orhan ka.: orhan gencebay hayranı bir baba ve üç kızdan sonra doğan ilk erkek çocuk olunca bu isim kaçınılmazdı. yetmiş birli. bu yüzden hayat karşısında biraz kırık ve fenerbahçeli. sadece ikinci el kitap okuyor.
*
bu şairane yaşamımı -esirgeyen ve bağışlayan direnmenin adıyla- saframızla kesemizi birleştiren anatomi bilimine, aşkı farmakolojik vaka addedebileceğini sanan bütün doktorlara, kaypaklığa, ihanetlere, insan kalpazanı paralara, sivilcelere, pahalı zevklere, ucuz cesaretlere ve bunların metropol, şehir, kent, kasaba, köy ve mezra insanlarına, varsıllıkla yoksulluk meseli olan bu hayatta -aslında bilim olmayan başka türlü sosyal bilim spekülasyonlarıyla süslemeyin n’olur- illaki yoksulluğa; yani ablamı okul birincisiyken okuldan alıp zurnacının oğluna veren, teras katta çatısı cam olan evi aldırmayıp yağan yağmuru ve karı görerek uyumamı engelleyen yoksulluğa, gelince mertliği kapıdan aşkı da bacadan kovan yoksulluğa...
köşelerinde kurdukları devrimci nostaljilerin, kürtajların ve tatil yanığı tenlerinin karşısına dikilmeyecek olan beridekilere...
açıp sözlüklere, kitap sırtlarına ve önsözlerine bakabilirsiniz. oğuz atay hüznünüze malzemedir nasıl olsa. nazım’ın görkemli bir dizesi aklınızda, necip fazıl bir ahlak adamı: taşrada bir anayurt oteli...
sarhoşken hepiniz birer gregor samsa, ayıkken yeşil kart alabilirsiniz yoksulluk belgesini muhtarınızdan iki türk lirası karşılığında. cimrinin parasına gıpta eder, asıl hazinesi olan tavrına hayranlık duyarsınız. aşırı düşkünlüklerinizin, ahlak gevşekliklerinin ve saçmalamalarınızın pratik değerini kanıtlamak için doğduğunuz toprağı ne de çabuk tevekkül ve demokrasinin batıl inançları da dâhil tüm rejimlere tahammül etme melekeniz var; bir taraftan yücelmek için öbür taraftan bozulmayı aynı anda kontrol altında tutabilirsiniz.
biliyorum siz burayı çalışarak kazandınız. biliyorum çoluk çocuk okutur, tatil yaparsınız işten vakit bulunca. gözünüz fakire uzanan eldedir, paranızı bankaya devlet ödemektedir ve hak etmektesinizdir toplu konuttan ev alma garantisini. kiracınız hazırdır ve malınızı faşist dedikleriniz korumaktadır. saçınız arkadan bağlı, visconti filminden uyarlama hüznünüz, iftar çadırında sıranız...
sizlere adıyorum; ama lütfen fakirin hüznüne yamanmayınız! bir de burjuva sınıfına adıyorum adanması gereken ne varsa! hani zengin olmayıp zengin gibi yaşayan, fakir olmayıp fakirlik edebiyatı yapan, idealleriyle yüksek yaşamaklarıyla sıradan olup gülüşleriyle dişlerimi kamaştıranlara...
hayatı olumsuzlayan ya da erteleyen 'umut'u ethik diye sunup yapıcı fanteziyi bir sınıf atlama düşüne indirgeyen umut ideologlarına, adına ethik dediğimiz bu evrensel doğruya iyi gelen davranışlar bekleyen tatlı su frengisi tabakalara, toplumsallaşmaya psikolojik bir tasmayla bağlı olup nasıl yiyeceğini, nasıl spor yapacağını, nasıl sevişeceğini, çocuklarını nasıl yetiştireceğini bile uzmanlardan öğrenip aşağılık duygusunu ırklar arası eşitlik, cinslerin eşitliği, fakirlere yardım, savaşa hayır, genel olarak şiddet karşıtlığı, ifade özgürlüğü, hayvanlara iyi davranma kategorileriyle mutlaklaştıran, emeği kitaplardan, acıları gazetelerden öğrenen çağdaş solcu aydınlarımıza...
hayal gücü yoksunluğu abartılı bir görev ve itaat duygusuyla telafi edilmiş ve bir mezbahaya girse midesi bulanacak et paketleme şirketi yöneticisine benzerken, kendini amacının yüceliğine ikna ettiği için politik, ekonomik, sosyal ya da dini fikirler bütünlüğünden mutlaklaştırdığınız ideolojilere amaç olarak bakan gaz odası odacısı kalpsiz insan kasabı moronlara adıyorum. resmi inançlarının her zaman organizatörler ve canilerle bir ittifakı söz konusuyken, zulümlere olanak veren en önemli özellik, vicdanları devlet ideolojisine olan itaatkârlığıyla insanlığı sloganlar, yaftalar ve inançlarla manipüle edilen, yakınında patlayan bombaya, yakmaya yıkmaya karşı görünüp de yozlaşmaya, adaletsizliğin pençesinde çürümeye ses çıkarmayan; okulu var eğitimi, mahkemesi var adaleti, camisi var dini, kalbi var vicdanı yalan tüm afazi hastası topluma adıyorum.
biyolojik gereksinmeleri zaten karşılanınca yapay amaçlar edinip bu amaçlarının yapaylığıyla arkadaş çevresini belirleyen gereksiz yere aşırı toplumsallaşmış insanlara...
çağdaş toplumlarında önemli önemsiz bir beceri edinmek üzere bir eğitimden geçmek için asgari çabaları yeterliyken, sonra da işlerine zamanında gelip işin gerektirdiği mütevazı çabayı göstermesi yeterli olan sizlere; bütün gerekeni makul oranda akıl ve çokça itaat olan kişilere...
ebeveynlerinin hak bellediği tanrısal çemberin içine doğmuş olmanın kazandırdığı korunaklı olanaklarıyla okuyan, dershaneye giden, üniversiteye giden kurslara giden, arabası hazır evi hazır aynı mezhepten karısı- kocası hazır mide bulandırıcı beşiklerinden mide bulandırıcı mezarlarına kadar toplumlarının gözbebeği gibi baktığı, biyolojik ihtiyaç giderme çabasında yaşamın yoksulluk bahçelerinde haysiyetleri için eşelenen insancıkların çabaları saçma sunulduğu için kendi yapay etkinliklerini amaç edinmiş paragöz servet adamlarına…
kafalarını kendileri taşıyıp başkalarına kullandıran, bedenlerini kansızlığın disiplinine ve zihinlerini unutuşunkine tabi kılarak çeviri yaşamlarını dipnotların ve italiklerin huzurlu gölgelerinde sürdüren bilim insanlarına, doğuştan iyi gelmiş ellerini satranç zihniyetiyle oynadıkları oyuncak sevdalarında bile zar tutanlara, kötü gelmiş ellerini iyi oynamaya çalışan insanlara, çocukken sorulduğunda öğretmen, avukat, mühendis doktor olabilme hayallerinin ederi birkaç küçük bilye tanesiyken çaresizliği öğreterek her şeylerine belirsizliği egemen kılanlara, çocuk ölümlerinden cevaplar arayanlara, devrimi reformdan zor gösterenlere, herkes sustuğu için susanlara, konuşmak için başkalarının konuşmasını bekleyenlere, konuşurken bağırmayanlara, sessiz kalışlarıyla vicdanlarda kapanmaz yaralar açanlara, tarihin apış aralarına sokulup her katmanda açılan kanatlarıyla beyinleri ve yürekleri akrep üretirken, düşüşleri ne hitler’in düşüşüne ne yarışan atların tökezleyişine benzemeyen ve her devirde her savaşta her kavgada güçlüden yana olanlara, her devirde her savaşta her kavgada hep kazananlardan yana saf tutanlara, kendileri sağ kalarak ölülere devrim şehidi, vatan şehidi, din şehidi sıfatları takan ölü sevicilerine, mezar taşlarından sosyoloji üreten tamahkâr toplumbilim tüccarlarına, hayatları kurmaca filmler gibi bir yanılsamayı duyarlılık yanılsamasıyla kâğıt mendillerini ıslatanlara, ıslattıkları mendillerinin eczası uçmasın diye özenle çantalarında saklayanlara, işyerlerinde sağduyulu ve ölçülü; alışverişte vahşi ve saldırgan, şahsiyet zaafına uğrayıp kapitalizmle vicdanı körebe, akılları köşe kapmaca oyunları oynayan, kalp diye göğüslerinin sol yanında korkak birer tavşan taşıyanlara, içte ve dışta, kesin ve keskin muğlâk ve muallâk görüntülerinin gövdesinden kendi içlerine düşen gözleriyle bakan; çiçek, gölge, taş, kar, dağ derinlik renk ve dumanla kendi çekirdeğine ufalmayı göze alamayıp güvende olmak adına çoğunluğa benzemeye çalışanlara, hep bir şeylerin kıyısından yansırken, hep bir yerlerden, hep başka biçimde, her zaman farksız, hep yansıtana göre, hep diğerinden, aslını bile bilmek zahmetine katlanamadıkları şeylerde kendilerini ararken alkış nerede yükselirse oraya koşarak, çekilince etraflarındaki altın yaldızlı çerçeve ve nerede oldukları belli olmayınca uğradıkları gerçeklik kaybıyla, her şeye ve hepsine rağmen kendisi olmaya devam edemeyenlere...
salınınca iki kol olanın sarılınca bir kucak olduğunun ayırtına varamayan, sonbahar yaprakları sıva gibi dökülürken ilk yağmurda ıslanmayan ürkek şemsiye insanlarına, özü olmayan kabuklar haline gelen sosyal unvanlarına kulluk ederken zamanla yarışıp da zamanı geçemeyen, geçse bile arta kalan zamanda ne yapacağını bilemeyen, hızlarının amacı kendileriyle sınırlı kullarına!..
ihtiyatınızın ebediyet deliliğinde dünyanıza yeni sayıklamalar lazım geldiğinde yaşamayıp yaşamın bir benzerini sürdürürken ölümden nasıl sakınacağınızı düşünerek ölüme tapabilirsiniz. takma başlarınızın üzerindeki takma perçemlerinizin, ödenmeyen borçlarınızın, tutulmayan sözlerinizin, yollara düşmeyi ve kaderlerinizle güreşmeyi göze alamamanızın bir mazereti var; yer gibi sağlam, gök gibi her yerde diyerek şanını yücelttiğiniz ama kanını emdiğiniz, kökünü kemirdiğiniz köhne bir devletiniz, allak bullak edici piyasalar, dinler, sanatlar, ülküler; boyalı pudra maskaralıklarınızla suratlarınıza sürdüğünüz (ıyyy) dilleriniz, üsluplarınız, retorikleriniz...
ve siz ey, süslü seremonilerin, sadakat gösterilerinin, ödüllerin, nişanların altında yamalı ciğerlerini, tahta cambaz bacaklarını gizlemeye çalıştığı fahişelerin gardıroplarından konuşanlar!!! meziyetlerinizden daha büyük bir varoluş kontenjanını elinde tutan zaaflarınız fiilin hükümranlığının önüne geçti. biliyorum zordur kabil’in çocukları olup habil’i tutmak, katilin soyundan gelip maktulden yana olmak…
spartaküs'e değil, atticus'a değil; haşmet ibriktaroğlu'na, martin luther king'e, marx'a, bob marley'e, peter green'e, otis rush'a, steve ray vaughan'a, andy kauffman'a, bach'a, mr. jones'a, cyrano de bergerac'a, muhammed ali'ye, şeyh bedrettin'e, imam şafi'ye, şakacı şirin'e, değil. turgut uyar'a, cahit zarifoğlu'na, cioran'a, romain gary'ye (emile ajar), mahir çayan'a, soljenitsin'e, miles davis'e, t.d.lemon 1900'e, cool hand luke'a, cat stevens'a, hannah arendt'e, ali şeriati'ye, charlie chaplin'e, ofsayt osman'a, zapata'ya, marcos'a, castro'ya, gözlüklü şirin'e, goofy'ye, kunta kinte'ye, ebuzer gıffari'ye, birdy'ye, dostoyevski'ye, marlon brando'ya, geronimo'ya, rory gallagher'a, maradona'ya, malcolm x'e, sacco ile vanzetti'ye, b.b.king'e, paul kossoff'a, robby fowler'a, mumia abu-jamal'a, sadri alışık'a, bruce springsteen'e, neil young'a, jomo kenyatta'ya, rosa luxemburg'a, martin eden'e, henry thoreau'ya, buffalo 66'e, bono'ya, victor jara'ya, kazım koyuncu'ya, al pacino'ya;
hayatımda artık bir boğazlı kazak imgesi olarak hep varolan, alkolden titreyen elleriyle uzun gri saçlarını alnından geriye doğru savururken hayat'ın yaşam'a çevrilmesi gerekirliğiyle ilgili yol haritasını kepek döker gibi kucağıma düşürmüş bulunan, iki ile ikinin eşit olmadığını matematikle ispat ederek çocukça hayranlığımı kazanmış, karşılaşmamızı artık tesadüflere bıraktığım odtü'de on iki eylül cuntasının tanklarına omuz atarak ilerletmedikleri bir adımdan bir dünya kazanan zafer abi'ye değil.
hayata karşı bir dağ gibi 'i got the blues' duruşuyla 'hayat kendisiyle pazarlık yapmaya değmez' fikrini yaşamımda somut olarak kendi üzerinde bedenlendiren, hiçbir kitaptan hiçbir filmden öğrenemediğim şeyleri bir mimiğinden, bir cümlesinden süzebildiğim, benimle dost olduğu için kendimi kendimle gurur duyduran nurullah abi’ye.
benden biraz yakışıklı cevo'ya. güzel gülüşlü ismail'e, içimdeki okyanus'a, sokrat'ın aklını isa'nın kalbini taşıyan gerçek insanlara, sabah ezanlarında yağan yağmura, 'gece yarısına bir saat var'lara, öğleyi bulan kahvaltılara adamıyorum!!!
ben allah’a inanırım -benim yüzümden birçok kişi allah’a inandı ama ben şimdi ateistleri ölesiye kıskanıyorum orası ayrı- belki de bu yüzden gözümden ırak olan gönlümden ırak olmaz. nefsimden ırak olur sadece. haa, bir de o şiirden o anlaşılmaz. tartışmayalım. eyvallah.
sevilmekle imtihan olan bir masumdu yusuf. yakup sevdi kuyuya düştü, züleyha sevdi zindana... hepsi bu.
*
kendisi olmaya lanetlenmişler manifestosu.come rain or come shine ya da
bu şairane yaşamımı -esirgeyen ve bağışlayan direnmenin adıyla- saframızla kesemizi birleştiren anatomi bilimine, aşkı farmakolojik vaka addedebileceğini sanan bütün doktorlara, kaypaklığa, ihanetlere, insan kalpazanı paralara, sivilcelere, pahalı zevklere, ucuz cesaretlere ve bunların metropol, şehir, kent, kasaba, köy ve mezra insanlarına, varsıllıkla yoksulluk meseli olan bu hayatta -aslında bilim olmayan başka türlü sosyal bilim spekülasyonlarıyla süslemeyin n’olur- illaki yoksulluğa; yani ablamı okul birincisiyken okuldan alıp zurnacının oğluna veren, teras katta çatısı cam olan evi aldırmayıp yağan yağmuru ve karı görerek uyumamı engelleyen yoksulluğa, gelince mertliği kapıdan aşkı da bacadan kovan yoksulluğa...
köşelerinde kurdukları devrimci nostaljilerin, kürtajların ve tatil yanığı tenlerinin karşısına dikilmeyecek olan beridekilere...
açıp sözlüklere, kitap sırtlarına ve önsözlerine bakabilirsiniz. oğuz atay hüznünüze malzemedir nasıl olsa. nazım’ın görkemli bir dizesi aklınızda, necip fazıl bir ahlak adamı: taşrada bir anayurt oteli...
sarhoşken hepiniz birer gregor samsa, ayıkken yeşil kart alabilirsiniz yoksulluk belgesini muhtarınızdan iki türk lirası karşılığında. cimrinin parasına gıpta eder, asıl hazinesi olan tavrına hayranlık duyarsınız. aşırı düşkünlüklerinizin, ahlak gevşekliklerinin ve saçmalamalarınızın pratik değerini kanıtlamak için doğduğunuz toprağı ne de çabuk tevekkül ve demokrasinin batıl inançları da dâhil tüm rejimlere tahammül etme melekeniz var; bir taraftan yücelmek için öbür taraftan bozulmayı aynı anda kontrol altında tutabilirsiniz.
biliyorum siz burayı çalışarak kazandınız. biliyorum çoluk çocuk okutur, tatil yaparsınız işten vakit bulunca. gözünüz fakire uzanan eldedir, paranızı bankaya devlet ödemektedir ve hak etmektesinizdir toplu konuttan ev alma garantisini. kiracınız hazırdır ve malınızı faşist dedikleriniz korumaktadır. saçınız arkadan bağlı, visconti filminden uyarlama hüznünüz, iftar çadırında sıranız...
sizlere adıyorum; ama lütfen fakirin hüznüne yamanmayınız! bir de burjuva sınıfına adıyorum adanması gereken ne varsa! hani zengin olmayıp zengin gibi yaşayan, fakir olmayıp fakirlik edebiyatı yapan, idealleriyle yüksek yaşamaklarıyla sıradan olup gülüşleriyle dişlerimi kamaştıranlara...
hayatı olumsuzlayan ya da erteleyen 'umut'u ethik diye sunup yapıcı fanteziyi bir sınıf atlama düşüne indirgeyen umut ideologlarına, adına ethik dediğimiz bu evrensel doğruya iyi gelen davranışlar bekleyen tatlı su frengisi tabakalara, toplumsallaşmaya psikolojik bir tasmayla bağlı olup nasıl yiyeceğini, nasıl spor yapacağını, nasıl sevişeceğini, çocuklarını nasıl yetiştireceğini bile uzmanlardan öğrenip aşağılık duygusunu ırklar arası eşitlik, cinslerin eşitliği, fakirlere yardım, savaşa hayır, genel olarak şiddet karşıtlığı, ifade özgürlüğü, hayvanlara iyi davranma kategorileriyle mutlaklaştıran, emeği kitaplardan, acıları gazetelerden öğrenen çağdaş solcu aydınlarımıza...
hayal gücü yoksunluğu abartılı bir görev ve itaat duygusuyla telafi edilmiş ve bir mezbahaya girse midesi bulanacak et paketleme şirketi yöneticisine benzerken, kendini amacının yüceliğine ikna ettiği için politik, ekonomik, sosyal ya da dini fikirler bütünlüğünden mutlaklaştırdığınız ideolojilere amaç olarak bakan gaz odası odacısı kalpsiz insan kasabı moronlara adıyorum. resmi inançlarının her zaman organizatörler ve canilerle bir ittifakı söz konusuyken, zulümlere olanak veren en önemli özellik, vicdanları devlet ideolojisine olan itaatkârlığıyla insanlığı sloganlar, yaftalar ve inançlarla manipüle edilen, yakınında patlayan bombaya, yakmaya yıkmaya karşı görünüp de yozlaşmaya, adaletsizliğin pençesinde çürümeye ses çıkarmayan; okulu var eğitimi, mahkemesi var adaleti, camisi var dini, kalbi var vicdanı yalan tüm afazi hastası topluma adıyorum.
biyolojik gereksinmeleri zaten karşılanınca yapay amaçlar edinip bu amaçlarının yapaylığıyla arkadaş çevresini belirleyen gereksiz yere aşırı toplumsallaşmış insanlara...
çağdaş toplumlarında önemli önemsiz bir beceri edinmek üzere bir eğitimden geçmek için asgari çabaları yeterliyken, sonra da işlerine zamanında gelip işin gerektirdiği mütevazı çabayı göstermesi yeterli olan sizlere; bütün gerekeni makul oranda akıl ve çokça itaat olan kişilere...
ebeveynlerinin hak bellediği tanrısal çemberin içine doğmuş olmanın kazandırdığı korunaklı olanaklarıyla okuyan, dershaneye giden, üniversiteye giden kurslara giden, arabası hazır evi hazır aynı mezhepten karısı- kocası hazır mide bulandırıcı beşiklerinden mide bulandırıcı mezarlarına kadar toplumlarının gözbebeği gibi baktığı, biyolojik ihtiyaç giderme çabasında yaşamın yoksulluk bahçelerinde haysiyetleri için eşelenen insancıkların çabaları saçma sunulduğu için kendi yapay etkinliklerini amaç edinmiş paragöz servet adamlarına…
kafalarını kendileri taşıyıp başkalarına kullandıran, bedenlerini kansızlığın disiplinine ve zihinlerini unutuşunkine tabi kılarak çeviri yaşamlarını dipnotların ve italiklerin huzurlu gölgelerinde sürdüren bilim insanlarına, doğuştan iyi gelmiş ellerini satranç zihniyetiyle oynadıkları oyuncak sevdalarında bile zar tutanlara, kötü gelmiş ellerini iyi oynamaya çalışan insanlara, çocukken sorulduğunda öğretmen, avukat, mühendis doktor olabilme hayallerinin ederi birkaç küçük bilye tanesiyken çaresizliği öğreterek her şeylerine belirsizliği egemen kılanlara, çocuk ölümlerinden cevaplar arayanlara, devrimi reformdan zor gösterenlere, herkes sustuğu için susanlara, konuşmak için başkalarının konuşmasını bekleyenlere, konuşurken bağırmayanlara, sessiz kalışlarıyla vicdanlarda kapanmaz yaralar açanlara, tarihin apış aralarına sokulup her katmanda açılan kanatlarıyla beyinleri ve yürekleri akrep üretirken, düşüşleri ne hitler’in düşüşüne ne yarışan atların tökezleyişine benzemeyen ve her devirde her savaşta her kavgada güçlüden yana olanlara, her devirde her savaşta her kavgada hep kazananlardan yana saf tutanlara, kendileri sağ kalarak ölülere devrim şehidi, vatan şehidi, din şehidi sıfatları takan ölü sevicilerine, mezar taşlarından sosyoloji üreten tamahkâr toplumbilim tüccarlarına, hayatları kurmaca filmler gibi bir yanılsamayı duyarlılık yanılsamasıyla kâğıt mendillerini ıslatanlara, ıslattıkları mendillerinin eczası uçmasın diye özenle çantalarında saklayanlara, işyerlerinde sağduyulu ve ölçülü; alışverişte vahşi ve saldırgan, şahsiyet zaafına uğrayıp kapitalizmle vicdanı körebe, akılları köşe kapmaca oyunları oynayan, kalp diye göğüslerinin sol yanında korkak birer tavşan taşıyanlara, içte ve dışta, kesin ve keskin muğlâk ve muallâk görüntülerinin gövdesinden kendi içlerine düşen gözleriyle bakan; çiçek, gölge, taş, kar, dağ derinlik renk ve dumanla kendi çekirdeğine ufalmayı göze alamayıp güvende olmak adına çoğunluğa benzemeye çalışanlara, hep bir şeylerin kıyısından yansırken, hep bir yerlerden, hep başka biçimde, her zaman farksız, hep yansıtana göre, hep diğerinden, aslını bile bilmek zahmetine katlanamadıkları şeylerde kendilerini ararken alkış nerede yükselirse oraya koşarak, çekilince etraflarındaki altın yaldızlı çerçeve ve nerede oldukları belli olmayınca uğradıkları gerçeklik kaybıyla, her şeye ve hepsine rağmen kendisi olmaya devam edemeyenlere...
salınınca iki kol olanın sarılınca bir kucak olduğunun ayırtına varamayan, sonbahar yaprakları sıva gibi dökülürken ilk yağmurda ıslanmayan ürkek şemsiye insanlarına, özü olmayan kabuklar haline gelen sosyal unvanlarına kulluk ederken zamanla yarışıp da zamanı geçemeyen, geçse bile arta kalan zamanda ne yapacağını bilemeyen, hızlarının amacı kendileriyle sınırlı kullarına!..
ihtiyatınızın ebediyet deliliğinde dünyanıza yeni sayıklamalar lazım geldiğinde yaşamayıp yaşamın bir benzerini sürdürürken ölümden nasıl sakınacağınızı düşünerek ölüme tapabilirsiniz. takma başlarınızın üzerindeki takma perçemlerinizin, ödenmeyen borçlarınızın, tutulmayan sözlerinizin, yollara düşmeyi ve kaderlerinizle güreşmeyi göze alamamanızın bir mazereti var; yer gibi sağlam, gök gibi her yerde diyerek şanını yücelttiğiniz ama kanını emdiğiniz, kökünü kemirdiğiniz köhne bir devletiniz, allak bullak edici piyasalar, dinler, sanatlar, ülküler; boyalı pudra maskaralıklarınızla suratlarınıza sürdüğünüz (ıyyy) dilleriniz, üsluplarınız, retorikleriniz...
ve siz ey, süslü seremonilerin, sadakat gösterilerinin, ödüllerin, nişanların altında yamalı ciğerlerini, tahta cambaz bacaklarını gizlemeye çalıştığı fahişelerin gardıroplarından konuşanlar!!! meziyetlerinizden daha büyük bir varoluş kontenjanını elinde tutan zaaflarınız fiilin hükümranlığının önüne geçti. biliyorum zordur kabil’in çocukları olup habil’i tutmak, katilin soyundan gelip maktulden yana olmak…
spartaküs'e değil, atticus'a değil; haşmet ibriktaroğlu'na, martin luther king'e, marx'a, bob marley'e, peter green'e, otis rush'a, steve ray vaughan'a, andy kauffman'a, bach'a, mr. jones'a, cyrano de bergerac'a, muhammed ali'ye, şeyh bedrettin'e, imam şafi'ye, şakacı şirin'e, değil. turgut uyar'a, cahit zarifoğlu'na, cioran'a, romain gary'ye (emile ajar), mahir çayan'a, soljenitsin'e, miles davis'e, t.d.lemon 1900'e, cool hand luke'a, cat stevens'a, hannah arendt'e, ali şeriati'ye, charlie chaplin'e, ofsayt osman'a, zapata'ya, marcos'a, castro'ya, gözlüklü şirin'e, goofy'ye, kunta kinte'ye, ebuzer gıffari'ye, birdy'ye, dostoyevski'ye, marlon brando'ya, geronimo'ya, rory gallagher'a, maradona'ya, malcolm x'e, sacco ile vanzetti'ye, b.b.king'e, paul kossoff'a, robby fowler'a, mumia abu-jamal'a, sadri alışık'a, bruce springsteen'e, neil young'a, jomo kenyatta'ya, rosa luxemburg'a, martin eden'e, henry thoreau'ya, buffalo 66'e, bono'ya, victor jara'ya, kazım koyuncu'ya, al pacino'ya;
hayatımda artık bir boğazlı kazak imgesi olarak hep varolan, alkolden titreyen elleriyle uzun gri saçlarını alnından geriye doğru savururken hayat'ın yaşam'a çevrilmesi gerekirliğiyle ilgili yol haritasını kepek döker gibi kucağıma düşürmüş bulunan, iki ile ikinin eşit olmadığını matematikle ispat ederek çocukça hayranlığımı kazanmış, karşılaşmamızı artık tesadüflere bıraktığım odtü'de on iki eylül cuntasının tanklarına omuz atarak ilerletmedikleri bir adımdan bir dünya kazanan zafer abi'ye değil.
hayata karşı bir dağ gibi 'i got the blues' duruşuyla 'hayat kendisiyle pazarlık yapmaya değmez' fikrini yaşamımda somut olarak kendi üzerinde bedenlendiren, hiçbir kitaptan hiçbir filmden öğrenemediğim şeyleri bir mimiğinden, bir cümlesinden süzebildiğim, benimle dost olduğu için kendimi kendimle gurur duyduran nurullah abi’ye.
benden biraz yakışıklı cevo'ya. güzel gülüşlü ismail'e, içimdeki okyanus'a, sokrat'ın aklını isa'nın kalbini taşıyan gerçek insanlara, sabah ezanlarında yağan yağmura, 'gece yarısına bir saat var'lara, öğleyi bulan kahvaltılara adamıyorum!!!
ben allah’a inanırım -benim yüzümden birçok kişi allah’a inandı ama ben şimdi ateistleri ölesiye kıskanıyorum orası ayrı- belki de bu yüzden gözümden ırak olan gönlümden ırak olmaz. nefsimden ırak olur sadece. haa, bir de o şiirden o anlaşılmaz. tartışmayalım. eyvallah.
sevilmekle imtihan olan bir masumdu yusuf. yakup sevdi kuyuya düştü, züleyha sevdi zindana... hepsi bu.
Şışşt, mumları yak,çok karanlık.
YanıtlaSilsize "müntehir çiçek" ilhami ile ayna olmak isterim: "hişt!dostlarıma şunu haber ver/ denize açıldım/ ve gemim parça parça oldu"
YanıtlaSilmumları değilse de abajurları yaktım. öyle yazıyorum.
orhan ka.'nın manifesto'su uzun zamandır taslaklardaydı ve yayınlanmayı bekliyordu. kısmet kasım başlangıcınaymış. yazanı değil yayınlayanı olduğumu bilin ve lütfen adıma endişe etmeyin.
durum tahmin ettiğiniz gibi olsaydı, türkçenin en büyük şairinden çalarak, "karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında"* derdim.
*:ismet özel, kanla kirlenmiş evrak
konuk sanatçı demişsiniz etikette, sizin yazınız olmadığına hükmetmiştim zaten. Seslenişim de öyle ortaya idi işte,hepimizin durduğu orta yere...meraklanmayın sizin için meraklanmadım :)
YanıtlaSilpeki.
YanıtlaSil