cahit zarifoğlu, nuri pakdil, erdem bayazıt, rasim özdenören, alaattin özdenören, ali kutlay ve akif inan...
sadece biriyle tanışma onuruna ulaştım. ama hepsini bilirim. bütün kitaplarını okumuş, bütün şiir, deneme ve öykülerinden haberdar değilsem de "güzel"liklerinden eminim.
belki "dört nala gelip uzak asyadan akdenize bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket"i tersinden okudular ama "bizim" dediler. her zaman haktan ve adaletten yana durup, sadece bu coğrafyanın ve bu halkın değil bütün insanlığın iyilik ve güzelliğini istediler.
onlar yüzünü batıya dönmüş bir coğrafyada kendi mevzisine itilen ya da çekilmek zorunda bırakılan bir düşüncenin yeniden meydana yürüyüşüydü. suyun dallara yürümesi gibi belki. asla siyaset meydanı değil.
adını cahit zarifoğlu'nun bir şiirinden alan projeyi bir başka "güzellik"ten duydum. peşi sıra hissettiğim mutluluğu ve projenin bir dizi olduğunu öğrenince yaşadığım şaşkınlığı tarif edemem. çünkü aklıma ilk gelen şey, martin scorsese sayesinde hayat bulan the blues (2003) tarzı bir belgeseller toplamıydı. her birini ayrı yönetmenlerin çekmesine gerek yoktu ama bana bu işin doğrusu bu gibi gelmişti. hâlâ da öyle...
çok geçmeden hem beklentiyi yüksek tutmamayı hem de "yedi güzel adam"ın şiirden bildiğimiz "yedi güzel adam" olmadığını öğrendim. "yedi güzel adam"ların ilki sezai karakoç projede adının geçmesini kabul etmediği için, rasim özdenören'i hikâye yazmaya teşvik eden ali kutlay konuya dahil edilmiş. kendisi de hikâyeler yazan ali kutlay, öykü yazmaya lisede başlamış ve aldığı ani bir kararla yine lise öğrencisiyken yazmayı bırakmış. bu bile, on beş yirmi beş yaş arası herkesin şair olduğu, genç yaşlı herkesin kendisinde yazarlık istidadı gördüğü bir coğrafyada anlatmaya değer bir hikâye. belki de kurgu bir karakter.
projenin siyasi bir yanı da var muhakkak. ama olayın bu yanı beni ilgilendirmiyor. ben bunu bir vefa borcu olarak görüyorum. bu ülkede doğup büyüyen bir çocuk bu insanları da bilmeli çünkü. sever ya da sevmez, bilemem, ama tanışmalı.
*
ilk bölümü gecikmeli de olsa izledim.
mükemmel başladı: yetmişli yılların maraş'ına yol alan bir yolcu otobüsü yokuşta duruverince aşağıya inen ve otobüsü iten yolcular. muhtaç olduğumuz birlik ve beraberliğin hazır ve var olduğunun güzel bir ispatı. dönemin maraş'ını dış mekanda gerçek kılan güzel bir fotoğraf yakalanmış ve bunu bölüm boyunca bolca kullandılar. nuri pakdil bir oyuncu onun canlandırırken bile muhteşemdi. cahit zarifoğlu ise daha yakışıklı olmalıydı.
karakterleri tanımaya başladıkça büyü bozuluverdi. ilk önce zehra öğretmene vurgun tarih öğretmeninin sadece kıskanç değil kötü bir adam olduğu da anladık. sonra "yedinize karşı ben" diyecek kadar kötü ve "çirkin" emine...
ne oluyor, dedim. aritmetiği iyice hesap edilmiş, bin dokuz yüz ellilerin sonu ile yetmişlerin ortaları arasında gidip gelen bir dönem dizisi mi izliyoruz? öyle hesap edilmiş ki, konu sıkıştığında yeni yollar açılmasını kolaylaştıracak bir sürü karakter. ali kaptan'ı baştan çıkardı diye caroline'i yuhalayanlara "yedi güzel adam" bu şekilde mi anlatılmalıydı?
*
bu ülkede yaşayan insanların vergileriyle yaşattığı, bir devlet kurumu olan trt'nin özel kanallarla reyting yarışına girmesinden artık sıkıldım. trt'yi yönetenler asıl görevlerinin sınırlı sayıda seyircinin ilgisini çekse dahi özel kanalların ilgi alanına girmeyen konuları ekrana getirmek olduğunu bilmeli. reyting sıralamasında ilk yüz program arasına girmeyecek dahi olsa "yedi güzel adam" belgesel olmalıydı.
ya da yarı belgesel.
asla dizi değil.
*
oksijenle muaşakasından sarararak çıkan kitap ve gazete sayfaları ise bambaşka bir eleştiri konusu. bir kaç yaşında olması gereken sayfalar elli yıllık çünkü. sahaflardan bulunmuş ya da dost kütüphanelerinden ödünç alınmış. sormadan edemiyor insan; o kitaplarmış gibi yapan kitaplar yapmak çok mu zor?
notgibi: emine bahsindeki "güzel" bir yazı için bakınız.
sadece biriyle tanışma onuruna ulaştım. ama hepsini bilirim. bütün kitaplarını okumuş, bütün şiir, deneme ve öykülerinden haberdar değilsem de "güzel"liklerinden eminim.
belki "dört nala gelip uzak asyadan akdenize bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket"i tersinden okudular ama "bizim" dediler. her zaman haktan ve adaletten yana durup, sadece bu coğrafyanın ve bu halkın değil bütün insanlığın iyilik ve güzelliğini istediler.
onlar yüzünü batıya dönmüş bir coğrafyada kendi mevzisine itilen ya da çekilmek zorunda bırakılan bir düşüncenin yeniden meydana yürüyüşüydü. suyun dallara yürümesi gibi belki. asla siyaset meydanı değil.
adını cahit zarifoğlu'nun bir şiirinden alan projeyi bir başka "güzellik"ten duydum. peşi sıra hissettiğim mutluluğu ve projenin bir dizi olduğunu öğrenince yaşadığım şaşkınlığı tarif edemem. çünkü aklıma ilk gelen şey, martin scorsese sayesinde hayat bulan the blues (2003) tarzı bir belgeseller toplamıydı. her birini ayrı yönetmenlerin çekmesine gerek yoktu ama bana bu işin doğrusu bu gibi gelmişti. hâlâ da öyle...
çok geçmeden hem beklentiyi yüksek tutmamayı hem de "yedi güzel adam"ın şiirden bildiğimiz "yedi güzel adam" olmadığını öğrendim. "yedi güzel adam"ların ilki sezai karakoç projede adının geçmesini kabul etmediği için, rasim özdenören'i hikâye yazmaya teşvik eden ali kutlay konuya dahil edilmiş. kendisi de hikâyeler yazan ali kutlay, öykü yazmaya lisede başlamış ve aldığı ani bir kararla yine lise öğrencisiyken yazmayı bırakmış. bu bile, on beş yirmi beş yaş arası herkesin şair olduğu, genç yaşlı herkesin kendisinde yazarlık istidadı gördüğü bir coğrafyada anlatmaya değer bir hikâye. belki de kurgu bir karakter.
projenin siyasi bir yanı da var muhakkak. ama olayın bu yanı beni ilgilendirmiyor. ben bunu bir vefa borcu olarak görüyorum. bu ülkede doğup büyüyen bir çocuk bu insanları da bilmeli çünkü. sever ya da sevmez, bilemem, ama tanışmalı.
*
ilk bölümü gecikmeli de olsa izledim.
mükemmel başladı: yetmişli yılların maraş'ına yol alan bir yolcu otobüsü yokuşta duruverince aşağıya inen ve otobüsü iten yolcular. muhtaç olduğumuz birlik ve beraberliğin hazır ve var olduğunun güzel bir ispatı. dönemin maraş'ını dış mekanda gerçek kılan güzel bir fotoğraf yakalanmış ve bunu bölüm boyunca bolca kullandılar. nuri pakdil bir oyuncu onun canlandırırken bile muhteşemdi. cahit zarifoğlu ise daha yakışıklı olmalıydı.
karakterleri tanımaya başladıkça büyü bozuluverdi. ilk önce zehra öğretmene vurgun tarih öğretmeninin sadece kıskanç değil kötü bir adam olduğu da anladık. sonra "yedinize karşı ben" diyecek kadar kötü ve "çirkin" emine...
ne oluyor, dedim. aritmetiği iyice hesap edilmiş, bin dokuz yüz ellilerin sonu ile yetmişlerin ortaları arasında gidip gelen bir dönem dizisi mi izliyoruz? öyle hesap edilmiş ki, konu sıkıştığında yeni yollar açılmasını kolaylaştıracak bir sürü karakter. ali kaptan'ı baştan çıkardı diye caroline'i yuhalayanlara "yedi güzel adam" bu şekilde mi anlatılmalıydı?
*
bu ülkede yaşayan insanların vergileriyle yaşattığı, bir devlet kurumu olan trt'nin özel kanallarla reyting yarışına girmesinden artık sıkıldım. trt'yi yönetenler asıl görevlerinin sınırlı sayıda seyircinin ilgisini çekse dahi özel kanalların ilgi alanına girmeyen konuları ekrana getirmek olduğunu bilmeli. reyting sıralamasında ilk yüz program arasına girmeyecek dahi olsa "yedi güzel adam" belgesel olmalıydı.
ya da yarı belgesel.
asla dizi değil.
*
oksijenle muaşakasından sarararak çıkan kitap ve gazete sayfaları ise bambaşka bir eleştiri konusu. bir kaç yaşında olması gereken sayfalar elli yıllık çünkü. sahaflardan bulunmuş ya da dost kütüphanelerinden ödünç alınmış. sormadan edemiyor insan; o kitaplarmış gibi yapan kitaplar yapmak çok mu zor?
notgibi: emine bahsindeki "güzel" bir yazı için bakınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder