkadaş" da bir akşam geçerken uğrayıp bağlantıları yaptı.
ben mi, "onun olmadığı yerlerde, onu anlayamıyorum dediğiniz arkadaş"ım. baba parasıyla kolejlerde okuduğum yetmezmiş gibi üniversiteyi de bir vakıf üniversitesinde okudum. sonra master ve doktora için londra. evet, o da baba parasıyla.
bir sabah uyandım. canım değil yataktan çıkmak var olmak bile istemiyordu. yattığım yerden gri gökyüzüne asılmış yağmur bulutlarına baktım. o gün istanbul'a geri döndüm.
fotoğraf işine girdim. londra'da tanıştığım bir çocuk vardı. oraya buraya gidiyor reklamdan başka bir işe yaramayan dergiler için fotoğraf çekiyordum. mesela, sırtını alçak bir tepeye yaslayıp denizi seyre dalmış bir rum köyünün restorasyon fotoğraflarını çekiyordum. editörün yazdığı bir kaç paragraf ve bir sonraki sayfada "bilmem kim oğlu inşaat ve turizm şirketi"nin o köyden ev kapmanızı tavsiye eden tam sayfa ilanı. yani ekip işi.
ışıl'ı da öyle tanıdım. "sınıfın manken olacak kızı"ydı. çok güzeldi. daha o günün akşamında kendimi karşıma alıp, "işte bu yüzden seni değil, onu manken yapıyorlar," demiştim. öyle güzeldi yani. keşke bu kadar çok sigara içmeseydi. bütün bir yazı sevgilisiyle hindistan'da geçirmişti. dönüşte ayrılmaya karar vermişler. o, ben ve amerikalı bir manken beraber çalışacaktık. adam istanbul'un çeşitli yerlerinde moda olması istenen ya da beklenen sonbahar kostümleri içinde ışıl'ın fotoğraflarını çekiyor gibi yapacaktı. ben de o anı fotoğraflayacaktım.
yorgunduk. mola vermiştik. üsküdar'da bir çay bahçesinde. hava çok soğuktu. ışıl'ın üzerinde kül rengi kürk yakalı turuncu bir palto vardı. ellerini fark ettim. güzeldi. parmaksız eldivenleri işe yaramıyordu. çay bardağını iki eliyle sıkıca kavramıştı. elimi uzattım. sanki balo salonundaydık, karşısında durmuş bu dansı lütfetmesini istiyordum. önce biri, sonra bardağı tahta masaya bırakan diğeri bir kuş gibi havalandı ve avuçlarıma kondu.
elleri elimdeydi. ne güzeldi. onların yanında benim ellerim dağ adamı yetinin ellerine benziyordu. olsun, yine de elleri elimdeydi. sanırım ben de karşılığında kalbimi verdim. ve ödemeyi peşin yaptım. elini, hayır elimi, dudaklarıma yaklaştırdım. ve ellerine hohladım. nefesim kesilene kadar. son darbeyi parmak uçlarını öperek indirdim. ama ona değil kendime. kalbime.
çok geçmeden intikamını aldı. suriçi'nde bizans'tan kalma bir duvara sırtımızı vermiştik. susuyorduk. o sigara içiyordu. ben de yazdan arda kalmış bir güneşin tadını çıkartıyordum. sigarasını bitirince, gelip önümde durdu. gözleri gözlerimde. neredeyse aynı boydaydık. montumun yakasından tutup beni kendine çekti. yüzyıldan daha uzun bu öpücüğün ardından geriye çekilince, bu da neydi, diye sordum. şok olmuştum.
"teşekkür," dedi. "ellerimi ısıttığın için". bu defa ben yakasına yapıştım. bittiğinde, bu da neydi, diye sordu. "teşekkür," dedim. "az önceki öpücük için."
nasıl durabildik bilmiyorum ama bizi durduran korkularımız değildi. "hazzın başında beklemek" diye bir şey vardı. ikimiz de beklemeyi biliyorduk.
sadece bir kaç saat. çok güzel yemek yapıyormuş. yemek ve şarap. yemek odasından başka, oturma, yatak ve çalışma odası olarak kullandığı odadan masayı olduğu gibi bırakıp elimizde kadehlerle kırmızı renkli kanepesine, pardon, kırmızı odasına geçmiştik. sırtımızı kanepenin kenarlarına verdik, ayaklarımızı kendimize çektik, yüz yüze oturduk. "hindistan yolculuğu nasıldı?" diye sordum ve aldığım cevabı hiç unutmadım. "hayat gibiydi. güzel olacak sanmıştım."
kadehinden büyük bir yudum aldı. sigara paketine uzandı. "çok yoruldum," dedi. "o insanlar, ne yaparsa yapsınlar daha fazlasına sahip olamayacak". "belki de bu yüzden dindarlar," dedim. "yeniden dünyaya gelmekle ya da öteki dünyada başka bir şansları daha olacağını düşünüyorlar."
gözlerinde bir ışık yanıp söndü. kadehini kanepenin hemen yanındaki sehpaya koydu. elleri ve dizleri üzerinde yürüyüp bana uzandı. bir kaç beden büyük olduğu yetmezmiş gibi bir kaç düğmesini iliklemeden bıraktığı gömlek sol omzunu ve o omuzdan kaymamakta direnen siyah askıyı saklamaktan vaz geçmişti. kadehimi elimden alıp yere bıraktı. tüm ağırlığıyla üzerime uzandı ve yüzümü ellerinin arasında aldı.
ve bir defa daha öpüşüyorduk. elimi yüzüne götürmek istedim ama "orası değil salak," dercesine elimi tuttu ve beline götürdü. sonra ellerim omuriliği boyunca yukarı çıktı. gömleğini ve başka ne varsa peşinde sürüklemişti..
sabah uyandığımda şövalesinin başındaydı. bir tabureye oturmuş, eğer aynısından bir tane daha yoksa dün gece üzerinden çıkarıp uzaklara fırlattığımız gömleği bulmuştu. giydiği uzun etek neredeyse beline kadar sıyrılmış, yukarıda toplanmıştı. dizlerinde sonbahar sabahlarının solgun ışığı çoğalıyordu. fırçasının ucunda ise kırmızı boya.
o resim şu an yatak odasında. yatağın başında asılı. muhtemelen bir park kanepesine oturmuş, bacak bacak üstüne atmış bir kadın. kucağında park kanepesinin geri kalanına sırt üstü uzanmış bir adamın başı var. adamın elleri yanda. kadın başını adamın yüzüne eğmiş, şefkatle adamın alnına düşen saçlarını eliyle geriye tarıyor. kanepenin arkası, resmin manzara ya da gökyüzü yeri simsiyah. kanepenin üzerinde durduğu zemin ise bembeyaz. kadının uzun kırmızı eteği dalgalanarak ayak bileğine kadar iniyor. ayağında yüksek topuklu ucu açık siyah bir ayakkabı. açık uçtan görünen tırnaklar da etek gibi; kan kırmızı. geriye kalan her şey, kadın ve erkeğin bedenlerinin formu ve yüzleri tamamlanmamışlık hissi veren eskiz çalışması halinde. ama tamam olduğundan hiçbir şüpheniz olmasın.
aşıktık. evet, istiyorduk. bir hafta dolmadan bana taşındı. sigarayı, saçının rengini açmayı bıraktı. çekimler dışında lens takmıyor artık. arkadaşlarımız ortak, olamayanlar tarih oldu. evin havası, dünyaya bakışım değişti. ne gam. ne de olsa çok aşıktık.
tam üç yıl oldu. ve bir ay. ve bir kaç gün daha.
o gün büyük bir kavga ettik. o bilgisayar başındaydı. teziyle ilgili bir şeyler yapıyordu. ben kanepeye uzanmış, borges'ten bir kaç öykünün tadını çıkartıyordum. masadan kalktı. mutfağa gitti.
yanına gittim. kendi kendine söyleniyordu. çünkü benimle konuşmak istemiyormuş. çünkü bir faydası olmuyormuş. artık yorulmuş. benimle konuşmaktan vaz geçmiş.
oysa bütün bunlar çok saçmaydı.
bana sus demiş.
dolap kapaklarını çarpmaya başladı. su ısıtıcısını tezgaha vurdu. sonradan baktım kırılmış. yeni bir tane aldım.
elinde ekmek bıçağını tutuyordu. eğer rahatlayacaksa bana saplasın diye geçti aklımdan. hatta bunun için dua ettim. yeter ki mutlu olsun.
sabahlığının eteklerini uçurarak yanımdan geçti. bilgisayarın ekranında kayboldu. ben de kanepeye döndüm. bir kaç öykü daha okuyayım istedim. başaramadım. cep telefonuyla oynadım. tuvalete gittim.
salona döndüğümde masada yoktu. mutfaktaydı. yoğurt çorbasına başlamıştı. çok severim. domates çorbası da güzeldi ama birinciliği yoğurt çorbasına verdiler. bir şey demeden kaşığı elinden alıp kaldığı yerden karıştırmaya devam ettim.
bir kaç dakika sonra geri döndü. ocağın hemen yanındaki rafa uzanıp nane kabını aldı. naneler parmak uçlarından çorbanın üzerine yağarken saçını öpmek istedim. ama ben karar verene kadar işini bitirip çekilmişti.
o gün büyük bir kavga ettik. mutfaktaydık. ama ne olduysa ben karar verene kadar geçen o kısacık sürede oldu.
*
raymond carver'a...
o gün büyük bir kavga ettik. mutfaktaydık.
ben gittiğimde bir yandan söyleniyor bir yandan bulaşık makinesini boşaltıyordu. üst rafı. alt rafı sabah boşaltmıştım. makine üst rafı iyi kurutmuyordu. belki bozuktu, belki bardakların, fincanların tabanında biriken suyu buhar etmek kolay değildi. alt rafı boşaltır, sonra üst rafı ileri geri hareket ettirip salladıktan sonra kurumaya bırakırdık. ya da duvara asılı bezle kurulardık. soldaki.
ortak arkadaşımız olan bir çift armağan etmişti. şehir dışında, yüksek güvenlikli bir siteye taşındılar. yeşil çimenler, barbekü, bahçe sandalyeleri ve masa. ahşap. yeni eve yeni eşya istiyorlardı. bulaşık makinesi ister misiniz, diye sordular. ben ses çıkartmadım. bulaşık yıkamayı severim. bulaşık yıkarken hayal kurmayı.
daha doğrusu kendi kendime konuşmayı. en doğrusu, veremediğim ya da verdiğim halde düşündükçe pişman olduğum cevapların yerine güzel bir tane bulmayı.
arka koltuğu yatırınca arabaya kolayca sığdı, her evde en az bir tane bulunan "nakliye işleri yapan o arkadaşı" aramaya gerek kalmadı. "elinden her iş gelen arkadaş" da bir akşam geçerken uğrayıp bağlantıları yaptı.
ben mi, "onun olmadığı yerlerde, onu anlayamıyorum dediğiniz arkadaş"ım. baba parasıyla kolejlerde okuduğum yetmezmiş gibi üniversiteyi de bir vakıf üniversitesinde okudum. sonra master ve doktora için londra. evet, o da baba parasıyla.
bir sabah uyandım. canım değil yataktan çıkmak var olmak bile istemiyordu. yattığım yerden gri gökyüzüne asılmış yağmur bulutlarına baktım. o gün istanbul'a geri döndüm.
fotoğraf işine girdim. londra'da tanıştığım bir çocuk vardı. oraya buraya gidiyor reklamdan başka bir işe yaramayan dergiler için fotoğraf çekiyordum. mesela, sırtını alçak bir tepeye yaslayıp denizi seyre dalmış bir rum köyünün restorasyon fotoğraflarını çekiyordum. editörün yazdığı bir kaç paragraf ve bir sonraki sayfada "bilmem kim oğlu inşaat ve turizm şirketi"nin o köyden ev kapmanızı tavsiye eden tam sayfa ilanı. yani ekip işi.
ışıl'ı da öyle tanıdım. "sınıfın manken olacak kızı"ydı. çok güzeldi. daha o günün akşamında kendimi karşıma alıp, "işte bu yüzden seni değil, onu manken yapıyorlar," demiştim. öyle güzeldi yani. keşke bu kadar çok sigara içmeseydi. bütün bir yazı sevgilisiyle hindistan'da geçirmişti. dönüşte ayrılmaya karar vermişler. o, ben ve amerikalı bir manken beraber çalışacaktık. adam istanbul'un çeşitli yerlerinde moda olması istenen ya da beklenen sonbahar kostümleri içinde ışıl'ın fotoğraflarını çekiyor gibi yapacaktı. ben de o anı fotoğraflayacaktım.
yorgunduk. mola vermiştik. üsküdar'da bir çay bahçesinde. hava çok soğuktu. ışıl'ın üzerinde kül rengi kürk yakalı turuncu bir palto vardı. ellerini fark ettim. güzeldi. parmaksız eldivenleri işe yaramıyordu. çay bardağını iki eliyle sıkıca kavramıştı. elimi uzattım. sanki balo salonundaydık, karşısında durmuş bu dansı lütfetmesini istiyordum. önce biri, sonra bardağı tahta masaya bırakan diğeri bir kuş gibi havalandı ve avuçlarıma kondu.
elleri elimdeydi. ne güzeldi. onların yanında benim ellerim dağ adamı yetinin ellerine benziyordu. olsun, yine de elleri elimdeydi. sanırım ben de karşılığında kalbimi verdim. ve ödemeyi peşin yaptım. elini, hayır elimi, dudaklarıma yaklaştırdım. ve ellerine hohladım. nefesim kesilene kadar. son darbeyi parmak uçlarını öperek indirdim. ama ona değil kendime. kalbime.
çok geçmeden intikamını aldı. suriçi'nde bizans'tan kalma bir duvara sırtımızı vermiştik. susuyorduk. o sigara içiyordu. ben de yazdan arda kalmış bir güneşin tadını çıkartıyordum. sigarasını bitirince, gelip önümde durdu. gözleri gözlerimde. neredeyse aynı boydaydık. montumun yakasından tutup beni kendine çekti. yüzyıldan daha uzun bu öpücüğün ardından geriye çekilince, bu da neydi, diye sordum. şok olmuştum.
"teşekkür," dedi. "ellerimi ısıttığın için". bu defa ben yakasına yapıştım. bittiğinde, bu da neydi, diye sordu. "teşekkür," dedim. "az önceki öpücük için."
nasıl durabildik bilmiyorum ama bizi durduran korkularımız değildi. "hazzın başında beklemek" diye bir şey vardı. ikimiz de beklemeyi biliyorduk.
sadece bir kaç saat. çok güzel yemek yapıyormuş. yemek ve şarap. yemek odasından başka, oturma, yatak ve çalışma odası olarak kullandığı odadan masayı olduğu gibi bırakıp elimizde kadehlerle kırmızı renkli kanepesine, pardon, kırmızı odasına geçmiştik. sırtımızı kanepenin kenarlarına verdik, ayaklarımızı kendimize çektik, yüz yüze oturduk. "hindistan yolculuğu nasıldı?" diye sordum ve aldığım cevabı hiç unutmadım. "hayat gibiydi. güzel olacak sanmıştım."
kadehinden büyük bir yudum aldı. sigara paketine uzandı. "çok yoruldum," dedi. "o insanlar, ne yaparsa yapsınlar daha fazlasına sahip olamayacak". "belki de bu yüzden dindarlar," dedim. "yeniden dünyaya gelmekle ya da öteki dünyada başka bir şansları daha olacağını düşünüyorlar."
gözlerinde bir ışık yanıp söndü. kadehini kanepenin hemen yanındaki sehpaya koydu. elleri ve dizleri üzerinde yürüyüp bana uzandı. bir kaç beden büyük olduğu yetmezmiş gibi bir kaç düğmesini iliklemeden bıraktığı gömlek sol omzunu ve o omuzdan kaymamakta direnen siyah askıyı saklamaktan vaz geçmişti. kadehimi elimden alıp yere bıraktı. tüm ağırlığıyla üzerime uzandı ve yüzümü ellerinin arasında aldı.
ve bir defa daha öpüşüyorduk. elimi yüzüne götürmek istedim ama "orası değil salak," dercesine elimi tuttu ve beline götürdü. sonra ellerim omuriliği boyunca yukarı çıktı. gömleğini ve başka ne varsa peşinde sürüklemişti..
sabah uyandığımda şövalesinin başındaydı. bir tabureye oturmuş, eğer aynısından bir tane daha yoksa dün gece üzerinden çıkarıp uzaklara fırlattığımız gömleği bulmuştu. giydiği uzun etek neredeyse beline kadar sıyrılmış, yukarıda toplanmıştı. dizlerinde sonbahar sabahlarının solgun ışığı çoğalıyordu. fırçasının ucunda ise kırmızı boya.
o resim şu an yatak odasında. yatağın başında asılı. muhtemelen bir park kanepesine oturmuş, bacak bacak üstüne atmış bir kadın. kucağında park kanepesinin geri kalanına sırt üstü uzanmış bir adamın başı var. adamın elleri yanda. kadın başını adamın yüzüne eğmiş, şefkatle adamın alnına düşen saçlarını eliyle geriye tarıyor. kanepenin arkası, resmin manzara ya da gökyüzü yeri simsiyah. kanepenin üzerinde durduğu zemin ise bembeyaz. kadının uzun kırmızı eteği dalgalanarak ayak bileğine kadar iniyor. ayağında yüksek topuklu ucu açık siyah bir ayakkabı. açık uçtan görünen tırnaklar da etek gibi; kan kırmızı. geriye kalan her şey, kadın ve erkeğin bedenlerinin formu ve yüzleri tamamlanmamışlık hissi veren eskiz çalışması halinde. ama tamam olduğundan hiçbir şüpheniz olmasın.
aşıktık. evet, istiyorduk. bir hafta dolmadan bana taşındı. sigarayı, saçının rengini açmayı bıraktı. çekimler dışında lens takmıyor artık. arkadaşlarımız ortak, olamayanlar tarih oldu. evin havası, dünyaya bakışım değişti. ne gam. ne de olsa çok aşıktık.
tam üç yıl oldu. ve bir ay. ve bir kaç gün daha.
o gün büyük bir kavga ettik. o bilgisayar başındaydı. teziyle ilgili bir şeyler yapıyordu. ben kanepeye uzanmış, borges'ten bir kaç öykünün tadını çıkartıyordum. masadan kalktı. mutfağa gitti.
yanına gittim. kendi kendine söyleniyordu. çünkü benimle konuşmak istemiyormuş. çünkü bir faydası olmuyormuş. artık yorulmuş. benimle konuşmaktan vaz geçmiş.
oysa bütün bunlar çok saçmaydı.
bana sus demiş.
dolap kapaklarını çarpmaya başladı. su ısıtıcısını tezgaha vurdu. sonradan baktım kırılmış. yeni bir tane aldım.
elinde ekmek bıçağını tutuyordu. eğer rahatlayacaksa bana saplasın diye geçti aklımdan. hatta bunun için dua ettim. yeter ki mutlu olsun.
sabahlığının eteklerini uçurarak yanımdan geçti. bilgisayarın ekranında kayboldu. ben de kanepeye döndüm. bir kaç öykü daha okuyayım istedim. başaramadım. cep telefonuyla oynadım. tuvalete gittim.
salona döndüğümde masada yoktu. mutfaktaydı. yoğurt çorbasına başlamıştı. çok severim. domates çorbası da güzeldi ama birinciliği yoğurt çorbasına verdiler. bir şey demeden kaşığı elinden alıp kaldığı yerden karıştırmaya devam ettim.
bir kaç dakika sonra geri döndü. ocağın hemen yanındaki rafa uzanıp nane kabını aldı. naneler parmak uçlarından çorbanın üzerine yağarken saçını öpmek istedim. ama ben karar verene kadar işini bitirip çekilmişti.
o gün büyük bir kavga ettik. mutfaktaydık. ama ne olduysa ben karar verene kadar geçen o kısacık sürede oldu.
çok güzel...
YanıtlaSilbunu duymak eminim s.melek yıldız'ı çok mutlu eder.
YanıtlaSilama ben kendi adıma, son günlerini raymond carver külliyatını okumaya vakfetmiş, yazar üzerine kafa yormuş ve bolca konuşmuş biri olarak raymond carver'a ithaf edilmiş bu öykü (o dosyadan seçilme sebebi biraz da bu) hakkında en az bir "ama"ya sahibim.
raymond carver ve editörü gordon lish arasındaki ilişki carver'ın eserlerinden daha çok bilinen bir şeydir. çünkü gordon lish, onun yazdığı öyküleri kesip budamış, ölçmüş biçmiş ve okurun beğeneceği bir biçime sokmuştur. hatta carver'ın ününü buna borçlu olduğunu iddia edenler var. lish'in carver'a ihanet ettiğini savunanlar olduğu gibi.
buradan "kavga"ya dönersek. ben olsam, "ben mi" diye başlayan altıncı paragraftan "tam üç yıl oldu" diye başlayan yirmi birinci paragrafa kadar olan yerleri atar, daha kısa bir öykü yapardım. adını da "bulaşık makinesi" koyardım.
ki o zaman, tam olarak raymond carver'a ithaf edilecek, o tarz bir öykü olurdu