istiklâl savaşı gazisi, haydarpaşa garı gece bekçiliğinden emekli yüz yaşındaki ruhi mücerret ile nereden ve neden ortaya çıktığını daha sonra anlayacağımız civan kazanova'nın yengesi, ozan'ın annesi, yaslı dul nazlı hilal ilk defa karşılaşıyor.
'ilk an'ın etkisi geçip kendine geldiğinde, yüz yaşındaki delikanlının, "benim yaşımda aşk, kimin kollarında öleceğine karar vermektir. aslında her yaşta öyledir," dediğini duyacaksınız.
şaşırmayın.
*
"hastane, uzay gemisi gibi dekore edilmişti. kalın cam ve ince mermerlerden yapılmış, lahit benzeri lobideki koyu renkli aynaların arasında, küle bulanmış kardan adam sessizliğiyle oturuyordum. civan pediatri uzmanının odasına girince tek başına kalmıştım. muayenehaneden genç bir kadın çıktı.
kalbim yanlış alarm veren geri kalmış bir saat gibi ötmeye başladı. kadın güzelliği beni her zaman cezp etmiştir. bu işte yalnız olmadığımı düşünüyorum.
sömürgeleştirilmiş bir ülkenin siyasi haritasını anadıran ağlamaklı yüzü köşeli ve çizgilerle doluydu. cenaze yemeği için soğan doğrayan taze dul misali, gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
bir kayanın altında yaşamıyorsanız, böylesi imtiyazlı bir zarafete ve süzme hüzne kayıtsız kalamazsınız.
güneş ona ışıklarını dik olarak gönderiyordu. yüksek ökçeli pabuçlarıyla, yansımalı fayans üzerinde yürürken, siyah elbisesinden kesilmiş gibi duran mendiliyle gözyaşlarını sildi. nafile. makyajını melekler yapmıştı besbelli. gözleri, deniz facialarına yol açabilecek mavilikteydi. ağzı, pırıl pırıl bir öpücük atölyesi. bu kadın, şişelenmiş yıldırıma benziyordu. kainat güzeli seçilmediyse adaylığını koymadığındandır. cazibe ve masumiyet onun bedeninde mükemmel bir kombinasyon oluşturuyordu.
"merhaba... ben nazlı hilal, ozan'ın annesiyim" diyerek elini uzattı. cennette siestaya dalmış, fevkalade bir rüya görüyordum sanki.
sesini duyunca nefesim büsbütün kesildi. kıpırdayamıyordum. astronot giysileriyle atletizm yarışına katılmış ya da don-atletle uzaya fırlatılmış gibi hissediyorum. kimliği belirlenemeyen hedefe ateş eden asker misali karışık duygular içindeydim. aşk'ın o ilk an'ında miladi kesinlik doğar; mazi ve istikbal birbirine kavuşur. yazık ki benim hayatım kaymıştı. türkçe'ye hakimiyetimi bir anda yitirdim. keş cazcının alkollü tükürüğüyle paslanmış trompetinki gibi bir sesle "dü-ce-ç-b-ak-ta-se-b-o" diye inledim. ["dünya cennete çok benziyor, aksi takdirde sen burada olmazdın" demeye çalışıyordum.]
karşı cinsin kara listesinde adım en tepede yazılı. biliyorum. beni olduğum gibi kabul etmek zor. nitekim fırın eldivenine benzeyen elimi korku filmlerindeki hortlaklar gibi uzatınca bastonum düştü. nazlı hilal'le tokalaşırken, mezar taşıma ne yazdıracağımı buldum: "yaşamak ölülerin de hakkı."
yanıma oturdu. ifriti evliyaya çeviren nurdan kemendiyle beni sımsıkı bağlayıverdi sanki. yerden alıp bana verdiği baston, onun mucizevi dokunuşuyla yeşerip filizlendi. öylesine güzel ki, onunlayken asla kaybolmazsınız. sonra... her ikimiz de şehir kütüphanesindeki balıklar kadar suskunlaştık. içimdeki derbeder, sakat ve baygın orkestra mozart'ın 40. senfonisi'nin molto allegro bölümünü çalmaya koyuldu."*
*: murat menteş, ruhi mücerret
'ilk an'ın etkisi geçip kendine geldiğinde, yüz yaşındaki delikanlının, "benim yaşımda aşk, kimin kollarında öleceğine karar vermektir. aslında her yaşta öyledir," dediğini duyacaksınız.
şaşırmayın.
*
"hastane, uzay gemisi gibi dekore edilmişti. kalın cam ve ince mermerlerden yapılmış, lahit benzeri lobideki koyu renkli aynaların arasında, küle bulanmış kardan adam sessizliğiyle oturuyordum. civan pediatri uzmanının odasına girince tek başına kalmıştım. muayenehaneden genç bir kadın çıktı.
kalbim yanlış alarm veren geri kalmış bir saat gibi ötmeye başladı. kadın güzelliği beni her zaman cezp etmiştir. bu işte yalnız olmadığımı düşünüyorum.
sömürgeleştirilmiş bir ülkenin siyasi haritasını anadıran ağlamaklı yüzü köşeli ve çizgilerle doluydu. cenaze yemeği için soğan doğrayan taze dul misali, gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
bir kayanın altında yaşamıyorsanız, böylesi imtiyazlı bir zarafete ve süzme hüzne kayıtsız kalamazsınız.
güneş ona ışıklarını dik olarak gönderiyordu. yüksek ökçeli pabuçlarıyla, yansımalı fayans üzerinde yürürken, siyah elbisesinden kesilmiş gibi duran mendiliyle gözyaşlarını sildi. nafile. makyajını melekler yapmıştı besbelli. gözleri, deniz facialarına yol açabilecek mavilikteydi. ağzı, pırıl pırıl bir öpücük atölyesi. bu kadın, şişelenmiş yıldırıma benziyordu. kainat güzeli seçilmediyse adaylığını koymadığındandır. cazibe ve masumiyet onun bedeninde mükemmel bir kombinasyon oluşturuyordu.
"merhaba... ben nazlı hilal, ozan'ın annesiyim" diyerek elini uzattı. cennette siestaya dalmış, fevkalade bir rüya görüyordum sanki.
sesini duyunca nefesim büsbütün kesildi. kıpırdayamıyordum. astronot giysileriyle atletizm yarışına katılmış ya da don-atletle uzaya fırlatılmış gibi hissediyorum. kimliği belirlenemeyen hedefe ateş eden asker misali karışık duygular içindeydim. aşk'ın o ilk an'ında miladi kesinlik doğar; mazi ve istikbal birbirine kavuşur. yazık ki benim hayatım kaymıştı. türkçe'ye hakimiyetimi bir anda yitirdim. keş cazcının alkollü tükürüğüyle paslanmış trompetinki gibi bir sesle "dü-ce-ç-b-ak-ta-se-b-o" diye inledim. ["dünya cennete çok benziyor, aksi takdirde sen burada olmazdın" demeye çalışıyordum.]
karşı cinsin kara listesinde adım en tepede yazılı. biliyorum. beni olduğum gibi kabul etmek zor. nitekim fırın eldivenine benzeyen elimi korku filmlerindeki hortlaklar gibi uzatınca bastonum düştü. nazlı hilal'le tokalaşırken, mezar taşıma ne yazdıracağımı buldum: "yaşamak ölülerin de hakkı."
yanıma oturdu. ifriti evliyaya çeviren nurdan kemendiyle beni sımsıkı bağlayıverdi sanki. yerden alıp bana verdiği baston, onun mucizevi dokunuşuyla yeşerip filizlendi. öylesine güzel ki, onunlayken asla kaybolmazsınız. sonra... her ikimiz de şehir kütüphanesindeki balıklar kadar suskunlaştık. içimdeki derbeder, sakat ve baygın orkestra mozart'ın 40. senfonisi'nin molto allegro bölümünü çalmaya koyuldu."*
*: murat menteş, ruhi mücerret
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder