31 Mart 2013 Pazar

kleist

"hedefi yoktur onun. bir şehre, bir ülkeye, bir amaca göz kırpmaz; yalnızca gerilmiş yaydan fırlar gider, kendinden uzaklaşır. kendinden kaçmak istemektedir, bir şeyleri kuvvetlice aşmak istemektedir. şehirleri (ona çok benzeyen lenau'ın 'ruh hastası' şiirinde dediği gibi) ateşli bir hastanın yastıkları gibi değiştirmiştir. her yerde serinleme arar, şifa umar: ama kaderin kovaladığı adamın ocağı tütmez, başını sokacak yeri yoktur."*


*: stefan zweig, dünya fikir mimarları-cilt I : kendileri ile savaşanlar - kleist

29 Mart 2013 Cuma

hatıralar*

geçen gün kaldığımız yerden devam edelim.

en son, mutfak tezgahına yaslanmış ısınan suyun makine içindeki devinimi dinlerken, o şarkıyı mırıldanıyorduk: "geçip giden, u uu, zamanları, u uu, bir yerlerde bulsam."

*mirkelam, hatıralar

27 Mart 2013 Çarşamba

kitaplığı düzenlemek

bavul hazırlamak ya da ilişkinin tam orası geldiğinde kaçmak değerlendirme dışı tutulursa elimin yavaş olduğu söylenebilir. soğan doğrarken, traş olurken, duşta, yazarken, sevişirken vesaire...

(çünkü, bavulu üç gün önceden hazırlayıp yolculuk günü geldiğinde hareket saatine kadar internette ünlülerin makyajsız haline bakarak vakit doldurmayı sevmiyorum. çünkü, eğer tam vaktinde kaçamazsam aşık olup yerle bir oluyorum ve önümde yaralarımı iyileştirmek ve unutmak için yeterli zaman olduğunu da düşünmüyorum. çünkü, "soğanları küp küp doğrayın," denmişse öyle doğranmalı, kim favorilerinin yamuk olmasını ve burnunun tam altında bir kaç tüy kalmasını ister ki, suyu seviyorum ve bunun bir çeşit kader olduğunu biliyorum, yazarken o kadar yavaşım ki, neredeyse dört ay önce ilk iki cümlesini yazarak başladığım, 'günden kalan' bu yazıyı ancak bitirebiliyorum, sevişirken ise... )

her neyse, ne diyordum? elimin yavaş olduğu söylenebilir...

ama bu yavaşlık "kitaplığı düzenlemek" söz konusu olduğunda en yiğit dağcıların, en kararlı seyyahların bile aşamayacağı bir zirveye dönüşüyor. öyle ki, kaplumbağayla yer değiştirip tavşanla yarışsam tavşana dahi geçilirim.

*

mesele kitapları konu, yazar, yayınevi ve hatta renklerine göre raflara dizmek değil. öyle olsa işim daha kolay olur, bu yazı da olmazdı.

elime aldığım her kitap şöyle bir incelenecek, zamanda uzun bir yolculuk yapılacak -hangi şehir, hangi mevsim, yol arkadaşları vb.-, eğer okunmamış bir kitapsa neden öyle kaldığı hatırlanacak ve okuma planında yer açılmaya çalışılacak, okunmuş bir kitapsa altı çizili satırlara göz atılacak ve o satırların neredeyse tamamı okunacak, telefonlar açılacak, -söz gelimi öykücü'ye, yazıp unuttuğu ama bende bir örneği nasılsa kalmış şiirlerini okumak ya da bir arkadaşa, "geçen gün konuştuğumuz kitap şu an elimde," demek için, ya da dost sesine dokunsun istediğim bir metin ya da şiir için telefonlar-, okunmuş olması şaşkınlık nedeni bir kaç kitap mutlaka çıkacak ve hatırlamak için bir kaç sayfası okunacak...

sonra mutfağa gidilip filtre denilen kağıdın kenarlarını kıvırıp katlarken, tepeleme üç kaşık kahveyi metal kutusundan alıp kahve makinesine aktarırken, ısınan suyun makine içindeki devinimi dinlerken, mutfak tezgahına yaslanırken o şarkı mırıldanılacak: "geçip giden, u uu, zamanları, u uu, bir yerlerde bulsam."

*

bu defa buna izin vermeyecektim. bu yüzden kahramanı amcası olan küçük bir adamı yardıma çağırdım. benim manyak olduğumu düşünmesin diye onun yanında kitaplarla muaşakayı kısa tutacak, hem sıkılmasın diye hem de vaktini almamak için elimi çabuk tutacaktım.

en sol en üst rafı herhangi bir sıkıntı çıkmadan hallettik. neredeyse ezbere bildiğim, neyin ne olduğunu en iyi bildiğim raf orası çünkü. sonra giderek hızım düşmeye, kahramanı amcası olan küçük adamımız elinde kitaplarla oflaya puflaya beni beklemeye başladı. bazen gidip de dönemediğim yerlerden onun beni çağıran sesiyle dönebildim. o olmasaydı yolumu bulmak için peşim sıra attığım mısır tanelerini kuşlar yer, dönüş yolunu bulamazdım.

geri kalan rafları düzenlemeyip sadece dizdik ve neredeyse dört ay oldu hâlâ düzenlemeye devam ediyorum.

*

şuradaki konfidenz* değil mi?


*: ariel dorfman, ayrıntı yayınları

25 Mart 2013 Pazartesi

günün sorusu: hayat

görünürdeki hayatın bir hayatın tamamı olmayabileceğini fark ettiğinizde hangi mevsimdi? ya da fark ettiniz mi?

23 Mart 2013 Cumartesi

çember

"sen ve yağmur.
başa dönemezsiniz.
öyle bir yol yürüdünüz ki ancak
dönüş yolunu yok ederek gelebilirdiniz
inişiniz iniş olurdu başa dönmemecesine.
yağmur yalnız yağarken yağmurdur
sen yalnız senken sensin
burada kalamazsın ve başa dönemezsin"*



*: ismet özel, of not being a jew

20 Mart 2013 Çarşamba

sensiz saadet neymiş*

bu şarkıyı ne vakit dinlesem, "günün sorusu" tadında merak ederim: "uzaktan sevmek"in güzelliği, denenmiş ama başarılamamış bir ilişkinin akibeti mi, yoksa tecrübesine güvenen birinin muhatabını ikna etmeye çalıştığı, daha hikaye başlamadan çizdiği bir güzergâh mıdır?

şarkıyı asıl sahibinden dinlemek ise bir başka güzellik.

*yaşar güvenir, sensiz saadet neymiş

18 Mart 2013 Pazartesi

kısa kısa - yedi

* herhangi bir yere bakmadan nietzsche veya lynyrd skynyrd yazabiliyorsanız sosyal medyadan doçentlik ünvanı alabilirsiniz. üzerine, yoknapatawpha (w. faulkner romanlarının geçtiği hayali güney amerika şehri) yazabilenlerin ise profesör unvanları garanti.

ben mi, ben "kral"ım...

* nasılsın, sorusuna m.ünsal eriş'ten esaslı bir cevap: "içime bir ad koyacak olsam leyla derim, öyle güzelim."

* "kimsenin kendilerine vaat etmediği topraklara doğru yola düştüler. ama denizi hiç bulamadılar. (g. g. marquez, yüzyıllık yalnızlık)"

* genellemeleri severim ama inanmam.

* "insan tabancasını unuttuğu vakit kurşunu bir çekiçle istediği yere çakabilir. böylece aynı sonuç elde edilir. (cavanna, karşı ansiklopedi)"

* "sende, ben, imkansızlığı seviyorum,/ fakat asla ümitsizliği değil... (n. hikmet)"


* osman sınav'ın uzun hikaye ile hem kendisi hem türk sineması için büyük bir fırsatı kaçırdığını düşünüyorum.

* eğer türk yapımı bir anna karenina söz konusu olsaydı, anna için ilk adayım farah zeynep abdullah olurdu.

* savaş ve barış'ta bir yandan napolyon (fransa) ile savaşıp, diğer yandan gündelik hayatta fransızca konuşan kahramanlarla, emperyalizm nefretini dillerinden düşürmedikleri halde türkçeye tercüme edilmiş bir kitabın ingilizcesini okuyan ya da aynı düzeyde türkçe sayfası mevcutken wikipedianın ısrarla ingilizce sayfalarını referans verenleri birbirine benzetiyorum. kolayca tahmin edeceğiniz üzere öylelerinden nefret ediyorum.

* bio ya da organik havuçlarla öyle olmayanların aynı tarlada yetiştiğine inanıyorum. sadece yamuk olanları bio ya da organik diye diğerlerini de öyle değil diye satıyorlar.

* neden bilmem, içinde "deneme" geçen başlıkları seviyorum. mesela, "resim sanatının ve şiirin sınırları konusunda bir deneme (g.e lessing, 1766)" ya da "gün ortasında apansız ellerin üzerine bir yorum denemesi"

* birsen tezer "ikinci cihan" albümünü çıkartıyor ve siz söylemiyorsunuz. üstelik tarih kitaplarına inanmam.

* bugünün çocukları hiçbir şeye bağlanmadan büyüyor. bireysel takılıp başka insanların onlar adına deneyimlediği hayatları yaşıyorlar. sonra da "gençlik özgürlük" oluyor.

* "fareler ve insanlar" aynı masada "bira" içecek, sonra da bunun adı edebiyat olacak... haklılar, edip cansever şiiri de sansürlenmeli.

* sonsuz mutluluk mahkûmun zincirlerine yenik düşmesinden başka bir şey değil.

* biz erkekler paçası ayak bileklerinin beş parmak üstünde duran pantolonları nasıl giymiyorsak kadınlar da yüksek bel pantolon giymesin. arz ederim.

* "hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz yazı hariç"ciler halt etmiş. mona roza reklam yıldızı olmuş.

* müslüm gürses vefat etti. mekanı cennet olsun. umarım yüksek sosyete, "alın ferhat göçerinizi verin müslüm gürses'i," çağrılarına artık olumlu yanıt verir.

* chevez de gitti. bu latin amerikalı derviş, kapitalizmi durduramasa da titretmişti. "halkımızı sindiren açlık, yoksulluk ve sömürgecilik zincirini kırmadan önce istirahate çekilmeyeceğiz. ya bu ülke özgür bir ülke olacak ya da onu özgürleştirmeye çabalarken öleceğiz," derdi. en azından sözünün, "çabalarken öleceğiz" kısmını tuttu. inandığı tanrılar hesap gününde bu sevabını unutmasın.

* hilmi yavuz, bir defa daha yılmaz erdoğan için demediğini bırakmamış. keşke bunun bir film olduğunu, üstelik o yıllarda yirmi beş yaşında olması gereken necatigil'in 'rol icabı' ellilerinde olduğunu hesaba katsaydı ve bu topa hiç girmeseydi.

* hayır, şarkıyıyı unutmadım. o şarkı.

16 Mart 2013 Cumartesi

şimdi sen gidiyorsun ya*

reveransını tamamladıktan sonra başını kaldırıp bana baktığında, yani bir kuş sürüsü parkın en büyük ağacından havalanıp başka bir ağaça konduğunda, "gitme," diyemedim.

derin bir nefes alıp, "n'olur allahım, bir defa da herkes bana benzesin," diyebildim ancak.

kuş sürüsü yeniden havalandı, o da, "lütfen hiç kimse sana benzemesin," dedi.

o gün bu gündür burada, bana hep rus romanlarındaki koruları hatırlatan bir parkın ortasındayım.



*: yılmaz erdoğan

15 Mart 2013 Cuma

bir adın vardı senin, tomris uyar'dı*

ona "ikinci yeninin gelini" dediler.

o ise, "ben de 'memleket hikayeleri'ne bir öykü, 'huzur'a bir huzursuzluk, 'aşk-ı memnu'ya engelsiz bir aşk katmak isterdim. eğer melale aşina bir okur nesli görebilseydim..."

işte o güzel kadın yetmiş iki yıl önce bugün doğmuştu.

doğum günü kutlu olsun.

biz onu sevenler, "güzelim" sümük çizgisinden öperiz.

*

aylar önce onun için yazılmış en güzel şiir aklıma düşmüş, paylaşmıştım. şimdi de doğum gününü bahane ederek ona yazılmış en güzel ikinci şiiri okuyalım:
"seni sonsuz biçiminde buldum o biçimi almıştın
sandviçlerle, kötü şehirle, terle başbaşa kalmıştın

yürüdü üstüne herkesin neonu, herkesin babaannesi
herkesin en eski olan kökü, en eski hanesi

yeşili bozup suya çevirdin, akşamı sonsuz uzattın
ne buldunsa o akşama uygun, ne buldunsa ona kattın

perdeler uzundu, rüzgar kısa, masalar üç bacaklı
masalar dört bacaklı, rüzgarlar uzun, perdeleri kısalttın

sen bir atmacanın en uzun çığlığısın her tür gökte
göğü büyüttün, otobüsleri aldın, şehirleri ufalttın

yıkılan bir kedi bir süre olarak doldurur sesini
seversin bir kanaryanın sesinden çok kendisini

denizi ve ormanı, açlığı ve başkaldırmayı ayırmadın
bırakılmış bir köşebaşının en güzel tanımıdır adın

seversin diye söylerim her şeyi, sana uygun olsun
çünkü her şeyin birbirine uygununu sen bulursun

gel ellerini ver en güzel ellerini öyle
ruhum, ateş yüreğim, kokum, birlikte öyle"**

*: edip cansever, yaş değiştirme törenine yetişen öyle bir şiir
**: turgut uyar, tomris uyar için bir şiir çalışması

13 Mart 2013 Çarşamba

dumankara

mazisinde 'bir ankara' yatanlar için levent cantek 'in kaleminden çizgi-roman.

daha doğrusu, "istanbullular olmasaydı ankaralı olmamı belki de hiç önemsemeyecektim," diyen levent cantek'in yazdığı yirmi bir ankara hikâyesini çizgileriyle yorumlayan on dokuz çizerin ortak "albüm"ü: dumankara-hayat bir yangındı...

çoğunluğu ankara'nın kenar mahallelerinde geçen ve kahramanları oralardan çıkma bu hikâyeler, bin dokuz yüz on altı yangınıyla başlayıp günümüze kadar geliyor.

murat menteş'in korkma ben varım romanında ersin karabulut'la beraber giriştiği ve bence eline yüzüne bulaştırdığı denemeyi akla getiren, geleneksel çizgi-roman anlatımının dışında edebiyata da göz kırpan bu albümde, çizerlerin her biri kendine özgü estetik anlayışlarıyla hikâyeleri yorumluyor ve okumanın hazzını çizgi romanlardan öğrenmiş, yaşı sorulduğunda, "yaşlanıyorum," cevabı veren adamların damağında hoş tatlar bırakıyor.

sonuç olarak, oldukça başarılı bir çalışma, çok iyi çizgi-roman. ya da çizgi-romanı trendy bulmayanlar için grafik-roman...

*

"isli sabahçı kahveleri, ekmekle soğan, nam için yaşayan hikâyelerin mahallesi. kaledibi, altındağ, eskitepe. kabadayı yevmiyesi. azap ceketi, hayal hançerleri, yıkıldı yıkılacak ahşap evler, teneke çatılar, güvercin taklaları, afyonun ve tütünün saati. şıngır mıngır sofralar, allah'ın inayetine şükran. yerdeki kel halılar, ahbapsız apartmanlar, siyahî gündüzler, şehirdeki tezek kokusu, eskiyip cızırdayan plaklar...

isyanım sana ankara. ışıklı ve gülümseyen cömert ali. kürdün gazeli, fidayda'sız duramayan angaralı. hüzün kalbimize çökmüş uzun bir cümle...biz bu kavgayı kaybettik!

dumankara, hayat bir yangındı albümü, ankara'yı yirmi bir hikâyeyle anlatıyor, yeraltının dumanını tüttürüyor, sokağın kirini konuşuyor. perdesi kısa gelmiş evi, kale arkasını, çıldırmasa görülmeyecek yoksulları, para kokan alemleri, 'lan sen ne alçaksın dünyayı ' dönderiyor..."



merkez üs: http://dumankara.com/

12 Mart 2013 Salı

tehlikeli şiirler: sekiz

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla.
hilmi yavuz'dan 'söz ve zaman' mesela...

"bir dağın uzantısı olmak
sana yetmediği zaman
gör ki sıradağlar talanda...
sözlere bak, bağı çözük çiçekler
gibi ortada, dağılmış duruyor
nerdesin? hangisinde? solmakta mısın
                        doğrularda ve yalanda?                                      

işte hangi uçurum dillerinin
dip kuytularında olmak
beni sana göre daha sınırda kılar?
ve aramızdaki sınır
                  hangi kaybolmalarda                                      
tenhayla çizilmiştir?
her şeydir, savrulur, ama bir şey
direnir o hala bende kalanda

kayboldum akarsudan sözlerde
aktıkça yıpranan şiirlerde
ve en yabanıl olanda...
şimdi kim dindirecek erguvanları bende?
çünkü Söz'üm ben, Söz'üm,
               hem bulandım                                             
hem de arındım aynı zamanda"

10 Mart 2013 Pazar

satranç

adam fawer çoksatan kitabı olasılıksız'da, "satranç hayat gibidir... her taşın kendi işlevi vardır. bazıları zayıftır, bazıları güçlü. bazıları oyunun başında işe yarar, bazılarıysa sonunda. ama kazanmak için hepsini kullanmak zorundasın. aynen hayatta olduğu gibi, satrançta da skor tutulmaz. on taşını kaybedip, yine de kazabilirsin. satrancın güzelliği budur... işler her an tersine dönebilir. kazanmak için yapmak gereken tek şey tahtanın üzerindeki olası hamleleri ve anlamlarını iyi bilmek ve karşındakinin ne yapacağını kestirebilmek," der.

vnf. ise, alıntıdaki güzelliğe ve satranca olan tüm saygısına rağmen hayatı tavla gibi görmekte ısrar eder. zarınız ne gelirse onu oynar, tıpkı rugby gibi kıra döke, yıka yıka yaşarsınız.

pardon, oynarsınız.

8 Mart 2013 Cuma

ikinci

birinci... kaderi bellidir. en büyük, en güçlü, en hızlı olarak bütün ödülleri ve övgüyü toplar. tarihin nihayetinde tozlanacak sayfalarına büyük harflerle yazılan hep "birinci"dir.

üçüncü... hiç olmazsa bir tesellisi vardır. yeteneği, şansı birinci olmaya yetmese de hiç olmazsa çabalarının boşuna olmadığını gösterecek bir armağana kavuşmuştur.

ya ikinci? "birincilik"i kaçıran. "birinci" olmasını başaramayan. bronzdan kıymetli bir madenle ödüllendirilse de madalyası çivi olup kalbine saplanan.

*

liverpool'un efsane teknik direktörü bill shankly'nin sarfettiği, "birinciysen birincisindir, ikinciysen hiçbir şey" ise, bambaşka bir hikâyedir.

5 Mart 2013 Salı

kadınlar-erkekler: üç

kadınlar bir daha geriye dönmeyecek erkekler yüzünden oldukları yerde tek başlarına yaşayıp giderken, erkekler çekip giden kadınların özlemiyle oradan oraya savrulurlar.

4 Mart 2013 Pazartesi

kısa oyun

sahne bir:

burada yazar -daha doğrusu yazmaya çalışan- bir özet yapmak amacındadır. düşük çenesi ve açılıp duran parantezlerle ne kadar mümkün olabilirse o kadar bir özet.

sahne iki:

bir nehir ve nehrin iki yakasından aynı yöne doğru yol alan iki atlı imgesi. (şüphesiz tatar çölü etkisi... teğmen drago ve yüzbaşı ortiz'i hatırlatıyor. biraz ilerde karşılarına bir köprü çıkar ve diğer yana geçmek gerekirse hem nietzsche'ye hem de nazan bekiroğlu'na atıfta bulunabiliriz. bu 'kısa oyun'un yazarını -daha doğrusu yazmaya çalışan- her okuyuşunda salya sümük ağlatan tatar çölü ise bir 'sahne'ye sığmayacak, başarabilirseniz ancak bir hayata sığabilecek kadar uzun bir hikaye.)

sahne üç:

nehrin herhangi bir kıyısı...
geçen günlerden birinde dost meclisinde mutlak gerçekliğin ne olduğuna dair konuşuyorduk. belki de yoktu öyle bir şey. sözgelimi bir saatlik bir süre sevişmek için kısa idi ama beklemek için çok uzun. o halde bir saatin hem kısa hem uzun olduğunu söylemek pekala mümkün. bir ömür mesela; her şeye fazlasıyla yeter de aşka az gelir. aşkın kadim zamanda verilen sözü hatırlamak olması en çok bu yüzdendir.

"bir şey hem siyah hem beyaz olabilir."

sahne dört:

nehrin diğer kıyısı...

decartes, ahlak mektupları'nda zamanının kelimeleri ve olanaklarıyla "etki-tepki kanunu"ndan bahseder. 'etki'nin 'tepki'ye neden olabilmesi için boşlukta yer kaplayan cisimlerin ağırlığa sahip olması gerektiğini söyler ve sorar; "o halde, nasıl oluyor da boşlukta yer kaplayan ve bir ağırlığı olan vücut, boşlukta yer kaplamayan ve bir ağırlığa sahip olmayan ruhun etkisine maruz kalıyor?"

sayfanın kenarına sanki çözümü bulan bir bilim adamı edasıyla şunu not etmiştim: her ne kadar ruh ve vücut farklı şeyler olsa da bir araya geldiklerinde yepyeni bir şey olurlar. asıllarından bağımsız bir gerçekliğe bürünürler.

su gibi... aslında bir gaz olan hidrojenden iki ölçek, oksijenden de bir ölçek alın ve neler oluyor görün. ben gördüm.

sahne arkası:

neye ihtiyacın olduğunu bilmiyorum ama sana uymayı reddediyorum. bu oyunda yokum. en başından bu yana yaptığımı yapmaya devam edeceğim. yani yolumu yürümeye...

kolundan tutup sürükleyemem seni. ve seni hiçbir şeye de ikna edemem. ne yapacaksan buna kendin karar ver. benden ve hayata dair cevaplarımdan bağımsız olarak.

sahne beş:

susmak için şartlar müsait.

1 Mart 2013 Cuma

kelebeğin rüyası(2013)

sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim; bu film bir "şiir" değil.

hak ettiği bütün övgülere rağmen, "yaralarına şiir süre süre" yaşadıkları hayat daha yirmili yaşlarda tüberküloz nedeniyle son bulan iki şairin etrafında dolanan, "şiir bahanesi" olmuş bir dönem filmi.

şiir dediğiniz ise, sevmek zamanı gibi olur...

*

yılmaz erdoğan'ın bir süredir edebiyat dünyasında kendine has bir üne sahip, behçet necatigil'in rahle-i tedrisinden geçmiş zonguldaklı şairler rüştü onur ve muzaffer tayyip uslu'nun hayatıyla ilgilendiği biliniyordu.

nihayet, uzun yıllar üzerinde çalıştığı ve kendi üzerine de 'necatigil' elbisesi diktiği bu hayatlardan, osman sınav'ın uzun hikaye(2012), murat saraçoğlu'nun 72. koğuş(2011) ve zeki demirkubuz'un kıskanmak(2009) ile ıskaladığı ne varsa o yanlışlara düşmeyerek, bir başyapıt olmasa da neredeyse kusursuz bir film çıkartmış.

türk sinemasında yeni bir eşkıya(1996) etkisi yaratır mı bilinemez ama bazı şeylerin eskisi olmayacağı kesin.

*

film daha başlamadan lao tzu'yu hatırlatan ve iki şairin 'kelebek' ömürlerini işaret eden adıyla şiire meylediyor. projektörden çıkan ilk ışıklarla perdeye çakılan "mükellefiyet kanunu" ise izleyiciye sadece şiir değil 'realite'nin de  konuya dahil olduğunu söylüyor. sibirya'ya oradaki madenleri çıkartmak için başka türlü insan gönderemeyeceklerini bilen ve cezası sürgün olan suçlar icat eden sovyetler gibi bizim de on beş - altmış yaş arası vatandaşları madenlerde çalışmaya mecbur eden bir yasamız varmış meğer.

uzun kaydırma plandan oluşan açılış sahnesinin gösterdiği yoksullluk ve zavallılıktan ibaret tablo ise coğrafyamızın çektiği tek acının cepheden cepheye koşan hayatlar olmadığı konusunda erken bir uyarı.

kamera yükselip manzaraya biraz uzaktan bakınca, geniş dış mekanda dönem atmosferinin, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren özellikle milli şef döneminde 'tek parti' cumhuriyetinin vaaz ettiklerinin  ve sokakları, ahalisi, binalarıyla o yılların zonguldak'ının yukarıda söylediğim üç filmin başaramadığı derecede inandırıcı ve yerli yerinde olduğunu görüyoruz. bana kalırsa filmin ilk kayda değer başarısı da bu: artık dönem filmi söz konusu olduğunda dar mekanlar ve animasyon kaçkını dekorlarla yetinmek zorunda olmadığımızı göstermesi.

bir yanda yüzleri kömür karası, saçlarında bitler oynaşan, ciğerlerini tüberkülozla paylaşan insanlar, diğer yanda ise batıdan bütün unsurlarıyla ithal bir yönetim biçiminin olmazsa olmazı diye oluşturulan ve o yönetim biçiminin uygulayıcıları tarafından korunan, desteklenen "çakma" burjuva sınıfı: danslarınız, tenis oynamanız, 'fransız rivierasında bir turist' edasıyla ortalıkta dolanmalarınız.

zengin çocukları iyi beslenmiş sağlıklı bedenlerini balo salonlarında oradan oraya savururken, fakir ve hasta oğlan çocukları da her zaman olduğu gibi  çirkin ve tombul kız arkadaşlarıyla halkevlerinde daha güzel bir ülke umuduyla tiyatro provaları yapmakta. aynı fakir ve hasta oğlan çocukları olmayacak bir sevdaya, zengin kızlara tutulurlar. fonda türkçe ezan.

*

sonra o ikisi: kalplerinde şiir, dillerinde sözcükler, ciğerlerinde tüberküloz. sevme ve sevilme arzularıyla tam da şair gibiler: havalı, vurdum duymaz, zeki, hüzünlü, komik... mert fırat ve kıvanç tatlıtuğ'un oynadığı her sahne aritmetiği iyi hesaplanmış bir senaryo başarısı. ve kıvanç tatlıtuğ büyük oyuncu.

a. mümtaz taylan ve çok daha kısa bir rolde taner birsel rollerinin hakkını verip kadrajdan çıkarken, yılmaz erdoğan'ın kendisine diktiği "necatigil" elbisesi de bol gelmemiş. farah zeynep abdullah ise olmaması gerektiği kadar güzel, sanki bu zamandan değilmiş, asıl yeri kırklarmış dedirtecek kadar iyi oynuyor.

oyunculuk övgüleri arasında kendine yer bulamayan belçim bilgin ise, nerede hata yaptığını önce kendisine sonra kocasına sorsun.

özellikle iki yeri çok sevdim: muzaffer'in rüştü karşısında yenilgiyi kabullendiği an: "o şiir yazdı, ben aşk mektubu. kız şiirden anlıyor." diğeri de belçim bilgin'in başarılı olduğu tek sahne -belki de rol yapmadığı içindir-: "hani baharda uçuşan pamuk gibi şeyler var ya, onlar da şiir olur değil mi?"

görüntü yönetmeni, kostüm tasarımı özel ise bir tebriği hak ediyor. renk tercihi dönemin ruhunu nasıl yakalamışsa, bazı sahneler alman romantik ressamlarının tablolarından kaçmış gibi. direğe tırmandıkları sahne, deniz kenarındaki kayalık, daktilolar ne güzeldi. keşke deniz feneri daha çok sahneye konu olsaydı. müziklerde seyyan hanım'a rastlamak hoş bir süpriz olsa da, o olmadan bu film zaten düşünülemezdi.

*

sonuç olarak, kelebeğin rüyası şiirden bahseden bir film, şiir değil. buna karşılık, matematiği iyi hesap edilmiş senaryosu ve yılmaz erdoğan'ın doğru kullandığı teknik imkanlarla şimdilik türk sinemasının en iyi dönem filmi.

bir de, "bir güzele/ güzelliğini hatırlatmak isterdim/ aynalardan evvel."

österimde olan bir film hakkında yazmak, o filmi yorumlamak, ondan uzun uzun bahsetmekten pek hazzetmiyorum. Mümkün olduğunca eski filmlere yönelen, popüler olandan çok az bahseden biriyim. İlk defa, birkaç gün önce sinemada zar zor yer bulup izlediğim bir filmden bahsetmek istiyorum. Yazacaklarımı bir şeyler dikte etmek için değil, filmi izlemek için küçücük bir neden arıyorsanız bunun “şiir” olabileceğini söylemek için yazacağım. Sözü çok uzatmadan filmden biraz bahsetmek, daha doğrusu filmi “övmek” istiyorum. Belki filmi izleyecek olanları yanlış bir şekilde ve büyük beklentiyle salonlara yönlendirmiş olacağım ama Kelebeğin Rüyası’nın bunu hak ettiğini düşünüyorum. Gelelim filme…
Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki Yılmaz Erdoğan’ın en iyi filmi ama aynı zamanda sinemamızın da en iyi “dönem filmi”. Demek ki isteyince, özen gösterince, işi ciddiye alınca “şiir gibi film” çekebiliyoruz. Kusursuzluktan bahsetmiyorum. Kesinlikle kusuru vardır her filmin. Ama Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı ve Atıf Yılmaz’ın Ah Güzel İstanbul’undan sonra sinemamıza armağan edilmiş üçüncü “şiir” tadında filmdir. Hatta söz konusu “şiir” olunca Kelebeğin Rüyası daha fazla şiirdir, çünkü başrolü “şiir”dir. Velhasıl Yılmaz Erdoğan yazmak kabiliyetinin yanında sinemacıdır. O şiirler, sözcükler nasıl da yer etmiş beyaz perdede; her kadraj nasıl da anlatıyor sözcükleri… Belki filmi izlerken “İyi de Amerikalıların benzer birçok filmi var. Kadrajından görüntüsüne kadar” diye aklınızdan fikirler geçebilir. Sorun şu ki günümüze kadar kıyasladığımız yabancı sinemanın kalitesine ulaşan, hikâyeyi elinden geldiğince seyirciye aşılamaya çalışan, fonda var olan renklerle repliklerin uyumunu yakalayan benzer bir dönem filmimiz yok! Hemen hemen gösterime giren bütün yerli filmler için seyirciden duyduğum en basit eleştiriyi yazayım: “Televizyonda da izlenebilirdi. Diziden farkı yoktu”.  İşte Kelebeğin Rüyası kıymet bilen seyircisine en azından bu hainliği yapmıyor. Sinemada izlenmesi gerekir bu yüzden.
Film, bir defa bizim yerli yapımların hastalığı olan hikâyeyi bir an önce bitirip seyirciyi eve yollama derdinde değil. Süresinin uzun oluşuna sevindim. Karakterleri sevmek, onları anlamak için zaman bulabiliyoruz. Özellikle Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu karakterlerine filmin aceleye getirilmeyen tavrı sayesinde aşina oluyoruz.
Kelebeğin Rüyası’nın en büyük artısı bence hikâyesi, çünkü bir filmin hikâyesi yoksa en önemli ayağı sakat kalır. Yılmaz Erdoğan’ın temel amacı seyirciyi güldürmek olan filmlerinde bile mutlaka dişe dokunur bir hikâyesi vardı. Rüyasına daldığımız kelebek onun sinemadaki en iyi hikâyesi. Bir de bazen filmlerin isimlerine bakıp isim ve film arasında bir türlü bağ kuramam. Oysa Yılmaz Erdoğan, bu konuda çok iyi iş çıkarmış.
Komedi filmi izleyeceğini düşünen birçok seyirciyi tatmin etmeyecek bir şey varsa o da filmin ilk yarısının ikinci yarısından daha akıcı, biraz daha renkli olduğudur, çünkü ikinci yarısından itibaren hikâye yavaş yavaş “kasvetli” bir hâl alıyor. Bu da filmin yönetmen etiketine bakıp “Kesin komik filmdir” diye gelen seyirci için kötü bir izlenim yaratacak. Sinemamız sadece komediden veya salya sümük ağlanacak filmlerden ibaret olmamalı. Bu yönden yönetmenin olayı dramatize etmeden, daha doğrusu dramı tadında bırakarak şahane bir iş çıkardığını düşünüyorum.
Mert Fırat, Kıvanç Tatlıtuğ, Yılmaz Erdoğan ve Farah Zeynep Abdullah’ın çok iyi oynadığını ama Belçim Bilgin’in bu hikâyeye uymayan tek oyuncu olduğunu söyleyebilirim.
Film bitince şiirin mi, şairin mi yoksa aşkın mı hikâyesini izlediğime bir türlü karar veremedim, velhasıl başrolde şiir var.
İlk Türkçe tangoları seslendiren Seyyan Hanım’a da yer verilmiş ya da onun seslendirdiğitangolara. Emin değilim ama filmin balo sahnesinde şarkıları duyunca çok mutlu oldum. Bu bile güzel bir ayrıntıydı.
Yılmaz Erdoğan’ın ve filmdeki hemen hemen her ismin popülerliği filme halel getirmemiş. Böyle bir pazarlama şekli vardır, iyi oyuncular perdeye yansıyınca gişe başarısı da garantiye alınır. Açıkçası filme giderken biraz bu tedirginliği yaşadım. Ama film bitince önyargım yerle bir oldu.
Muzaffer Tayyip Uslu hakkında çok fazla bilgim olmasa da Mert Fırat’ın canlandırdığı şair Rüştü Onur ile ilk tanışmam Servet Kocakaya’nın ilk albümüyle olmuştu. Servet Kocakaya, Zor İş adlı parçasının girişinde Rüştü Onur’a ait, benim de hâlâ ezbere bildiğim tek şiiri okur:
“Ben ölsem be anacığım
Nem var ki sana kalacak
Ceketimi kasap alacak
Pardösümü bakkal
Borcuma mahsuben
Ya şiirlerim
Ya aşklarım ne olacak
Ya sen…
Ya sen nasıl bakacaksın
Ele güne karşı insan yüzüne
Hülasa anacığım
Ne ambarda darım
Ne evde karım var
Çıplak doğurdun beni
Çıplak gideceğim”
Kamera kullanımı, maden sahneleri, kostümler… Yani döneme, şiire, şaire ve aşka fon teşkil eden her şey, hayatlarının merkezine şiiri yerleştirmiş üç şairin hikâyesi eşliğinde, beyaz perdede insanın ruhunu doyuruyor. Filmden çıkınca şiir yazma aşkıyla doluyor insan. Unutmayın, “Şiir, bahanesidir hayatın.”
İzleyin, izlettirin… Sonra bana teşekkür edeceksiniz.
- See more at: http://www.edebiyathaber.net/kelebegin-ruyasi-yilmaz-erdoganin-en-iyi-filmi/#sthash.ZzdZWUZa.RfYAqn5I.dpuf