çok üzgünüm bebeğim,
bu terminolojiye alışamadığım için: oki-toki, öptüm seni-ara beni, hımm, mütevellit, çemkirmek falan...
'altı çizili satırlar'a katmadığım için ulysses'ı. bin dokuz yüz seksen dört -asal bile değil-, gülün adı, kürk mantolu madonna, "oscar" ile "gray", salinger, tezer özlü, nilgün marmara vesaire... oysa okudum hepsini, "özlü" dışında güzeldi. "tezer" başka güzel. bir de, doksan dokuz yazından bu yana konuşmuyoruz murathan'la. nobel almak yetmez bana. birkaç fırın da ekmek yemiş olmak gerekir. mesela saramago... fowles kaç defa nobel aldı? oscar? çok satanlar hangi markette satılıyor?
biliyorum, mepeüçüme white rabbit'i atmadım; ah 'yalan dünya'lı jülide ateş, 'aziz' tom waits kavırları falling down ve green grass, ve hatta temptation, 'sokak kızı' zaz... haklısın, hiç olmazsa shostakovich olmalıydı listede, 'pachelbel hüznü'nü görmezden gelmeyi başarsam da bach... hayko cepkin'i unutmadım ama cem adrian son sıradan bile giremez hiçbir listeye. 'karaibrahimgil'lerden nil ise tipim değil. ve bir itiraf, kayıtlara geçsin: kimseyi görmedim ben senden daha güzel...
tarkovski, fellini ve fassbinder hâlâ çıkmadılarsa da 'o sahne'ye, "piramidimin tepesindeki üçlü"dürler. eternal sunshine stopless of mind hep aklımda da, fight club yerine boggie night'ı görmek isterim 'o sahne'de. v for vendenta yerine matrix-elbette uçan tekmeyle başlayanı-. old boy ya da wristcutters:a love story'nin ise zaten yeterince seveni var. avrupa sineması var diye holivud, iran sineması var diye reha erdem'i görmezden gelemem ki. hem wong-kar wai yoksa uzak doğu sinemasından bana ne?
resim koymuyorum ama aynalardan kaçtığım yok. bazan ayna karşısında olmayı sevdiğim bile söylenebilir. pardon, resim değil fotoğraf... resim denince edward hopper'la başlamak gerekir; deniz feneri günlerinden yapayalnız kadınlarına, ekonomik buhran yalnızlığına uzanarak. unutmadan hemen kandinsky, özellikle mavi dönem'deki hüznüyle. şükürler olsun ki, "fan hoh" yerine vermeer diyorum. bir de nasıl diyorlardı, izlenimciler. yok, empresyonistler. ya da her neyse... bu coğrafyadan abdurrahman kaplan'ı eklemek isterdim ki "minyatürün uzamsız evreninde kendini bulanlar var hâlâ" diyebileyim. hopper'ın ruhdaşı malik aksel'le kapanabilir parantez.
velhasıl, hâlâ üzgünüm bebeğim.
tıpkı "sevgili eren safi"nin mikrofona biraz daha yaklaşıp, "çirkin bir kız güzel bir kızdan özür diliyor," dediği gibi.
bu terminolojiye alışamadığım için: oki-toki, öptüm seni-ara beni, hımm, mütevellit, çemkirmek falan...
'altı çizili satırlar'a katmadığım için ulysses'ı. bin dokuz yüz seksen dört -asal bile değil-, gülün adı, kürk mantolu madonna, "oscar" ile "gray", salinger, tezer özlü, nilgün marmara vesaire... oysa okudum hepsini, "özlü" dışında güzeldi. "tezer" başka güzel. bir de, doksan dokuz yazından bu yana konuşmuyoruz murathan'la. nobel almak yetmez bana. birkaç fırın da ekmek yemiş olmak gerekir. mesela saramago... fowles kaç defa nobel aldı? oscar? çok satanlar hangi markette satılıyor?
biliyorum, mepeüçüme white rabbit'i atmadım; ah 'yalan dünya'lı jülide ateş, 'aziz' tom waits kavırları falling down ve green grass, ve hatta temptation, 'sokak kızı' zaz... haklısın, hiç olmazsa shostakovich olmalıydı listede, 'pachelbel hüznü'nü görmezden gelmeyi başarsam da bach... hayko cepkin'i unutmadım ama cem adrian son sıradan bile giremez hiçbir listeye. 'karaibrahimgil'lerden nil ise tipim değil. ve bir itiraf, kayıtlara geçsin: kimseyi görmedim ben senden daha güzel...
tarkovski, fellini ve fassbinder hâlâ çıkmadılarsa da 'o sahne'ye, "piramidimin tepesindeki üçlü"dürler. eternal sunshine stopless of mind hep aklımda da, fight club yerine boggie night'ı görmek isterim 'o sahne'de. v for vendenta yerine matrix-elbette uçan tekmeyle başlayanı-. old boy ya da wristcutters:a love story'nin ise zaten yeterince seveni var. avrupa sineması var diye holivud, iran sineması var diye reha erdem'i görmezden gelemem ki. hem wong-kar wai yoksa uzak doğu sinemasından bana ne?
resim koymuyorum ama aynalardan kaçtığım yok. bazan ayna karşısında olmayı sevdiğim bile söylenebilir. pardon, resim değil fotoğraf... resim denince edward hopper'la başlamak gerekir; deniz feneri günlerinden yapayalnız kadınlarına, ekonomik buhran yalnızlığına uzanarak. unutmadan hemen kandinsky, özellikle mavi dönem'deki hüznüyle. şükürler olsun ki, "fan hoh" yerine vermeer diyorum. bir de nasıl diyorlardı, izlenimciler. yok, empresyonistler. ya da her neyse... bu coğrafyadan abdurrahman kaplan'ı eklemek isterdim ki "minyatürün uzamsız evreninde kendini bulanlar var hâlâ" diyebileyim. hopper'ın ruhdaşı malik aksel'le kapanabilir parantez.
velhasıl, hâlâ üzgünüm bebeğim.
tıpkı "sevgili eren safi"nin mikrofona biraz daha yaklaşıp, "çirkin bir kız güzel bir kızdan özür diliyor," dediği gibi.
Tam ahkam
YanıtlaSilumarım bu yüzden hapse girmem.
YanıtlaSilyargıçlığı bırakmaya çalışıyorum.
YanıtlaSil