4 Nisan 2014 Cuma

ben ruhi bey nasılım*

iki bin beş yılı olmalı. yılın bir "galiba"sı var da, "lise sondaydı"nın yok. (aslında her ikisinin de yok. sadece cümle iyi göründüğü için öyle dedim.) diğerlerinden farkı duruşundan bile belliydi. daha o yaşta, "olmuş adam" suskunluğu bulaşmıştı üzerine.

bende, eğer öğretebilirsem daha fazlasını öğretme arzusu uyandırmıştı. başarılı oldum mu bilemem ama sinema, kitaplar ve müzik üzerine çok konuştuk. hatta, "hayatın sonunda değil başında okunması gereken kitaplardandır," diyerek tatar çölü'nü bile okutturdum ona.

itiraf etmeliyim, ilk hakan günday'ımı onun bana verdiği zargana ile okudum.

bir sene daha bekleyebilirdi ama bunun yerine hiç tarzı olmayan bir alanda üniversite okumaya razı geldi. yürüdüğü yolun bir yerinde aniden duracak ya da "yoldan çıkacak" diye bekledim ama olmadı.

kpss sınavı ve bir sürü sınav geldi geçti mezuniyetten sonra. en sonunda, bir bankanın bilmem ne departmanında "kendi tatar çölü"nü buldu. kitaplar, filmler ve şarkılardan hâlâ konuşuyorduk. big lebowski hâlâ big lebowski'ydi. "ahbab" yine "ahbab"... ama onun kâtip bartleby'yi okuma zamanı gelmişti.

günler geçti. evlerin duvarlarındaki takvimlerden yapraklar uçuştu.

bir kaç gün önce "tembellik hakkı" üzerine çalışırken son bir kaç aydır görüşmediğimizi farkettim ve telefona sarıldım. telefonu açınca, "biliyorum, bir süredir görüşemiyoruz. ama muhabbet etmek için değil, nasıl gidiyor, diye sormak için arıyorum," dedim. cevap vermedi. çünkü müşteriler... daha sonra görüşmek üzere telefonu kapattık.

beni aramadı ama kısa bir mektup yolladı:

"ya nasıl gidiyor sorusu müşterilerin gözü önünde cevaplandırılamayacak kadar uzundu aslında. konuşalım yine fırsat bulunca.

valla utandım sen arayınca. sanki basılmış gibi." 

bu yazıyı ve mektubunu ifşa ettiğimi bilmiyor. tıpkı tembellik hakkı üzerine yazmayı tasarladığım yazıyı şimdiden ona ithaf ettiğimi bilmediği gibi.


*: edip cansever


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder