vakit neredeyse gece yarısı.
dağların arasındaki boşluklardan kendisine yol icat edip denize yürüyen bir ırmak, ya da ölmeye gider gibi denize giden... ırmağa eşlik ederken dağların ardını denize getiren yol, ya da ırmağa eşlik ederken dağların ardına denizi götüren...
adam, eğer başarabilirse, dağları başlatan ve ırmağın da eteklerine dokunup geçtiği volkanik tepeye tırmanacak. daha doğrusu, hem dağlardan hem de denizden gelecek tehlikeleri görebilsin, orada yaşayanları bu tehlikelerden saklasın diye o volkanik tepenin zirvesine inşa edilmiş kaleye çıkacak. hatırası hâlâ eskimemiş o günde, son defa üniversite son sınıfta yürümüştü bu yolu. ve, bir daha asla, diye yeminler etmişti.
kendisini kaleye götürecek yol ayrımına geldiğinde başını kaldırıp kaleye baktı. tıpkı sahneyi aydınlatır gibi sınırları ele veren lambalar. gökyüzünde beş tane yıldız; gecenin karanlığına inat parlayan.
aradan geçen yıllara rağmen yolu hatırlıyor. kapıyı kullanmadan kaleye girmeyi sağlayan, surlara çıkan geçişi bulduğunda, tıpkı bisiklete binmek gibi, diye düşünüyor.
gece yarısı.
rüzgar; yüzde, ellerde, gömleği aşarak tende... geri dön, der gibi.
tıpkı çocukluğunda macera, gençliğinde kaçış olsun diye geldiği zamanlar yaptığı gibi surların şehri en çok gören köşesine yürüdü. sanki ışık denizi. sonrasında ise, yani ardında, bildiğimiz deniz.
şehrin ne kadar büyüdüğünü bir defa daha anladı. dahası aradan uzun zaman geçtiğini. yine de, seni seviyorum, diye bağırdı şehirden tarafa. tam üç defa. şehir sesine yankı olsun istemişti, sadece dediğini yutan bir kuyu oldu. tam üç defa...
yıldızlardan biri tanesi düştü, dört kaldı geriye. adam anladı. şehir eski şehir değildi. şehir artık kendisine ait değildi. anladı...
gece yarısından hemen sonra.
oraya, bir an bile unutmadığını hatırlamak için gelmişti, bir an bile unutmadığını sonsuza kadar unutarak geri döndü.