ödemeyi kredi kartıyla yapacağı en başta belli olduğu halde kasiyerin söylediği miktarı duyuncaya kadar bırakın kartını hazır etmeyi cüzdanını bile cebinden çıkartmamış olanlardan nasıl nefret ediyorsam, "bir kaç tane fazla alayım, çöp poşeti yaparım," diyerek fazladan naylon torba almayı aklına bile getirmeyen, çevre kirliliğini düşünerek bir tane bile almamak için yanında kumaş torba bulunduranlara da bayılıyorum.
30 Temmuz 2013 Salı
28 Temmuz 2013 Pazar
tırnak kesmek
büyük odanın kalabalığından kaçıp koridora çıktığımda küçük teyzemle gönül yengem mutfak kapısının önünde bir şeyler konuşuyordu. yanlarına geldiğimde, teyzemin yengeme, "aksi gibi yakın gözlüğümü evde unutmuşum," dediğini duydum.
bu cümlenin üzerine, biraz başını kaçırdığım sohbetin konusunu anlayabilmek, biraz da yapabileceğim bir şey var mı öğrenmek için, sadece aile içinde değil büyük aile içinde de şımartılmış olmanın rahatlığıyla "hanımlar, her şey yolunda mı," diye sordum.
soru cümlesi her ikisini muhatap alsa da, soruyu aslında ergen zamanlarımızda benim ve kuzenlerimin yakın arkadaşı konumuna geçen ve hâlâ orada olan yengeme sormuştum. ki ben ve kuzenlerim, büyük ailenin sırlarını ve büyük ailenin tarihini yazan yalmanoğlu kara mehmet'in yazdığı, bahçe ortasındaki üç katlı evin kitaplığında torunlardan en cesuru tarafından çalınmayı bekleyen el yazması kitapta yer almayan bir çok bilgiyi ondan öğrenmiştik.
ama teyzem cevapladı. ne de olsa "hanım"ın kızı oydu. biz torunlarının ancak yaşı kemale erdikten sonra "ayşe sultan" diyerek sevebildiği ve yanağından öpücükler çalıp makas aldığı ama başkalarının daima "hanım" diye bahsettiği annanemin üç kızından ortancası. "annanenin tırnakları uzamış. hep ben keserdim ama bugün gözlüğüm evde kalmış."
"dert değil, ben hallederim," dedim. ikisinin soran gözlerine ayrı ayrı bakarak, az önce bahsi geçen şımarıkla devam ettim: "sevgilim tırnaklarını çok kısa keserdi. onu bu alışkanlığından vazgeçiremeyince tırnaklarını ben kesmeye başladım. önüme oturur, sırtını göğsüme yaslar ben de tıpkı kendi elimin tırnaklarını keser gibi tırnaklarını keserdim. yanına oturup hiç denemedim ama annanemin tırnaklarını öyle de kesebileceğimi tahmin ediyorum."
bir süre sonra kalabalık azaldığında gönül yengem yüzünde sadece benim görebildiğim uslanmaz bir tebessümle tırnak makasını bana uzattı. annanemin önünde diz çöküp derisi saydamlaşıp kırışmış ellerini elime aldım. "sultanım, bu onuru bana bahşeder misiniz," dedim. sevilmek güzel bir şey, sevildiğini bilmek daha da güzel.
sonra üç kişilik koltuğun ortasında oturan annanemin sağ yanına oturup sağ elinin, sol yanına oturup sol elininin tırnaklarını hem öptüm hem kestim.
ve bu sırada bir şeyi farkettim; tırnakları, parmakları dahası bütün bir eli ne kadar çok benziyordu benimkilere. meğer, "babamın elleri gibi," diye anlattığım, ondan geçtiğini sandığım bütün özellikler aslında annanem vasıtasıyla bana taşınmış.
bu cümlenin üzerine, biraz başını kaçırdığım sohbetin konusunu anlayabilmek, biraz da yapabileceğim bir şey var mı öğrenmek için, sadece aile içinde değil büyük aile içinde de şımartılmış olmanın rahatlığıyla "hanımlar, her şey yolunda mı," diye sordum.
soru cümlesi her ikisini muhatap alsa da, soruyu aslında ergen zamanlarımızda benim ve kuzenlerimin yakın arkadaşı konumuna geçen ve hâlâ orada olan yengeme sormuştum. ki ben ve kuzenlerim, büyük ailenin sırlarını ve büyük ailenin tarihini yazan yalmanoğlu kara mehmet'in yazdığı, bahçe ortasındaki üç katlı evin kitaplığında torunlardan en cesuru tarafından çalınmayı bekleyen el yazması kitapta yer almayan bir çok bilgiyi ondan öğrenmiştik.
ama teyzem cevapladı. ne de olsa "hanım"ın kızı oydu. biz torunlarının ancak yaşı kemale erdikten sonra "ayşe sultan" diyerek sevebildiği ve yanağından öpücükler çalıp makas aldığı ama başkalarının daima "hanım" diye bahsettiği annanemin üç kızından ortancası. "annanenin tırnakları uzamış. hep ben keserdim ama bugün gözlüğüm evde kalmış."
"dert değil, ben hallederim," dedim. ikisinin soran gözlerine ayrı ayrı bakarak, az önce bahsi geçen şımarıkla devam ettim: "sevgilim tırnaklarını çok kısa keserdi. onu bu alışkanlığından vazgeçiremeyince tırnaklarını ben kesmeye başladım. önüme oturur, sırtını göğsüme yaslar ben de tıpkı kendi elimin tırnaklarını keser gibi tırnaklarını keserdim. yanına oturup hiç denemedim ama annanemin tırnaklarını öyle de kesebileceğimi tahmin ediyorum."
bir süre sonra kalabalık azaldığında gönül yengem yüzünde sadece benim görebildiğim uslanmaz bir tebessümle tırnak makasını bana uzattı. annanemin önünde diz çöküp derisi saydamlaşıp kırışmış ellerini elime aldım. "sultanım, bu onuru bana bahşeder misiniz," dedim. sevilmek güzel bir şey, sevildiğini bilmek daha da güzel.
sonra üç kişilik koltuğun ortasında oturan annanemin sağ yanına oturup sağ elinin, sol yanına oturup sol elininin tırnaklarını hem öptüm hem kestim.
ve bu sırada bir şeyi farkettim; tırnakları, parmakları dahası bütün bir eli ne kadar çok benziyordu benimkilere. meğer, "babamın elleri gibi," diye anlattığım, ondan geçtiğini sandığım bütün özellikler aslında annanem vasıtasıyla bana taşınmış.
26 Temmuz 2013 Cuma
günün sorusu: feda
hangimizin cevabı "evet," olası "hayatın, hayatını feda etmeye değer mi," sorusuna?
24 Temmuz 2013 Çarşamba
"ah" didem
iki sene olmuş.
"bu kadar çok ah dediğim için okurdan af dilerim. vesselam," diyerek bitirdiği, bana kalırsa onunla yapılmış en iyi röportajla* analım onu. daha doğrusu güzelim cevaplarından biriyle:
"çoğu kadın kendileri için önceden planlanmış güvenli bir hayata sığınır. bu hayatın sonu baştan bellidir. bir kadın bunun dışında seçimler yapmaya kalkıştığında, fena halde zora sokmuş olur kendini. (haklısın, başrol oyuncusu olabileceği maddi manevi imkânların içine doğmamışsa eğer.) çoğunluğu kendini gizleyen, koruyan, gardını alan, ürkmüş insanların yaşadığı bu ülkede bir kadın olarak bana ait bir hayatım olsun diye gösterdiğim çabaya ve kendi serüvenime haksızlık edemem. bu yüzden hayatımı samimiyet ve cesaretle anlatmak benim için önemli. benim hâlâ hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var, bu meselelerle samimiyet ve cesaretle boğuşuyorum hâlâ. bütün bunlar yokmuş gibi davranıp, kitabi şiirler yazamam. şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence. bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu. bu yüzden biraz 'kadınsı', durup dururken bağıran şiirler."
*: varlık dergisi, ekim2002 (röportajın tamamı için bkz.)
"bu kadar çok ah dediğim için okurdan af dilerim. vesselam," diyerek bitirdiği, bana kalırsa onunla yapılmış en iyi röportajla* analım onu. daha doğrusu güzelim cevaplarından biriyle:
"çoğu kadın kendileri için önceden planlanmış güvenli bir hayata sığınır. bu hayatın sonu baştan bellidir. bir kadın bunun dışında seçimler yapmaya kalkıştığında, fena halde zora sokmuş olur kendini. (haklısın, başrol oyuncusu olabileceği maddi manevi imkânların içine doğmamışsa eğer.) çoğunluğu kendini gizleyen, koruyan, gardını alan, ürkmüş insanların yaşadığı bu ülkede bir kadın olarak bana ait bir hayatım olsun diye gösterdiğim çabaya ve kendi serüvenime haksızlık edemem. bu yüzden hayatımı samimiyet ve cesaretle anlatmak benim için önemli. benim hâlâ hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var, bu meselelerle samimiyet ve cesaretle boğuşuyorum hâlâ. bütün bunlar yokmuş gibi davranıp, kitabi şiirler yazamam. şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence. bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu. bu yüzden biraz 'kadınsı', durup dururken bağıran şiirler."
*: varlık dergisi, ekim2002 (röportajın tamamı için bkz.)
22 Temmuz 2013 Pazartesi
kırbaç
"seyis behram, yedinci günün sonunda gelip, bedeni ölmüş atla gururu ölmüş çırağının arasına oturdu. ve ona dedi ki: yılkıdan üç türlü at gelir. bazı atlar, daha diğer atlara vurulan kırbacın sesini duyduklarında terk ederler huysuzluklarını; ruhlarıyla derileri arasında bir mesafe yoktur. bazı atlar ise, kırbacın açtığı yarayla ruhları arasında gider gelirler, yara açıldıkça ruhları ile derileri arasındaki mesafe kapanıverir. kan ruhlarına damlayınca teslim ederler kendilerini. bazı atlar da var ki, her kırbaçta açılır ruhlarıyla bedenleri arasındaki mesafe. sen onu kırbaçladıkça ele geçmez olur ruhu. öylelerinden geriye, cansız bir tay bedeni kalır. bir de seyisin hafızasında, gururu hiç öldürülemeyen bir tayın gurur kıran görüntüsü. ustalık, bu tür tayları uslandırmakta değil, ona hiç bulaşmamakta saklı. kırbaç, zaten yola gelecekler için sadece bir bahane."*
*: ali ayçil, sur kenti hikâyeleri
20 Temmuz 2013 Cumartesi
bir yusuf masalı
"anlat :
bu bir yusuf masalıdır de
bunu söyle ve fakat
şunu da sor
yusuf'un masalı neden
yusuf'la başlamıyor?
bir varmış bir yokmuşla başlıyor bütün masallar gibi
bir şivekâr varmış, bir gençkız
yusuf yokmuş, cinler
kaçırmış, yazgı
saklamış onu.
masalın orasına gelince bir yusuf gösterilecek
ama önce masalı bir şivekâr
nasıl başlatıyor
bilmek gerek." *
*: ismet özel, müsvedde(!) bir yusuf masalı'ndan, şivekar'ın çıktığıdır başlıklı birinci bab'tan
notgibi:
eski, yaşanmışlık emareleri taşıyan, yıpranmış bir kitap bu.
okuyan, "yusuf'un masalı neden/ yusuf'la başlamıyor?" mısralarının altını çizmiş ve derkenara not düşmüş: "bildim.../ neden yusuf'un masalı yusuf'la başlamıyor."
ve sayfanın en başına, yani üstteki boşluğa, açıklaması "çok iyi" olan bir yürek çizmiş; yürek: çünkü "çok iyi..."
18 Temmuz 2013 Perşembe
teninle konuşmak*
ezginin günlüğü grubunun yirmi beşinci yılında, yirmi beş sanatçının seslendirdiği yirmi beş 'ezginin günlüğü şarkısı'nı içeren albümün, yani çeyrek'in en güzel şarkısı.
grubun sevenleri bağışlasın ama bülent ortaçgil bu şarkıyı onlardan kat kat daha güzel yorumluyor. üstelik o'na daha çok yakışıyor.
sadece "yorum" değil, bu şarkının ortaçgil'e yakışmasında bence yaşla ilgili bir durum da var. gençlikte hatta orta yaşta söylenebilecek bir şarkı değil sanki. tıpkı dersanedeki türçe öğretmenimiz ismet bey'in dediği gibi, "bir öğretmenin öğrencisine, "yavrum," demesi ile, kızılay meydanı'nda yeni yetme bir delikanlının önü sıra yürüyen genç kıza "yavrum," demesi arasından dağlar kadar fark vardır."
emre aydın'ın "parmak uçlarım tanımak istiyor seni" dediğini düşünebiliyor musunuz? ya da "teninle konuşmanın zamanı" dediğini...
*bülent ortaçgil, teninle konuşmak
grubun sevenleri bağışlasın ama bülent ortaçgil bu şarkıyı onlardan kat kat daha güzel yorumluyor. üstelik o'na daha çok yakışıyor.
sadece "yorum" değil, bu şarkının ortaçgil'e yakışmasında bence yaşla ilgili bir durum da var. gençlikte hatta orta yaşta söylenebilecek bir şarkı değil sanki. tıpkı dersanedeki türçe öğretmenimiz ismet bey'in dediği gibi, "bir öğretmenin öğrencisine, "yavrum," demesi ile, kızılay meydanı'nda yeni yetme bir delikanlının önü sıra yürüyen genç kıza "yavrum," demesi arasından dağlar kadar fark vardır."
emre aydın'ın "parmak uçlarım tanımak istiyor seni" dediğini düşünebiliyor musunuz? ya da "teninle konuşmanın zamanı" dediğini...
*bülent ortaçgil, teninle konuşmak
16 Temmuz 2013 Salı
jubile
ismet özel...
türkçe'nin en büyük şairi...
zaman zaman dostlarımı, dolayısıyla beni de üzen açıklamalar yapsa da bu gerçek değişmiyor.
sesli gemi adlı son şiiri, on beş temmuzda yani dün, kurucusu ve başkanı olduğu istiklâl marşı derneği'nin resmi internet sayfasında, altında "son şiirim yayınlandı" başlıklı bir açıklamayla birlikte yayınlandı.
bu açıklama, "bu sayfada gördüğünüz son şiirimdir. kaç yılım kaldıysa bundan sonraki ömrümde şiir çalışmalarımı sadece müsvedde dediğim kısmını yayına salmış bulunduğum "bir yusuf masalı" uğraşısına hasredeceğim," diye başlıyor ve şairin şiir yazmayı bıraktığını dost düşman herkese ilan ediyor.
haberi okuduğum andan bu yana kalbimin üzerinde sanki bir ağırlık var, onunla dolaşıyorum. bu bir ölüme hazırlıksız yakalanmak gibi bir şey. insana yaşlandığını hatırlatan emareler gibi. annanemlerin bahçesinde duran armut ağacını kesilmiş bulmak gibi. oysa ben ölünceye kadar orada duracak, yaz gecelerinde yapraklarının hışırtısı bahçe ortasındaki üç katlı evin açık pencerelerinden içeriye dolacak sanıyordum. ama yaz başındaki bir fırtına dallarını kırınca kökünden kesip yerine yeni bir fidan dikmişlerdi.
yine de of not being a jew aklıma geliyor ve 'benim hâlâ umudum var' şarkıları söylüyorum. o kitapta başlıkları olup kendisi olmayan şiirler vardır. şiirler tamamlandıkça yeni baskılara konulacak, şair bundan başka şiir yazmayacak deniliyordu. neyse ki doğru çıkmadı. umarım bu veda da uygulama bulmayan beyanlar hanesine yazılır.
diğer yandan, "müsvedde dediğim kısmını yayına salmış bulunduğum "bir yusuf masalı" uğraşısı" bahsi var ki, "müsvedde" buysa "tamam" nasıl olur, diye düşünüp heyecanlanıyorum.
hiç olmazsa bununla avunabilirim.
merkez üs: http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/Yazi.aspx?YID=874&KID=45
türkçe'nin en büyük şairi...
zaman zaman dostlarımı, dolayısıyla beni de üzen açıklamalar yapsa da bu gerçek değişmiyor.
sesli gemi adlı son şiiri, on beş temmuzda yani dün, kurucusu ve başkanı olduğu istiklâl marşı derneği'nin resmi internet sayfasında, altında "son şiirim yayınlandı" başlıklı bir açıklamayla birlikte yayınlandı.
bu açıklama, "bu sayfada gördüğünüz son şiirimdir. kaç yılım kaldıysa bundan sonraki ömrümde şiir çalışmalarımı sadece müsvedde dediğim kısmını yayına salmış bulunduğum "bir yusuf masalı" uğraşısına hasredeceğim," diye başlıyor ve şairin şiir yazmayı bıraktığını dost düşman herkese ilan ediyor.
haberi okuduğum andan bu yana kalbimin üzerinde sanki bir ağırlık var, onunla dolaşıyorum. bu bir ölüme hazırlıksız yakalanmak gibi bir şey. insana yaşlandığını hatırlatan emareler gibi. annanemlerin bahçesinde duran armut ağacını kesilmiş bulmak gibi. oysa ben ölünceye kadar orada duracak, yaz gecelerinde yapraklarının hışırtısı bahçe ortasındaki üç katlı evin açık pencerelerinden içeriye dolacak sanıyordum. ama yaz başındaki bir fırtına dallarını kırınca kökünden kesip yerine yeni bir fidan dikmişlerdi.
yine de of not being a jew aklıma geliyor ve 'benim hâlâ umudum var' şarkıları söylüyorum. o kitapta başlıkları olup kendisi olmayan şiirler vardır. şiirler tamamlandıkça yeni baskılara konulacak, şair bundan başka şiir yazmayacak deniliyordu. neyse ki doğru çıkmadı. umarım bu veda da uygulama bulmayan beyanlar hanesine yazılır.
diğer yandan, "müsvedde dediğim kısmını yayına salmış bulunduğum "bir yusuf masalı" uğraşısı" bahsi var ki, "müsvedde" buysa "tamam" nasıl olur, diye düşünüp heyecanlanıyorum.
hiç olmazsa bununla avunabilirim.
merkez üs: http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/Yazi.aspx?YID=874&KID=45
15 Temmuz 2013 Pazartesi
büyü(ye)memek
alper canıgüz'ün dördüncü harikası cehennem çiçeği'yle birlikte yazımızı şenlendirmesini umduğumuz bir kitap daha var: peri gazozu...
yazarının adını bir çok insan gibi ben de birbirinden usta oyunculardan rol çaldığı muhtar rolüyle öğrenmiştim; daha doğrusu bir zamanlar anadolu'da filminin bitiş jeneriğini, "kim bu adam," diye pür dikkat izlerken: ercan kesal...
üstelik filmin yürek burkan, harika senaryosunda onun da parmağı varmış.
ben daha önce keşfedememiş olduğum için hayıflanırken, o, birgün ve radikal gazetelerinde yazmaya başladı. ama ne yazmak. "gazete yazarları" diye bir üçleme yapsam, müellifini üçlemeye dahil ettirecek, "keşke ben de böyle anlatabilsem," dedirten yazılar.
ferit edgü'yü hatırlatan, insanın içini acıtan bu öykü-yazıları çoğu zaman gözlerim buğulanarak, ağladı ağlayacak bir ifadeyle okudum. en sonunda dayanamadım, radikal gazetesindeki son yazısı olduğunu bilmeden okuduğum yazısının sonunda bütün biriktirdiklerimi ağladım. hem de çok ağladım.
baba, kahramanım... eğer şu an beni duyabilseydin, sana hiç olmazsa bu kadarını okur, sorardım: şimdi anlıyor musun, neden büyüyemediğimi, bir yanımla hayatın acemisi kaldığımı?
yazarının adını bir çok insan gibi ben de birbirinden usta oyunculardan rol çaldığı muhtar rolüyle öğrenmiştim; daha doğrusu bir zamanlar anadolu'da filminin bitiş jeneriğini, "kim bu adam," diye pür dikkat izlerken: ercan kesal...
üstelik filmin yürek burkan, harika senaryosunda onun da parmağı varmış.
ben daha önce keşfedememiş olduğum için hayıflanırken, o, birgün ve radikal gazetelerinde yazmaya başladı. ama ne yazmak. "gazete yazarları" diye bir üçleme yapsam, müellifini üçlemeye dahil ettirecek, "keşke ben de böyle anlatabilsem," dedirten yazılar.
ferit edgü'yü hatırlatan, insanın içini acıtan bu öykü-yazıları çoğu zaman gözlerim buğulanarak, ağladı ağlayacak bir ifadeyle okudum. en sonunda dayanamadım, radikal gazetesindeki son yazısı olduğunu bilmeden okuduğum yazısının sonunda bütün biriktirdiklerimi ağladım. hem de çok ağladım.
"oğlum yedi yaşında ve çok hareketli. baş başa kaldığımız zamanlarda göz ucuyla da olsa sürekli takip ediyorum. bazen tehlikeli şeyler yapıyor ve korkuyorum bundan. geçen gün odamda çalışırken banyoya girdiğini fark ettim. elinde bir şeyler var. yerimden kalkarak sessizce gittim arkasından. banyo kapısı aralık. oradan görebilirim ne yaptığını. kısa bir süre gözlüyorum. elindeki torbaya bir şeyler doldurup boşaltıyor. sonra, bir anda kafasını çevirerek beni görüyor. yakalandım işte. kapıyı iyice açarak sitem dolu bir ifadeyle konuşuyor: "baba, bana böyle davranmaktan vazgeç, ben büyüdüm artık."*
odama dönüyorum sessizce. oğlum "ben büyüdüm" diyor, demek ki ölebilirim artık..."
baba, kahramanım... eğer şu an beni duyabilseydin, sana hiç olmazsa bu kadarını okur, sorardım: şimdi anlıyor musun, neden büyüyemediğimi, bir yanımla hayatın acemisi kaldığımı?
12 Temmuz 2013 Cuma
paralel evrenler: dört
iki yazar...
yunan (giritli demek daha doğru) nikos kazancakis ve türk ahmet altan...
yunan (giritli demek daha doğru) nikos kazancakis ve türk ahmet altan...
aynı denizin kıyısında yaşadıklarını belli ediyorlar. tek deniz, tek millet gibi.
giritli olan ege bölgesindeki bir köyde bin dokuz yirmilerde, türk olan ise günümüzde bir ege sahil kasabasında geçen olayları anlatıyor. birincisinde savaş vardır ve kasaba halkı isa'nın çarmıha gerilişini canlandıracaktır. ikincisinde ise ilham perisini arayan bir yazar, kendisini iktidar ve güç savaşının ortasında bulur.
birincisinde savaştan kaçan hıristiyanlar, diğerinde insanların ikinci bir hayat yaşadığı internet vardır. birinde ağa, diğerinde kamile hanım...
ancak her iki romanda da yaşantılarını bedenlerini feda ederek sürdüren ve bunu herkesin bildiği "ahlaken düşük" iki karakter var: düşlerinde manolois'i gören dul katerina ve ne zaman işler kesat gitse 'yazar'ı arayan sümbül.
dul katerina'yı kaptan fortunas, sümbül'ü 'yazar' anlatıyor:
"her köyde böyle bir kadın olmalıdır, böylece namuslu olanlar tedirgin olmazlar. bu, yol kenarındaki çeşmeye benzer. işte o kadar. susayanlar orada durur ve bir yudum su içerler. yoksa hepsi gelip kapılarımızı çalardı bir bir ve kadınlar kendilerinden su istediğinde..."*
"bu kasabanın tuhaflıklarından biri de kasabanın sümbül'ü korumaya almış olmasıydı, ona kötü bir şey yapılmasına izin vermezlerdi. (...) sanırım onun varlığının bir güvence olduğunu, gençlerin kasabanın kızlarına kadınlarına sataşmasına, şehevi taşkınlıkların yapılmasına engel olduğunu düşünüyorlardı."**
*: yeniden çarmıha girilen isa
**:son oyun
notgibi: böylesi durumlarda kullandığım "ahlaken düşük" ifadesini ilk duyduğumda neredeyse çocuktum. o günden bu yana bazı şeyleri açık saçık söylemektense hep bu ifadeyi kullanmayı tercih ettim. ama uzun zamandır "ahlak"ı sadece bedene ve cinselliğe indirgemenin en büyük "ahlaksızlık" olduğunun farkındayım.
giritli olan ege bölgesindeki bir köyde bin dokuz yirmilerde, türk olan ise günümüzde bir ege sahil kasabasında geçen olayları anlatıyor. birincisinde savaş vardır ve kasaba halkı isa'nın çarmıha gerilişini canlandıracaktır. ikincisinde ise ilham perisini arayan bir yazar, kendisini iktidar ve güç savaşının ortasında bulur.
birincisinde savaştan kaçan hıristiyanlar, diğerinde insanların ikinci bir hayat yaşadığı internet vardır. birinde ağa, diğerinde kamile hanım...
ancak her iki romanda da yaşantılarını bedenlerini feda ederek sürdüren ve bunu herkesin bildiği "ahlaken düşük" iki karakter var: düşlerinde manolois'i gören dul katerina ve ne zaman işler kesat gitse 'yazar'ı arayan sümbül.
dul katerina'yı kaptan fortunas, sümbül'ü 'yazar' anlatıyor:
"her köyde böyle bir kadın olmalıdır, böylece namuslu olanlar tedirgin olmazlar. bu, yol kenarındaki çeşmeye benzer. işte o kadar. susayanlar orada durur ve bir yudum su içerler. yoksa hepsi gelip kapılarımızı çalardı bir bir ve kadınlar kendilerinden su istediğinde..."*
"bu kasabanın tuhaflıklarından biri de kasabanın sümbül'ü korumaya almış olmasıydı, ona kötü bir şey yapılmasına izin vermezlerdi. (...) sanırım onun varlığının bir güvence olduğunu, gençlerin kasabanın kızlarına kadınlarına sataşmasına, şehevi taşkınlıkların yapılmasına engel olduğunu düşünüyorlardı."**
*: yeniden çarmıha girilen isa
**:son oyun
notgibi: böylesi durumlarda kullandığım "ahlaken düşük" ifadesini ilk duyduğumda neredeyse çocuktum. o günden bu yana bazı şeyleri açık saçık söylemektense hep bu ifadeyi kullanmayı tercih ettim. ama uzun zamandır "ahlak"ı sadece bedene ve cinselliğe indirgemenin en büyük "ahlaksızlık" olduğunun farkındayım.
11 Temmuz 2013 Perşembe
reddiye
bir kaç gün önce yaptığım hatayı* fırsat bilip, "iyice yaşlandınız artık. bence vakit kaybetmeden evlenmeliyiz," diyen sevgili muhatabım, teklifinizi reddediyorum.
yaşlanmak bahsine gelirsek, ne zaman yalnız olduğum halde merdivenleri koşarak çıkmaktan vaz geçersem kendimi o zaman yaşlanmış sayacağımı bilmenizi isterim.
*: "ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata (ismet özel, üç firenk havası)"
yaşlanmak bahsine gelirsek, ne zaman yalnız olduğum halde merdivenleri koşarak çıkmaktan vaz geçersem kendimi o zaman yaşlanmış sayacağımı bilmenizi isterim.
*: "ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata (ismet özel, üç firenk havası)"
10 Temmuz 2013 Çarşamba
mendilimde kar küresi
son kitabı cehennem çiçeği'yle yaz günlerimizi şenlendiren alper canıgüz, bir kaç mevsim önce bir okur-yazar buluşmasında önceki kitabı gizli ajans'a dair soruları cevaplıyordu.
kaçınılmaz, "bir süre reklamcılık yaptığınız biliniyor. romanınız da bir reklam ajansında geçiyor. acaba otobiyografik yanı var mı?" sorusunu, "biliyorsunuz, gizli ajans bir 'absürd roman'. uzaylılar, kedi patron falan. fakat reklam ajanslarında şahit olduğum bazı şeyler var ki, 'absürd' sıfatı az gelir. mesela, romandaki muhasebeci karakteri gerçektir ve reklam ajanslarındaki bütün muhasebeciler onun gibidir. bunun gibi ufak tecrübeler romanda yer alıyor," cevabıyla savuşturdu.
söz sırası bana gelince bu sorunun kaldığı yerden devam ettim: "sanem musa'ya içinde küçük prens ve gülünün olduğu bir kar küresi armağan ediyor. sizin de içinde küçük prens ve gülü olan bir kar küreniz var mı? varsa, tıpkı romanda olduğu gibi o da kırık mı?"
"var ve kırık," deyince, dayanamadım, 'çok konuştum':"benim de var bir tane. ama benimkinde küçük prens gülüyle değil koyunuyla birlikte. ve henüz sağlam."
"ne güzel," dedi ve ona çok yakışan kocaman gülümsemesi eşliğinde beni uyarmayı ihmal etmedi: "lütfen çok dikkatli olun. kırılmasın."
*
aradan çok zaman geçti; günler, aylar, mevsimler... ama bir aşk geçmedi.
bir sabah o kar küresi yere düşüverdi. sadece çarpma sesini duydum. görmezsem kırılmaz sandım.
nihayet bakmayı başardığımda kürenin sağlam, kürenin üzerinde durduğu kaidenin kenarından bir iki küçük parçanın koptuğunu gördüm. hâlâ ayakta durabiliyordu. kitaplığın rafındaki yerine koydum. önüne bir iki şey koyarak kırık yeri bir süre kamufle ettim.
bu sabah uyandım ve artık dayanamadım. küçük prens ve koyununu köşesine adımın baş harfi işlenmiş bir mendile sarıp kaldırdım.
*
bu vesileyle, o mendilin köşesine adımın baş harfini hem de "başlangıcı geride kalmış" haliyle işleyen ve kendimi eski zaman beyefendileri gibi hissetmeme neden olan elleri öperim.
kaçınılmaz, "bir süre reklamcılık yaptığınız biliniyor. romanınız da bir reklam ajansında geçiyor. acaba otobiyografik yanı var mı?" sorusunu, "biliyorsunuz, gizli ajans bir 'absürd roman'. uzaylılar, kedi patron falan. fakat reklam ajanslarında şahit olduğum bazı şeyler var ki, 'absürd' sıfatı az gelir. mesela, romandaki muhasebeci karakteri gerçektir ve reklam ajanslarındaki bütün muhasebeciler onun gibidir. bunun gibi ufak tecrübeler romanda yer alıyor," cevabıyla savuşturdu.
söz sırası bana gelince bu sorunun kaldığı yerden devam ettim: "sanem musa'ya içinde küçük prens ve gülünün olduğu bir kar küresi armağan ediyor. sizin de içinde küçük prens ve gülü olan bir kar küreniz var mı? varsa, tıpkı romanda olduğu gibi o da kırık mı?"
"var ve kırık," deyince, dayanamadım, 'çok konuştum':"benim de var bir tane. ama benimkinde küçük prens gülüyle değil koyunuyla birlikte. ve henüz sağlam."
"ne güzel," dedi ve ona çok yakışan kocaman gülümsemesi eşliğinde beni uyarmayı ihmal etmedi: "lütfen çok dikkatli olun. kırılmasın."
*
aradan çok zaman geçti; günler, aylar, mevsimler... ama bir aşk geçmedi.
bir sabah o kar küresi yere düşüverdi. sadece çarpma sesini duydum. görmezsem kırılmaz sandım.
nihayet bakmayı başardığımda kürenin sağlam, kürenin üzerinde durduğu kaidenin kenarından bir iki küçük parçanın koptuğunu gördüm. hâlâ ayakta durabiliyordu. kitaplığın rafındaki yerine koydum. önüne bir iki şey koyarak kırık yeri bir süre kamufle ettim.
bu sabah uyandım ve artık dayanamadım. küçük prens ve koyununu köşesine adımın baş harfi işlenmiş bir mendile sarıp kaldırdım.
*
bu vesileyle, o mendilin köşesine adımın baş harfini hem de "başlangıcı geride kalmış" haliyle işleyen ve kendimi eski zaman beyefendileri gibi hissetmeme neden olan elleri öperim.
8 Temmuz 2013 Pazartesi
pazartesi neşesi
"dostum," diyebileceğim bir arkadaşım anlattı. ben onun yalancısıyım...
*
arkadaşımın, 'bir hanım dostum' dediği kahramanımız, altmış yaşlarında bir profesör. arkadaşım seçtiği kelimelerin taşıdığı en güzel anlamlarla deli, çatlak, çılgın diye tarif ediyor onu. gençliğinde eğitim için gittiği almanya'da prusyalı bir delikanlıya tutulmuş ama türkiye cumhuriyeti'nin önemli şahsiyetlerinden biri olan babası bu duruma karşı çıkınca hevesi kursağında kalmış. o günden bugüne bekar, hep hayattan alınacak bir intikamı daha varmış gibi yaşayıp gidiyormuş..
arkadaşım ve 'bir hanım dostum' dediği profesör hanım geçenlerde çoğunluğunu akademik çevrenin oluşturduğu bir kokteyle katılmışlar. akşam olup şehrin havası mevsim normallerine uygun biçimde serinleyince profesör hanım kadınlara has o ince beceriyle masadaki erkeklerden birinin ceketini omuzlarına bırakmasını sağlamış. genç adam her ne kadar bunu nezaketen yapmış olsa da aralarındaki hiyerarşi de bir anlamda bunu yapmasını zorunlu kılıyormuş.
gecenin sonunda kokteylden ayrılırken ceket hâlâ profesörün omuzlarındaymış. çünkü çıkarken ceketi adama vermeyi unutmuş(!) üstelik, etraftan gelen dost sesli uyarılara rağmen ceketi iade etmeyi birkaç gün ihmal etmiş.
bu arada genç adamın kıskanç karısı ceketin akibetini oldukça merak etmiş, günler sonra geri gelen ceket genç adama hayli zor saatler yaşatmış.
bu durum, arkadaşımın 'bir hanım dostum' dediği, altmış yaşlarındaki profesöre anlatılınca, yirmili yaşlarda kurnaz bir kadın edasıyla gülmüş ve şöyle demiş: o da kadınları ceketlere boğmasaymış.
*
arkadaşımın, 'bir hanım dostum' dediği kahramanımız, altmış yaşlarında bir profesör. arkadaşım seçtiği kelimelerin taşıdığı en güzel anlamlarla deli, çatlak, çılgın diye tarif ediyor onu. gençliğinde eğitim için gittiği almanya'da prusyalı bir delikanlıya tutulmuş ama türkiye cumhuriyeti'nin önemli şahsiyetlerinden biri olan babası bu duruma karşı çıkınca hevesi kursağında kalmış. o günden bugüne bekar, hep hayattan alınacak bir intikamı daha varmış gibi yaşayıp gidiyormuş..
arkadaşım ve 'bir hanım dostum' dediği profesör hanım geçenlerde çoğunluğunu akademik çevrenin oluşturduğu bir kokteyle katılmışlar. akşam olup şehrin havası mevsim normallerine uygun biçimde serinleyince profesör hanım kadınlara has o ince beceriyle masadaki erkeklerden birinin ceketini omuzlarına bırakmasını sağlamış. genç adam her ne kadar bunu nezaketen yapmış olsa da aralarındaki hiyerarşi de bir anlamda bunu yapmasını zorunlu kılıyormuş.
gecenin sonunda kokteylden ayrılırken ceket hâlâ profesörün omuzlarındaymış. çünkü çıkarken ceketi adama vermeyi unutmuş(!) üstelik, etraftan gelen dost sesli uyarılara rağmen ceketi iade etmeyi birkaç gün ihmal etmiş.
bu arada genç adamın kıskanç karısı ceketin akibetini oldukça merak etmiş, günler sonra geri gelen ceket genç adama hayli zor saatler yaşatmış.
bu durum, arkadaşımın 'bir hanım dostum' dediği, altmış yaşlarındaki profesöre anlatılınca, yirmili yaşlarda kurnaz bir kadın edasıyla gülmüş ve şöyle demiş: o da kadınları ceketlere boğmasaymış.
6 Temmuz 2013 Cumartesi
dakika ve skor
"mektubu beklemezsem ya da beklemiyormuş da gezintiye çıkmışım gibi yaparsam, onun geleceğini düşünürdüm. kendisini beklediğimi bilmemeliydi mektup, o zaman gelirdi. ama mektup gelmedi."*
*: emine sevgi özdamar, haliçli köprü
*: emine sevgi özdamar, haliçli köprü
5 Temmuz 2013 Cuma
joseph anton*
midnight's children (geceyarısı çocukları) ile hindistan'ın, shame(utanç) ile de pakistan'ın nefretini kazanan salman rusdie, bununla yetinmemiş the satanic verses yani şeytan ayetleri'yle islam dünyasının nefretini de kazanmış ve ayetullah humeyni de müslümanlığa hakaret ettiği gerekçesiyle hindistan ve güney afrika'da yasaklanan bu kitap yüzünden salman rusdie hakkında ölüm fetvası vermişti..
salman rusdie ise, hakkında verilen bu fetvayı evindeki özel hattan kendisini arayan ve hiçbir açıklama yapmadan, "nasıl bir duygu, hakkınızda ölüm fetvası verildiğini bilmek," diye soran bbc muhabirinden öğrenir. güneşli bir salı günüdür ama bu soru tüm ışığı söndürüvermiştir. ne dediğini bilmeden, "iyi bir duygu değil," diyebilir sadece. belki de hakkındaki fetvayı öğrenmeden önce tek derdi, eşi, amerikalı romancı marianne wiggins ile araları limoni olduğu için hissettiği kederdi. çünkü, bin dokuz yüz seksen dokuz yılındaydılar, tam da sevgililer günüydü.
ingiliz hükümeti fetva haberi duyulur duyulmaz onu korumak için ajanlarını görevlendirir. bu yaklaşık on yıl sürecek saklanma sürecinin de başlangıcıdır. yanında daima korumalar olacak, korumalar olmadan tek bir adım bile atmayacaktır. ingiliz gizli servisi onu daha rahat koruyabilmek ve saklayabilmek amacıyla banka hesapları, otel rezervasyonları, biletler vs. için kullanmak üzere ondan bir isim seçmesini ister.
ilk aklına gelen belki de en sevdiği yazar olan joseph conrad'ın adı olur. ama bu kadar ünlü bir yazarın adına sahip olmak da dikkat çekeceği için vaz geçilir. daha sonra hayran olduğu başka bir yazar, anton çehov aklına gelir. "anton conrad", "joseph çehov" varyasyonları kabul edilebilir olsa da ad-soyad birleşmesinin şart olmadığını düşünerek joseph anton olmasına karar verir.
bundan böyle gizli servis için salman rusdie değil, joseph anton'dur. yaklaşık on yıl boyunca hayatı ise joseph anton adıyla kalınan oteller, çıkılan seyahatler, banka hesapları vs. olacaktır.
o halde, yaşadıklarının en büyük tanığı olarak salman rusdie'yi joseph anton'un anlatmasından daha normal ne olabilir ki? üstelik rusdie'den "o" diye bahsedebilir.
*: salman rusdie, joseph anton: a memoir
salman rusdie ise, hakkında verilen bu fetvayı evindeki özel hattan kendisini arayan ve hiçbir açıklama yapmadan, "nasıl bir duygu, hakkınızda ölüm fetvası verildiğini bilmek," diye soran bbc muhabirinden öğrenir. güneşli bir salı günüdür ama bu soru tüm ışığı söndürüvermiştir. ne dediğini bilmeden, "iyi bir duygu değil," diyebilir sadece. belki de hakkındaki fetvayı öğrenmeden önce tek derdi, eşi, amerikalı romancı marianne wiggins ile araları limoni olduğu için hissettiği kederdi. çünkü, bin dokuz yüz seksen dokuz yılındaydılar, tam da sevgililer günüydü.
ingiliz hükümeti fetva haberi duyulur duyulmaz onu korumak için ajanlarını görevlendirir. bu yaklaşık on yıl sürecek saklanma sürecinin de başlangıcıdır. yanında daima korumalar olacak, korumalar olmadan tek bir adım bile atmayacaktır. ingiliz gizli servisi onu daha rahat koruyabilmek ve saklayabilmek amacıyla banka hesapları, otel rezervasyonları, biletler vs. için kullanmak üzere ondan bir isim seçmesini ister.
ilk aklına gelen belki de en sevdiği yazar olan joseph conrad'ın adı olur. ama bu kadar ünlü bir yazarın adına sahip olmak da dikkat çekeceği için vaz geçilir. daha sonra hayran olduğu başka bir yazar, anton çehov aklına gelir. "anton conrad", "joseph çehov" varyasyonları kabul edilebilir olsa da ad-soyad birleşmesinin şart olmadığını düşünerek joseph anton olmasına karar verir.
bundan böyle gizli servis için salman rusdie değil, joseph anton'dur. yaklaşık on yıl boyunca hayatı ise joseph anton adıyla kalınan oteller, çıkılan seyahatler, banka hesapları vs. olacaktır.
o halde, yaşadıklarının en büyük tanığı olarak salman rusdie'yi joseph anton'un anlatmasından daha normal ne olabilir ki? üstelik rusdie'den "o" diye bahsedebilir.
*: salman rusdie, joseph anton: a memoir
2 Temmuz 2013 Salı
temmuz da ölmek
hasan hüseyin, neredeyse kırk yıl evvel "haziran da ölmek zor" demiş.
ama biz tam yirmi yıl önce, haziranın yanı başında duran temmuzda ise ölmenin ne kadar kolay olduğunu öğrendik.
o günden bu güne, şairlerin devlet eliyle öldürüldüğü bir ülkenin vatandaşlarıyız.
ama biz tam yirmi yıl önce, haziranın yanı başında duran temmuzda ise ölmenin ne kadar kolay olduğunu öğrendik.
o günden bu güne, şairlerin devlet eliyle öldürüldüğü bir ülkenin vatandaşlarıyız.
1 Temmuz 2013 Pazartesi
kadınlar-erkekler: altı
erkekler karşılıksız bir aşkla kendisine bağlanan bir kadında "tutku" görürken, aynı durumda kadınların erkekte gördüğü şey "zavallılık"tan başka bir şey değildir.