orhan ka. kaldığı yerden devam ediyor...
ne diyordu bardamu, gecenin sonuna yolculuk'un 'sonu'na doğru: "gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir. bu dünyanın gerçeği ölümdür. seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek. bense asla kendimi öldüremedim."
*
doğduk. birileri "ilk günah" dedi, "en büyük günah" diyenlerle kanon yaparak.
başımızda birilerinin refakatinde toplu halde günün çoğunu geçirdiğimiz binalara servislerle ya da kendi ayaklarımızla gittik hep birlikte.
önümüze konulan kitapları, başımızda bekleyenlerin söylediklerini tekrar eder ve adına öğrenmek derdik. cevabı bilinen sorulara o cevapları vermeyi öğrendik sadece. ne zaman 'farklı' sorularımız olsa, ya müfredat dışıydık ya da o konulara henüz gelmemiştik. ne olur ne olmaz diye çoktan seçmeli sınavlarla cevaplarımızı kontrol altına aldılar.
hangimiz "yalnızca kendisinin hoşlandığı" şeyler yaptı? çünkü, "yalnızca kendisinin hoşlandığı" şeyleri yapmak bencillik. bencillik ise çok ayıp. "yalnızca kendisinin hoşlandığı" şeyleri yapmayan çocuk, sadece sisteme ve otoriteye boyun eğmekle kalmayıp, zamanla "yalnızca kendisinin hoşlandığı" şeylerin önemsiz, akıl dışı duygulardan oluşmuş olduğuna da ikna olmadı mı?
kendimiz olmak istesek, "yaramaz"dık. yoksa "işe yaramaz" mı demeliyim?
"çizgi dışı"nı iltifat saydık büyük bir yanılgıyla, oysa "fault" da deniyor bazı yerlerde. mesela teniste. aynı "fault", içinde depremler taşıyan "fay" da olabilir pekâlâ. toplumun ve tarihin deterministik emirlerinin dışına çıkmak isteyenlerin adı, "serseri", "anarşist", "deli" oldu.
çocuklarının geleceğinden endişe eden bazı ebeveynler onları bekleme salonunun duvarında "dünyayı değiştirmeye çalışacağına kendini değiştir," yazan doktor muayenehanelerine götürdü. öyle ya, böylesi kusursuz bir nizamın dışına çıkanlar, çıkmayı isteyenler muhakkak "arıza" olmalı.
kabul etmeliyim, hepimiz de henüz gençken bir defalık da olsa özgür ve kendimiz olmaya sevdalandık. ya da niyetlendik; tıpkı ebeveynlerimiz, abi ve ablalarımız ve bilumum kahramanlarımız gibi. oysa yoldan çıktığımızı sanmakla 'asıl' yola giriyorduk; şimdiye kadar yaşanmış hayatları tekrar ediyorduk...
kredi kartına kazanacağı puanların hayaliyle şehrin diğer ucundaki benzin istasyonuna giden adam da okumuştur tutunamayanlar'ı vaktinde. eğer sorarsanız, galiba kahramanı tutunamıyordu, diyecektir, yeni bağladığı işi kutladıkları yemekten kalan maydonozu diliyle dişlerinden kurtarmaya çalışırken.
toplumun koyduğu kurallara uyduk, ders çalışıp evlendik, askerlik, iş güç, çoluk çocuk, araba, ev kredisi ve saire...
*
tıpkı, güney hindistan'a özgü eski bir maymun tuzağı gibi. ki bu tuzak, bir kazığa zincirle bağlı, içi boşaltılmış bir hindistan cevizinden ibarettir. hindistan cevizinin içinde, eli küçük bir delikten sokarak avuçlanabilen pirinç vardır. delik, maymunun elinin girebileceği kadar geniş, ama o elin pirinci kavramış olarak çıkabilmesi için dardır. maymun, içine elini sokar ve tuzağa düşer. tuzağı kuran köylüler gelip, elindeki pirinci özgürlüğünden daha kıymetli sanan maymunu kolayca yakalar.
yaşadığımız hayatlar -yoksa tercih ettiğimiz hayatlar mı demeliyim- bu tuzağın modern versiyonundan başka bir şey değil. hayat içi boşaltılmış bir hindistan cevizi, içinde ise pirinç yerine evlerimiz, arabalarımız, ailelerimiz, memuriyetlerimiz var. banka hesapları, tatil planları, evliliği garantiye almak için çocuklar...
elimiz hindistan cevizinin içinde sıkışmış bekler ve öylece zamanı tüketmeye çalışırken oyunlar oynuyoruz bu gerçeği unutmak için. oyunlar oynuyor, bir şey anlamadığımız halde 'hikmet' devşirebilmek için, tehlikeli oyunlar okuyoruz 'albayım'.
bize hayat denileni yaşıyor, bir zamanlar, asla onlar gibi olmayacağım, dediklerimizin hayatını yaşıyoruz.
ders çalış, evlen, çocukların olsun...
*
bütün bunlar olup biterken, hayat dediğimiz hindistan cevizinin içindeki pirinci değerlendiremez oluyoruz.
pirinçsiz özgürlüğün pirinçle yakalanmaktan daha değerli olduğunu göremiyoruz.
"yanlış hayat doğru içermez," diyen adorno, mahallemizden senelerce önce taşınan, yüzünü zar zor hatırladığımız, bir yerden çıkartacağımız eski bir tanıdıktır artık.
mümkün, alternatifi hazır hayatlarımız var. altenatif hayatlar yedeğimizde.
hayatımız vaz geçilmez değil.
bu yüzden cezbesinin zirvesindeki brad pitt'in hayat verdiği dedektif mills, baştan ayağa karizma dedektif somerset dururken john doe'yu, clarice starling yerine dr. hannibal lecter'ı, collateral'de acımasız kiralık katil vincent'ı, heat'te 'kanun'un adamı vincent hanna yerine arkada bırakamayacağı herhangi bir şeye sahip olmayı reddeden azılı hırsız neil mccauley'i, john dillinger'ı, dexter morgan'ı seçiyoruz. onların tarafını tutuyoruz.
çünkü, kötüler, çılgınlar ve deliler kahramanlarımız... çünkü bildikleri tek bir hayat var ve doğru ya da yanlış onun peşindeler. çünkü, hayatını feda etmeye değer bir hayatları var.
yanlış ya da doğru olması farketmiyor, önemli olan yaşadıkları hayata herhangi bir bedele değişmeyecek kadar inanmış olmaları.
ya siz?
biliyorum, piza'dan floransa'ya işçi taşıyan bir kamyon şoförü* söylemese de farkındayız gerçeğin: "hayatımız hayat değil."
*
biliyorum, "görenler üstünde iyi duruyor derdi her bakışta"** kendimize ait sandığımız bu "ısmarlama" hayata... ve yine biliyorum, "bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum" demek cesaret ister, ya da şairlik.
gerçeği gören ya da kabul eden değilse de söylemeye cesaret eden yalnızca revolutionary road'da olduğu gibi hafta sonu için özel izinle tımarhaneden çıkabilmiş shep campbell gibiler oluyor.
köylüler bizi yakalayıp götürmek üzere geliyorlar. yaklaşıyorlar... yaklaşıyor yaklaşmakta olan.
hangimiz, "senin hayatın hayat değil, biri sana bunu desin diye bekliyorsun yıllardır," diyecek bir muhataba yanıldığını söyleyebilir?
kimin cevabı "evet," olası bir "hayatın, hayatını feda etmeye değer mi," sorusuna?
sustum. sustun. sustu. sustuk. sustunuz. sustular...
*
her sabah daha da yaşlı bir dünyaya uyanıyor, güne taze umutlarla başlıyoruz.
ve her akşam, bir defa daha yaşayamayacağımızı bildiğimiz bir günü daha tüketmiş olarak eve dönüyoruz.
döndüğümüz evler ya da vardığımız yerler, hiçbiri hatırladıklarımıza benzemiyor. çokça ve çabucak tüketiyoruz, unutuyoruz.
oysa avucumuzu açarsak özgür olacağız. bunu yapabilmek için önümüzdeki tek engel pirinci özgürlükten daha değerli gören değerler sistemi.
size dayatılan bu duvarı ne zaman yıkacaksınız? "damlaların sürekliliği" diyecek kadar uzun bir yaşama sahip olduğunuzu mu sanıyorsunuz?
bir avuç pirinç için değer mi?
değdi mi?
*
sizi bilmem ama ben de "kendimi öldüremedim..."
* m.duras, cebelitarık denizcisi
**i.özel, mataramda tuzlu su
bu yazı yaşamınızda kalıcı
hasarlara neden olabilir
ne diyordu bardamu, gecenin sonuna yolculuk'un 'sonu'na doğru: "gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir. bu dünyanın gerçeği ölümdür. seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek. bense asla kendimi öldüremedim."
*
doğduk. birileri "ilk günah" dedi, "en büyük günah" diyenlerle kanon yaparak.
başımızda birilerinin refakatinde toplu halde günün çoğunu geçirdiğimiz binalara servislerle ya da kendi ayaklarımızla gittik hep birlikte.
önümüze konulan kitapları, başımızda bekleyenlerin söylediklerini tekrar eder ve adına öğrenmek derdik. cevabı bilinen sorulara o cevapları vermeyi öğrendik sadece. ne zaman 'farklı' sorularımız olsa, ya müfredat dışıydık ya da o konulara henüz gelmemiştik. ne olur ne olmaz diye çoktan seçmeli sınavlarla cevaplarımızı kontrol altına aldılar.
hangimiz "yalnızca kendisinin hoşlandığı" şeyler yaptı? çünkü, "yalnızca kendisinin hoşlandığı" şeyleri yapmak bencillik. bencillik ise çok ayıp. "yalnızca kendisinin hoşlandığı" şeyleri yapmayan çocuk, sadece sisteme ve otoriteye boyun eğmekle kalmayıp, zamanla "yalnızca kendisinin hoşlandığı" şeylerin önemsiz, akıl dışı duygulardan oluşmuş olduğuna da ikna olmadı mı?
kendimiz olmak istesek, "yaramaz"dık. yoksa "işe yaramaz" mı demeliyim?
"çizgi dışı"nı iltifat saydık büyük bir yanılgıyla, oysa "fault" da deniyor bazı yerlerde. mesela teniste. aynı "fault", içinde depremler taşıyan "fay" da olabilir pekâlâ. toplumun ve tarihin deterministik emirlerinin dışına çıkmak isteyenlerin adı, "serseri", "anarşist", "deli" oldu.
çocuklarının geleceğinden endişe eden bazı ebeveynler onları bekleme salonunun duvarında "dünyayı değiştirmeye çalışacağına kendini değiştir," yazan doktor muayenehanelerine götürdü. öyle ya, böylesi kusursuz bir nizamın dışına çıkanlar, çıkmayı isteyenler muhakkak "arıza" olmalı.
kabul etmeliyim, hepimiz de henüz gençken bir defalık da olsa özgür ve kendimiz olmaya sevdalandık. ya da niyetlendik; tıpkı ebeveynlerimiz, abi ve ablalarımız ve bilumum kahramanlarımız gibi. oysa yoldan çıktığımızı sanmakla 'asıl' yola giriyorduk; şimdiye kadar yaşanmış hayatları tekrar ediyorduk...
kredi kartına kazanacağı puanların hayaliyle şehrin diğer ucundaki benzin istasyonuna giden adam da okumuştur tutunamayanlar'ı vaktinde. eğer sorarsanız, galiba kahramanı tutunamıyordu, diyecektir, yeni bağladığı işi kutladıkları yemekten kalan maydonozu diliyle dişlerinden kurtarmaya çalışırken.
toplumun koyduğu kurallara uyduk, ders çalışıp evlendik, askerlik, iş güç, çoluk çocuk, araba, ev kredisi ve saire...
*
tıpkı, güney hindistan'a özgü eski bir maymun tuzağı gibi. ki bu tuzak, bir kazığa zincirle bağlı, içi boşaltılmış bir hindistan cevizinden ibarettir. hindistan cevizinin içinde, eli küçük bir delikten sokarak avuçlanabilen pirinç vardır. delik, maymunun elinin girebileceği kadar geniş, ama o elin pirinci kavramış olarak çıkabilmesi için dardır. maymun, içine elini sokar ve tuzağa düşer. tuzağı kuran köylüler gelip, elindeki pirinci özgürlüğünden daha kıymetli sanan maymunu kolayca yakalar.
yaşadığımız hayatlar -yoksa tercih ettiğimiz hayatlar mı demeliyim- bu tuzağın modern versiyonundan başka bir şey değil. hayat içi boşaltılmış bir hindistan cevizi, içinde ise pirinç yerine evlerimiz, arabalarımız, ailelerimiz, memuriyetlerimiz var. banka hesapları, tatil planları, evliliği garantiye almak için çocuklar...
elimiz hindistan cevizinin içinde sıkışmış bekler ve öylece zamanı tüketmeye çalışırken oyunlar oynuyoruz bu gerçeği unutmak için. oyunlar oynuyor, bir şey anlamadığımız halde 'hikmet' devşirebilmek için, tehlikeli oyunlar okuyoruz 'albayım'.
bize hayat denileni yaşıyor, bir zamanlar, asla onlar gibi olmayacağım, dediklerimizin hayatını yaşıyoruz.
ders çalış, evlen, çocukların olsun...
*
bütün bunlar olup biterken, hayat dediğimiz hindistan cevizinin içindeki pirinci değerlendiremez oluyoruz.
pirinçsiz özgürlüğün pirinçle yakalanmaktan daha değerli olduğunu göremiyoruz.
"yanlış hayat doğru içermez," diyen adorno, mahallemizden senelerce önce taşınan, yüzünü zar zor hatırladığımız, bir yerden çıkartacağımız eski bir tanıdıktır artık.
mümkün, alternatifi hazır hayatlarımız var. altenatif hayatlar yedeğimizde.
hayatımız vaz geçilmez değil.
bu yüzden cezbesinin zirvesindeki brad pitt'in hayat verdiği dedektif mills, baştan ayağa karizma dedektif somerset dururken john doe'yu, clarice starling yerine dr. hannibal lecter'ı, collateral'de acımasız kiralık katil vincent'ı, heat'te 'kanun'un adamı vincent hanna yerine arkada bırakamayacağı herhangi bir şeye sahip olmayı reddeden azılı hırsız neil mccauley'i, john dillinger'ı, dexter morgan'ı seçiyoruz. onların tarafını tutuyoruz.
çünkü, kötüler, çılgınlar ve deliler kahramanlarımız... çünkü bildikleri tek bir hayat var ve doğru ya da yanlış onun peşindeler. çünkü, hayatını feda etmeye değer bir hayatları var.
yanlış ya da doğru olması farketmiyor, önemli olan yaşadıkları hayata herhangi bir bedele değişmeyecek kadar inanmış olmaları.
ya siz?
biliyorum, piza'dan floransa'ya işçi taşıyan bir kamyon şoförü* söylemese de farkındayız gerçeğin: "hayatımız hayat değil."
*
biliyorum, "görenler üstünde iyi duruyor derdi her bakışta"** kendimize ait sandığımız bu "ısmarlama" hayata... ve yine biliyorum, "bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum" demek cesaret ister, ya da şairlik.
gerçeği gören ya da kabul eden değilse de söylemeye cesaret eden yalnızca revolutionary road'da olduğu gibi hafta sonu için özel izinle tımarhaneden çıkabilmiş shep campbell gibiler oluyor.
köylüler bizi yakalayıp götürmek üzere geliyorlar. yaklaşıyorlar... yaklaşıyor yaklaşmakta olan.
hangimiz, "senin hayatın hayat değil, biri sana bunu desin diye bekliyorsun yıllardır," diyecek bir muhataba yanıldığını söyleyebilir?
kimin cevabı "evet," olası bir "hayatın, hayatını feda etmeye değer mi," sorusuna?
sustum. sustun. sustu. sustuk. sustunuz. sustular...
*
her sabah daha da yaşlı bir dünyaya uyanıyor, güne taze umutlarla başlıyoruz.
ve her akşam, bir defa daha yaşayamayacağımızı bildiğimiz bir günü daha tüketmiş olarak eve dönüyoruz.
döndüğümüz evler ya da vardığımız yerler, hiçbiri hatırladıklarımıza benzemiyor. çokça ve çabucak tüketiyoruz, unutuyoruz.
oysa avucumuzu açarsak özgür olacağız. bunu yapabilmek için önümüzdeki tek engel pirinci özgürlükten daha değerli gören değerler sistemi.
size dayatılan bu duvarı ne zaman yıkacaksınız? "damlaların sürekliliği" diyecek kadar uzun bir yaşama sahip olduğunuzu mu sanıyorsunuz?
bir avuç pirinç için değer mi?
değdi mi?
*
sizi bilmem ama ben de "kendimi öldüremedim..."
* m.duras, cebelitarık denizcisi
**i.özel, mataramda tuzlu su
Nasıl da denk geldi, Gündüz Vassaf'ın Cehenneme Övgü'sünün önsözünü biraz önce okumuşken. Evren bile işaret ediyor da, ben hala sakince kahvemi yudumluyorum. Demek ki tüketim törpüleyen bir şey aynı zamanda.
YanıtlaSildemek cehenneme övgü'yü okuyorsunuz. -ya da okuyacaksınız-
YanıtlaSilçok şanslınız.
pek ufuk açıcı pek keyifli bir kitaptır. ve ikiz kardeşi cennetin dibi'ni de ihmal etmeyin.
yıllar önce okumuştum her ikisi ve bendeki etkisi baki olmuştur. "beni ben yapanlar"dan sayılabilirler.
bu yorum ise başka bir denklik taşıyor. ben en çok cennetin dibi'ni severken, orhan ka. cehenneme övgü'den yana atar zarını.
“gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir, bu dünyanın gerçeği ölümdür. seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek” diyen bardamu’ya, “gerçeği bilip, yalanı görüp, acı çekerek yaşamanın karşılığı ne” diye sormak isterdim.
YanıtlaSilhala hayatta olduğumuza göre, yazıya göre ‘yalan’ söylüyoruz. öyle mi?
manifestolar…kendini öldüremeyenlerin, birileri kendini öldürsün diye yazdığı yazılar mıdır?
"yapacağımız tek seçim neye inanacağımızdır" diyerek intihar eden david foster wallace’a selam olsun.
kalıcı hasarlar… hepsini de yakın hissettiklerim ‘hediye’ etti. canları sağ olsun!
bence bu yazı "sağırlara söylenen bir şarkı" değilse, bazan sesli bazan sessiz "yalancı" olduğumuzu söylüyor.
YanıtlaSilkitabı yarıladım ve niyeyse bakınma ihtiyacı hissettim nete derken kendimi burada buldum. yorum yazıp yazmama konusundaki kararsızlığımı yendim. bardamu için bir şeyler karalayacaktım gitmekte olduğum sayfamda ancak neden burada ufaktan başlamayayım ki, değil mi, öyle değil mi?
YanıtlaSilCéline; anlatmak için yaşatanlardan olduğundan mıdır ‘gece’ gibi karanlık anılarını yazması bilemem ama yanlızlığa olan o derin tutkusu sayesinde bizi yolculuğuna dahil edebildiğini kim inkar edebilir saygıdeğer orhan ka.?
başlamak iyidir. yeri ve zamanı o kadar önemli değil.
YanıtlaSilcéline ve bardamu aynı kişiler olmayabilir. dikkat edin derim.
orhan ka. sorunuza ne cevap verir, bir fikrim yok.