söze karamazov kardeşler'in en cazip olanı dimitri'nin bir sandığın üzerinde uyuyakaldıktan sonra, uyandığında söylediği cümle ile başlayalım: "bir düş gördüm efendiler..."
*
burayı tanıyorum. yakarilerde geçirdiğim yaz tatillerinde vakit geçirmeyi çok sevdiğimiz, bazan evin kalabalığında rahat edemeyince sohbet etmek için kaçtığımız çay bahçesi. yeni sahibinin dönüştürdüğü sıradan hali değil ama. eski hali. varlığını ilk öğrendiğim günlerdeki hali gibi.
akasya, ıhlamur ve çınar ağaçlarının altında tahta, plastik, metal masa ve sandalyeler. bizim şansımıza etrafında dört tane kırmızı plastik sandalye olan yuvarlak bir masa düşmüş. üzerine etekleri rüzgarla oynaşan, kırmızı-beyaz ekose desenli bir örtü serili masanın rengi ise bilinmezlik diyarında kalmış.
sanki birilerini arıyormuş, karşılaşmak istediğim birileri varmış gibi etrafa bakıyorum ve orada olmaması gereken bir sürü meyve ağacı görüyorum. yaprak ve çiçekler bir arada. ilkbaharın yaza tutunduğu günler olmalı. mayıs sonu ya da haziran başlangıcı. şimdi olduğumuzdan daha genç görünüyoruz ama yaz tatilinde değiliz demek ki.
sohbetleşmeye gelmişiz. bunu biraz da önümüzde açık duran ama taşları çok az hareket etmiş tavladan anlıyorum. taşlar donup kalmış, biz şevkle sohbet ediyoruz. yakari merak ve şaşkınlık dolu bir ifadeyle anlattıklarımı dinliyor. sağ dirseği masada. eli gökyüzüne doğru; parmakları arasındaki sigaranın kıvrıla kıvrıla yukarı yükselen dumanını yakalamak ister gibi.
yüzündeki şaşkınlık ve merak o kadar büyük ki, anlattıklarımı duyabilsem, sanki bir siyasi partiye kaydolduğumu ya da türkiye'nin ilk seri katili olduğumu veya birine evlenme teklif ettiğimi duyacağım. allah muhafaza aşk acısı bile çekiyor olabilirim. oysa o defteri "o kız"la beraber kapattığım konusunda hem fikiriz.
telefon çalıyor ve neden bilmem ama açmadan yerimden kalkıyorum. bir an kendimi, ikimizi de tanıyan ve bunlara şahit olan üçüncü bir kişi gibi hissediyorum ve yakari'nin yanında konuşmayışıma çok şaşırıyorum.
telefonu çay bahçesinin alçak beton duvarla belirlenmiş sınırına doğru yürürken açıyorum. duvarın ardı uçurum. oysa bahçe içinde bir kaç ev olmalıydı orada. ama çay bahçesinin muhteşem manzarası yerli yerinde. biraz uzağa bakınca, şehrin en kalabalık karayolu masmavi marmara denizini küçükçekmece gölü'nden ayırıyor. deniz sakin, marmara için bu mavilik nadirattan.
tam bu sırada, sanki yerimden hiç kalkmamış gibi başını sağ omuzunun üzerinden geriye çevirmiş halde bana bakan yakari'yi ve 'biraz uzağa' bakan kendimi görüyorum. konuşmuyor da dinliyor gibiyim. derken, derin bir nefes alıyorum; sanki bir ok saplanmış, bir kalp kırılmıştı. sanki bir söz için kuvvet topluyordum. belki bir veda cümlesi için.
telefonu kapattığımı, fırlatıp atmak yerine avucumda tuttuğumu gördüm. yüzümde güçlü görünmeye çalışan bir ifade vardı. ağır adımlarla masaya döndüm.
yakari bana baktı ve galiba, "biteceğini en başında biliyordun. tıpkı her zaman bir bahar daha olduğunu bildiğin gibi..." dedi.
*
burayı tanıyorum. yakarilerde geçirdiğim yaz tatillerinde vakit geçirmeyi çok sevdiğimiz, bazan evin kalabalığında rahat edemeyince sohbet etmek için kaçtığımız çay bahçesi. yeni sahibinin dönüştürdüğü sıradan hali değil ama. eski hali. varlığını ilk öğrendiğim günlerdeki hali gibi.
akasya, ıhlamur ve çınar ağaçlarının altında tahta, plastik, metal masa ve sandalyeler. bizim şansımıza etrafında dört tane kırmızı plastik sandalye olan yuvarlak bir masa düşmüş. üzerine etekleri rüzgarla oynaşan, kırmızı-beyaz ekose desenli bir örtü serili masanın rengi ise bilinmezlik diyarında kalmış.
sanki birilerini arıyormuş, karşılaşmak istediğim birileri varmış gibi etrafa bakıyorum ve orada olmaması gereken bir sürü meyve ağacı görüyorum. yaprak ve çiçekler bir arada. ilkbaharın yaza tutunduğu günler olmalı. mayıs sonu ya da haziran başlangıcı. şimdi olduğumuzdan daha genç görünüyoruz ama yaz tatilinde değiliz demek ki.
sohbetleşmeye gelmişiz. bunu biraz da önümüzde açık duran ama taşları çok az hareket etmiş tavladan anlıyorum. taşlar donup kalmış, biz şevkle sohbet ediyoruz. yakari merak ve şaşkınlık dolu bir ifadeyle anlattıklarımı dinliyor. sağ dirseği masada. eli gökyüzüne doğru; parmakları arasındaki sigaranın kıvrıla kıvrıla yukarı yükselen dumanını yakalamak ister gibi.
yüzündeki şaşkınlık ve merak o kadar büyük ki, anlattıklarımı duyabilsem, sanki bir siyasi partiye kaydolduğumu ya da türkiye'nin ilk seri katili olduğumu veya birine evlenme teklif ettiğimi duyacağım. allah muhafaza aşk acısı bile çekiyor olabilirim. oysa o defteri "o kız"la beraber kapattığım konusunda hem fikiriz.
telefon çalıyor ve neden bilmem ama açmadan yerimden kalkıyorum. bir an kendimi, ikimizi de tanıyan ve bunlara şahit olan üçüncü bir kişi gibi hissediyorum ve yakari'nin yanında konuşmayışıma çok şaşırıyorum.
telefonu çay bahçesinin alçak beton duvarla belirlenmiş sınırına doğru yürürken açıyorum. duvarın ardı uçurum. oysa bahçe içinde bir kaç ev olmalıydı orada. ama çay bahçesinin muhteşem manzarası yerli yerinde. biraz uzağa bakınca, şehrin en kalabalık karayolu masmavi marmara denizini küçükçekmece gölü'nden ayırıyor. deniz sakin, marmara için bu mavilik nadirattan.
tam bu sırada, sanki yerimden hiç kalkmamış gibi başını sağ omuzunun üzerinden geriye çevirmiş halde bana bakan yakari'yi ve 'biraz uzağa' bakan kendimi görüyorum. konuşmuyor da dinliyor gibiyim. derken, derin bir nefes alıyorum; sanki bir ok saplanmış, bir kalp kırılmıştı. sanki bir söz için kuvvet topluyordum. belki bir veda cümlesi için.
telefonu kapattığımı, fırlatıp atmak yerine avucumda tuttuğumu gördüm. yüzümde güçlü görünmeye çalışan bir ifade vardı. ağır adımlarla masaya döndüm.
yakari bana baktı ve galiba, "biteceğini en başında biliyordun. tıpkı her zaman bir bahar daha olduğunu bildiğin gibi..." dedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder