"ne var ki ben, kendimle ilgili bazı meseleleri hala çözebilmiş değilim. rendekâr düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarıyor. ben de düşünüyorum, dolayısıyla varım, ama kimim? galata'da, yelkenci hanı bitişiğinde ikamet eden uzun ihsan efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra, sözgelimi izmir'de oturan mahzun ve şaşkın adam mı? hangimiz düş ve hangimiz gerçek? düşünüyorum, o halde ben varım. düşünen bir adamı düşünüyorum ve onun, kendisinin düşündüğünü bildiğini düşlüyorum. bu adam düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarıyor. ve ben, onun çıkarımının doğru olduğunu biliyorum. çünkü o, benim düşüm. varolduğunu böylece haklı olarak ileri süren bu adamın beni düşlediğini düşünüyorum. öyleyse, gerçek olan biri beni düşlüyor. o gerçek, ben ise bir düş oluyorum."
*
salâh birsel, şiirin ilkeleri'nin bir yerinde popülerlik eleştirisine soyunurken, andré gide'nin on sekizinci yüzyıl papazlarından abbé prevost'un eşsiz sevda romanı manon lescaut hakkında söylediklerini alıntılar: "bu kitap karşısında bir rahatsızlık duyuyorum, çok okuyucusu var."
doğrudur, herhangi bir sanat eseri için 'fazla rağbet' vasata yakınlık işaretidir ve yüksek sanat derdinde olanlar uzak durmalıdır. 'fazla rağbet' derken, elbette çok satar olmayı kastetmiyorum. gerçek okur sayısının yirmi binleri geçmediği bir coğrafyada yüz binleri bulan satış sayısını ciddiye almak nasıl mümkün olabilir?
iddia edildiği gibi her genellemeyi yanlışlayacak en az bir istisna varsa, bu bahisteki istisnalardan biri ihsan oktay anar'dır. çok -hatta uzun- satar, çok okunur, çok sevilir ve bütün bunlara rağmen sanatı vasata üstten dahi temas etmez.
türkçe edebiyatta yepyeni bir kulvar açmış, derdini anlatabilmek için bambaşka bir evren ve lisan inşa etmiştir. tarihin derinliklerinden bulup çıkarttığı bu büyülü dünyayı masalsı bir üslupla anlatır. ve bunu şüpheye yer bırakmayacak bir biçimde başarıyla yapmakla da büyük bir kıymeti hak eder.
*
ben de bugünlerde görücüye çıkan son romanı yedinci gün dışında ihsan oktay anar'ın bütün romanlarını okumanın verebileceği tüm zevklerden nasiplenerek okuyanlardanım. hepsini de çok sevdim.
o büyülü dünyanın eşiğinden içeriye puslu kıtalar atlası'nın elinden tutarak girdiğimden olsa gerek en sevdiğim romanı odur. puslu kıtalar atlası 'onu ilk defa görüyor gibi'dir. o kitaptan çalarak girişe koyduğum alıntı ise "be'nin altındaki nokta"* çağrışımlarıdır:
bence, ihsan oktay anar'ı sevmek ve kimliğine saygı duymak için sadece puslu kıtalar atlası yeter de artar. puslu kıtalar atlası'nı sevmek için yukarıdaki paragraf, yukarıdaki paragrafı sevmek için sadece boldla işaret ettiğim cümle bile yeter.
sanırım; ihsan oktay anar ve eserleri hakkında hiçbir fikrim olmasaydı da, sadece "mahzun ve şaşkın adam" vurgusu yüzünden bile onu severdim.
*: "evrenin özeti kur'an'da, onun özeti başındaki fatiha'da, onun özeti başındaki besmele'de, onun özeti başındaki be'de, onun da özeti altındaki nokta'dadır. (n.bekiroğlu)"
notgibi: yedinci gün için ise, bazı ip-uçları okuma hazzına engel olamaz diyen herkesi, asuman kafaoğlu-büke'nin yazısına davet ediyorum. kendisi, son bölümden de anlaşılacağı üzere iyi bir 'resim okuru'dur.
salâh birsel, şiirin ilkeleri'nin bir yerinde popülerlik eleştirisine soyunurken, andré gide'nin on sekizinci yüzyıl papazlarından abbé prevost'un eşsiz sevda romanı manon lescaut hakkında söylediklerini alıntılar: "bu kitap karşısında bir rahatsızlık duyuyorum, çok okuyucusu var."
doğrudur, herhangi bir sanat eseri için 'fazla rağbet' vasata yakınlık işaretidir ve yüksek sanat derdinde olanlar uzak durmalıdır. 'fazla rağbet' derken, elbette çok satar olmayı kastetmiyorum. gerçek okur sayısının yirmi binleri geçmediği bir coğrafyada yüz binleri bulan satış sayısını ciddiye almak nasıl mümkün olabilir?
iddia edildiği gibi her genellemeyi yanlışlayacak en az bir istisna varsa, bu bahisteki istisnalardan biri ihsan oktay anar'dır. çok -hatta uzun- satar, çok okunur, çok sevilir ve bütün bunlara rağmen sanatı vasata üstten dahi temas etmez.
türkçe edebiyatta yepyeni bir kulvar açmış, derdini anlatabilmek için bambaşka bir evren ve lisan inşa etmiştir. tarihin derinliklerinden bulup çıkarttığı bu büyülü dünyayı masalsı bir üslupla anlatır. ve bunu şüpheye yer bırakmayacak bir biçimde başarıyla yapmakla da büyük bir kıymeti hak eder.
*
ben de bugünlerde görücüye çıkan son romanı yedinci gün dışında ihsan oktay anar'ın bütün romanlarını okumanın verebileceği tüm zevklerden nasiplenerek okuyanlardanım. hepsini de çok sevdim.
o büyülü dünyanın eşiğinden içeriye puslu kıtalar atlası'nın elinden tutarak girdiğimden olsa gerek en sevdiğim romanı odur. puslu kıtalar atlası 'onu ilk defa görüyor gibi'dir. o kitaptan çalarak girişe koyduğum alıntı ise "be'nin altındaki nokta"* çağrışımlarıdır:
bence, ihsan oktay anar'ı sevmek ve kimliğine saygı duymak için sadece puslu kıtalar atlası yeter de artar. puslu kıtalar atlası'nı sevmek için yukarıdaki paragraf, yukarıdaki paragrafı sevmek için sadece boldla işaret ettiğim cümle bile yeter.
sanırım; ihsan oktay anar ve eserleri hakkında hiçbir fikrim olmasaydı da, sadece "mahzun ve şaşkın adam" vurgusu yüzünden bile onu severdim.
*: "evrenin özeti kur'an'da, onun özeti başındaki fatiha'da, onun özeti başındaki besmele'de, onun özeti başındaki be'de, onun da özeti altındaki nokta'dadır. (n.bekiroğlu)"
notgibi: yedinci gün için ise, bazı ip-uçları okuma hazzına engel olamaz diyen herkesi, asuman kafaoğlu-büke'nin yazısına davet ediyorum. kendisi, son bölümden de anlaşılacağı üzere iyi bir 'resim okuru'dur.
"Az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları geçirdi: "Dünya bir düştür. Evet,dünya... Ah! Evet,dünya bir masaldır."
YanıtlaSilPuslu Kıtalar Atlası - İhsan Oktay Anar"
üstelik, gözlerimizi kapatınca yoktur.
YanıtlaSil