çocukluğumda da oralardaydı.
bazan fenerin yan tarafındaki kayalıkta olurdu, bazan fenerin bahçesinde. bazan kayığıyla sivrikaya'nın açığından geçer, bazan iskelenin orada balık satardı.
vaktinden önce beyazlamış saçları, güneşin ve rüzgarın izlerini ele veren esmer bir yüzü vardı. denizde yansıyarak çoğalan ışık yüzünden ışığa hassas gözleri için koyu renk, kocaman camları olan bir gözlük takardı. gömlek üzerine yıpranmış, eskimiş bisiklet yaka kazaklar giyerdi hep; sanki o kazakları öyle satan dükkanlar vardı.
fazla konuşmayan sessiz sedasız bir adamdı; arada, sağ el orta parmağının yokluğuna bakarak, en çok balık tuttuğu günü anlatırdı: sanki denizin bütün balığı ağa vurmuş, bedeli bir parmak olmuştu.
sonra babam, "ihtiyar," derdi. "sadece bu denizin değil, dünyanın bütün balıklarına değişmezdim parmağımı." selahattin amca ise cevap vermez, asla anlamayacaksın, der gibi başka şeylerle meşgul olur ya da konuyu kısa bir suskunluğun ardından başka denizlere taşırdı.
*
hani, hayatın sizi yorduğunu, kirlettiğini hissettiğiniz zamanlar vardır. kaçıp gitmek, içinizdeki kaybolma, yok olma arzusuyla başka iklimlerde, bambaşka şehirlerde yeniden başlamak istersiniz.
çocukluğumda da oralardaydı ama, öyle hissetiğim zamanların birinden hatırlıyorum selahattin amca'yı doğrusu.
filmlerde gördüğüm bilge denizci, feleğin çemberinden geçmiş balıkçı imajı, huzur veren sessizliği... ne etkili oldu bilmiyorum ama o dönem bulduğum her fırsatta soluğu yanında alırdım.
boş konuşmalarıma, aklıma gelen her şeyi sanki çok özelmiş gibi anlatışıma sesini çıkartmaz, bir yandan dinler, bir yandan başka işlerle meşgul olurdu. ağını onarır, müşteriyle ilgilenir, meydandaki büfeye uzun samsun gelmediği zamanlarda sigarasını sarar, denize bakardı.
bir gün, uzun uzun yakari'den bahsetmiştim: erkek dostluğunun güzelliğinden, bana bir kez olsun ihanet etmediğinden, eğer bir gün evlenirsem o kadının yakari'yle dost olmayı başarması gerektiğinden ve saire...
elindeki işi bıraktı. elini kazağının yakasından sokup gömleğinin cebindeki paketten bir sigara çıkarttı. yavaş hareketlerle yaktığı sigaradan derin bir nefes alıp, önce sigaranın o rüzgarsız günde havada asılı kalan dumanına sonra da bana baktı.
tam sırası diye düşünmüştüm. şimdi tıpkı filmlerde gördüğüm, öykülerde okuduğum gibi, o da hikmetli bir söz söyleyecek ve şu bomboş hayatım bir mana kazanacak. kaçmama, yok olmama gerek kalmayacak. belki geriye dönüp her şeye yeniden başlayacağım.
ama öyle olmadı. sadece bir soru sordu:
"hiç aynı kadına aşık oldunuz mu?"
"elbette hayır!" dedim, sesimin nasıl çıktığına aldırmadan. öfke ve şakınlıkla yüzüne baktım. "bizim dostluğumuzda böyle bir şey söz konusu bile olamaz."
itiraf etmeliyim, bu soru kalbimi kırmıştı. hem de çok kırmıştı.
aramıza giren mesafeyi farkeden babama, "vaktini aldığımı, ona yük olduğumu düşünüyorum," dedim. o da ikinci defa sormadı.
*
yıllarca bu soruyu düşündüm.
daha doğrusu, selahattin amca'nın bunu sormakla ne kastettiğini: dostlar aynı kişiye aşık olacak kadar çok birbirine benzemelidir mi, yoksa, aynı kişiye aşık olmanın sınavından geçmeden bir dostluk gerçek sayılamaz mı?
bazan fenerin yan tarafındaki kayalıkta olurdu, bazan fenerin bahçesinde. bazan kayığıyla sivrikaya'nın açığından geçer, bazan iskelenin orada balık satardı.
vaktinden önce beyazlamış saçları, güneşin ve rüzgarın izlerini ele veren esmer bir yüzü vardı. denizde yansıyarak çoğalan ışık yüzünden ışığa hassas gözleri için koyu renk, kocaman camları olan bir gözlük takardı. gömlek üzerine yıpranmış, eskimiş bisiklet yaka kazaklar giyerdi hep; sanki o kazakları öyle satan dükkanlar vardı.
fazla konuşmayan sessiz sedasız bir adamdı; arada, sağ el orta parmağının yokluğuna bakarak, en çok balık tuttuğu günü anlatırdı: sanki denizin bütün balığı ağa vurmuş, bedeli bir parmak olmuştu.
sonra babam, "ihtiyar," derdi. "sadece bu denizin değil, dünyanın bütün balıklarına değişmezdim parmağımı." selahattin amca ise cevap vermez, asla anlamayacaksın, der gibi başka şeylerle meşgul olur ya da konuyu kısa bir suskunluğun ardından başka denizlere taşırdı.
*
hani, hayatın sizi yorduğunu, kirlettiğini hissettiğiniz zamanlar vardır. kaçıp gitmek, içinizdeki kaybolma, yok olma arzusuyla başka iklimlerde, bambaşka şehirlerde yeniden başlamak istersiniz.
çocukluğumda da oralardaydı ama, öyle hissetiğim zamanların birinden hatırlıyorum selahattin amca'yı doğrusu.
filmlerde gördüğüm bilge denizci, feleğin çemberinden geçmiş balıkçı imajı, huzur veren sessizliği... ne etkili oldu bilmiyorum ama o dönem bulduğum her fırsatta soluğu yanında alırdım.
boş konuşmalarıma, aklıma gelen her şeyi sanki çok özelmiş gibi anlatışıma sesini çıkartmaz, bir yandan dinler, bir yandan başka işlerle meşgul olurdu. ağını onarır, müşteriyle ilgilenir, meydandaki büfeye uzun samsun gelmediği zamanlarda sigarasını sarar, denize bakardı.
bir gün, uzun uzun yakari'den bahsetmiştim: erkek dostluğunun güzelliğinden, bana bir kez olsun ihanet etmediğinden, eğer bir gün evlenirsem o kadının yakari'yle dost olmayı başarması gerektiğinden ve saire...
elindeki işi bıraktı. elini kazağının yakasından sokup gömleğinin cebindeki paketten bir sigara çıkarttı. yavaş hareketlerle yaktığı sigaradan derin bir nefes alıp, önce sigaranın o rüzgarsız günde havada asılı kalan dumanına sonra da bana baktı.
tam sırası diye düşünmüştüm. şimdi tıpkı filmlerde gördüğüm, öykülerde okuduğum gibi, o da hikmetli bir söz söyleyecek ve şu bomboş hayatım bir mana kazanacak. kaçmama, yok olmama gerek kalmayacak. belki geriye dönüp her şeye yeniden başlayacağım.
ama öyle olmadı. sadece bir soru sordu:
"hiç aynı kadına aşık oldunuz mu?"
"elbette hayır!" dedim, sesimin nasıl çıktığına aldırmadan. öfke ve şakınlıkla yüzüne baktım. "bizim dostluğumuzda böyle bir şey söz konusu bile olamaz."
itiraf etmeliyim, bu soru kalbimi kırmıştı. hem de çok kırmıştı.
aramıza giren mesafeyi farkeden babama, "vaktini aldığımı, ona yük olduğumu düşünüyorum," dedim. o da ikinci defa sormadı.
*
yıllarca bu soruyu düşündüm.
daha doğrusu, selahattin amca'nın bunu sormakla ne kastettiğini: dostlar aynı kişiye aşık olacak kadar çok birbirine benzemelidir mi, yoksa, aynı kişiye aşık olmanın sınavından geçmeden bir dostluk gerçek sayılamaz mı?
yazınızı okuduktan sonra dün sabah, belki de hala oralardadır umuduyla, selahattin amca’nıza benim de mutlaka sormam gerektiğini düşündüğüm sorumun itici gücüyle, gugıl hazretlerinin vikipedi kölesinin sunduğu “yalova sivrikaya deniz feneri, kumburnu ile kale burnu arasında” gibi bir bilgi ile yollara düştüm.
YanıtlaSilsağımda deniz, radyoda baharın coşkusuna içimi eşitlemeye çalışan şarkılar…
bir saat sonra, daha önce hiç durmadan geçiverdiğim bu şehrin kıyısında bir deniz feneri gözüme ilişince durdum. yatların arasındaki iki deniz fenerine doğru yürüyüp bir güvenlik görevlisine “sivrikaya’da bir deniz feneri” aradığımı söyledim. elindeki telsizle bilgi almaya çalıştığı kişi “ne yapacakmış kadın deniz fenerini” deyince duymamış görünmek ve gülmemek için dudaklarımı birbirine sıkıca bastırdım. güvenlik görevlisinin “fotoğrafını çekecekmiş” yalanına artık eni konu güldüm.
beni yönlendirdikleri tigem’e doğru sola dönmeden hemen önce yalova öğretmenevi’nin yakınlarında, balıkçı olduğuna karar verdiğim birini görünce heyecanlanıp durdum. tel çitlerin arkasındaki adamla göz göze geldik. “şimdi sırası değil” der gibi baktı uzunca ve çitlerin arkasındaki derme çatma barınağına kaçtı.
tigem denilen kumlu sahilde güneşe rağmen soğuk esen rüzgarda üşüyen ellerimi ısıtmak için her tarafı camla kaplı bir lokantada çay istediğim garsona sivrikaya’yı sordum ve ekledim “fotoğraf çekmek için”.
buranın yerlisi ve garsonun da yakın arkadaşı olduğunu düşündüğüm dört kallavi adam bu garip kadına yardımcı olmak için seferber oldular. 15-20 km uzaklıkta bir fener ve sivrikaya diye bir yer var ama…
soğutucuda duran biraları nasıl da canım çekti. araba kullacaktım ve oğlum...vaz geçtim.
kıyıda yeniden üşüyene dek oturdum. baktım gün batacak … denize değil, yüreğime batacak.
eve döndüm.
ilk olarak, mektubunuz için teşekkür ederim.
YanıtlaSilne düşünürsünüz bilmem ama, size kötü bir haberim var; yol üzerinde olmayı bir kenara bırakırsak eğer, hiç yalova'da bulunmadım.
yine de, anlatacak bir hikayeniz olmuş. ne güzel...
son olarak, oğlunuzun gözlerinden öperim.
bu metinden de lydia nın yazdıklarından da çok keyif aldım gerçekten :)hangisi daha kurgu, hangisi daha gerçek bilemesemde, önemli olanın bu olmadığı bu metin/yorum ikilisinden çok net ortaya çıkıyor zaten : )
YanıtlaSilbelki ;aynı kadına aşk" yüzünden vaktinden önce beyazlamıştır saçları? denize balıklara vermiştir geri kalan nefesini..?
YanıtlaSilaşk bazen vazgeçmektir diyordur geceleri..? ve bunu sadece balıklar duyuyordur..
@semiaa,
YanıtlaSilemin olduğum tek şey, yazdıklarımın 'gerçeklik'i. ötesini dert etmiyorum.
eğer şüphenin gölgesi düşerse, varlığımızdan başlamak gerek belki de. söz gelimi, ya siz yoksanız ve ben sizi uyduruyorsam, deli gömleğini giyinmiş bir halde duvarları beyaza boyanmış bir odada resimler inşa ediyorsam.
takdir edersiniz ki aslolan keyif almak. kendi adıma, şimdiye kadar keyif almadığım yerde asla durmadım. size de tavsiye ederim.
@cecil,
ne güzel sormuşsunuz. mümkün olabilseydi, o 'belki'lerin hepsini birden sormak isterdim selahattin amca'ya.
bunun üzerine hemen düşünüyorum öyleyse varım ın az ötesine geçerek okuyorum öyleyse sizde varsınız diye uydurabilirim : ) hem de bu uydurduğumdan da çok keyif alırım. Gerçi ben bana yazdığınız yorumda biraz kızım sana söylüyorum gelinim sen işit durumu hissetmedim değil ama fekat lakin, burada yazılan genel tarza pek uygun düşmedi benim yorum : )
YanıtlaSilkötü haber? yalova’ya sizi değil selahattin amcayı bulmaya gitmiştim :)
YanıtlaSilsize gelince; sizinle karşılaşmayı istemem, sevdiğim hiçbir yazarla (bunca güzel yazabilen biri mutlak yazardır, değilse olmalıdır ivedilikle:)) karşılaşmak istemediğim gibi.
gözünüzün, saçınızın, sesinizin rengini bilince ne geçecek elime? üstelik kendini saklı tutmak için (ben de olsam aynını yapardım) bunca çaba harcayan birine saygısızlık etmek istemem. seçimlerinize saygı duyduğumu ve sizi takdir ettiğimi (naçizane, sıradan biri olarak) bilmenizi isterim. size bir şeyler yazıyor olmamı (gitgide uzuyorlar ya) şöyle değerlendirmenizi dilerim: yazdıklarınıza çok kıymetli bulup okuyan biri var ve bunu sizin de bilmenizi istiyor!
yazdıklarınızı çok değerli buluyorum çünkü kahramanlara (kitaplar ve yazarlar öyledir), şarkılara, sevgiye, dostluğa ve aşka ve dair yazıyorsunuz. daha anlamlı, güzel, büyülü ne var ki hayatta? ve en önemlisi yazılarınız insanın içindeki iyiye dokunuyor. bunu yapan ne kadar az kişi veya şey kaldı (doğayı dinlemeyi de unuttu insanlar). yazık.
bu yüzden mahsuru yoksa uzun soluklu misafirlik talebimin kabulünü rica ediyor, saygılarımı sunuyorum.
@semiaa,
YanıtlaSilben varım. bundan şüpheniz olmasın.
ama uydurmanıza da ses çıkartmam. yeter ki keyif versin.
ne kızım ne de gelinimle bir alıp veremediğim yok. sadece keyif alınıyorsa kurgu ya da gerçek'in hikaye olduğuna inanıyorum.
@lydia,
şu hayatta merak edilesi bir hacmim ya da hükmüm olduğunu hiçbir zaman aklıma getirmedim. orada sadece gugıl üzere değil, bir yanılgı üzere de yürüyorsunuz demeye çalışmıştım.
kendimi sakındığım ya da sakladığım ise baştan ayağa yanlış bir algı. buranın doğasına uygun biçimde müstear kullanıyorum. durum yalnızca bundan ibaret. üstelik, "hem ateş hem su" çok fazla konuşan bir ifade.
iltifatlarınız için son defa teşekkür eder, ne yazar ne de yazacak olduğumu son defa söylemek isterim. ressam, müzisyen, bedenci de değilim. ne sanat eseri ne de mutfağı temizlemekte kullanılan bir madde. sıradan, bazen kırmızı ışıkta geçen ama üst geçitleri daha çok seven bir adam. üstelik, alış veriş esnasında pazarlık yapamaz.
Verbumnonfacta, bu yazınıza da, o kadar güzel yorumlar yazılmış ki, gene konuyu dağıtmaktan çekiniyorum:) Mizacım gereği, hiçbir şeyi ciddi yazamıyor, illa mizah katmayı seviyorum. Ama çoğunlukla sululuğa kayıyorum. Yazınızı yormaya başlarken, peşin peşin vaziyetimi yazayım istedim:)
YanıtlaSilYazınızın sonundaki sorularınız bana neyi hatırlattı biliyor musunuz? "Erkeklerden birine kestane, diğerine düpedüz ela bakan" gözlerin sahibi Nihal'i:) Hatırladınız mı Barış Bıçakçı'nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz'deki kadın kahramanı Nihal'i? Çocukluktan beri çok sıkı arkadaş olan, daha sonra yolları ayrılan, yıllar sonra gene yolları kesişen, çocukluk hayallerinden birini gerçekleştirip aynı evde yaşamaya başlayan, birlikte yaptıkları her şeyden büyük keyif alan, 40'lı yaşlarına merdiven dayamış iki erkeğin, Çetin'le Ender'in çaresizliğini anlattığı roman... Ve ne yazık ki genç yaşta, yeni dünyamızı terk eden sevdiğim yönetmen Seyfi Teoman'ın sinamaya uyarladığı film.
Nihal yurt dışında yaşayan bir arkadaşlarının kız kardeşiydi. Türkiye'de tatildeyken ailesiyle trafik kazası geçirmişti. Annesi ve babası ölmüştü. Üniversitede okuyan, 20'li yaşlardaki Nihal'in, okulu bitene kadar, yani iki yıl için onlarla kalmasını istemişti. Nihal bu iki erkeğin yanına yerleşmişti. Önce ikili hayata alışmış olan erkekler rahatsız olmuşlar, kızla pek iletişim kuramamışlardı. Kız ise ailesini kaybetmişti. Zaten üzgün ve içe kapanıktı. Sonra olanlar olmuş, muhabbeti ilerletmişlerdi. İki arkadaş, aynı kadına, yani Nihal'e aşık olmuştu. Kıza pek belli etmek istememişlerdi. Ne de olsa kız onlara arkadaşlarının bir emanetiydi. Ama iki arkadaş Nihal'e aşık olduklarını birbirlerine itiraf etmişlerdi.
Size bir şey söyleyeyim mi, bir kadın olarak beni deliye döndürmüştü bu durum. Hiç acımamıştım bu iki arkadaşa... Çünkü bu iki erkek, bir hayallerini daha gerçekleştirmişlerdi. Neydi o? "Aynı kadına aşık olmak!" Gene bir kadın, erkekler hikayesinin nesnesi olup çıkmıştı.
İyi de, sahiden...
1- Erkekler niye aynı kadına aşık olacak kadar birbirlerine benzemek isterler?
2- Erkekler niye aynı kadına aşık olmanın sınavından geçmeden, gerçek bir dostluk kurduklarını düşünmezler?
Demek ki Selahattin Amca gibi sizi de meşgûl ediyor bu düşünceler... Doğrusu sorularınızın cevabını verecek olan kişiler gene erkekler olmalıdır bana göre:) Biz kadınlar anlamayız böyle şeylerden.
Bence tüm kadınların okuması gereken bir kitap ve seyretmesi gereken bir film Bizim Büyük Çaresizliğimiz. Erkeklerin dünyasını öğrenmeliyiz. Kitap ve film son derece etkilemişti beni. Ayrıca yemek muhabbetlerine var ya resmen bitmiştim:)
Kitabın adından hareketle, iki arkadaşın aynı kıza aşık olmasının, onların büyük çaresizliği olduğu sanılabilir. Bence filmi seyreden ya da kitabı okuyan pek çok kişi bu kanaattedir. Bana göre bu iki erkeğin "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" dedikleri, ömür boyu çocuk kalamamak, büyümek mecburiyetinde olmaktı.
Kusura bakmayın VNF, Selahattin Amca'nın sorusundan anlıyorum ki, erkek kaç yaşına gelirse gelsin çocuktur:)
bir kaç ölçek mizahın kimseye zararı olacağını sanmıyorum. üstelik yemek öncesi ya da sonrasını kollamak gerekmiyor. üstelik sizinki melankolinin, hüznün bulaştığı bir mizahın başımızın üstünde yeri var. (bkz: başlangıç. yani a.atalay)
YanıtlaSilbizim büyük çaresizliğimiz'i okumadım aöa seyrettim. dolayısıyla 'çeviri'de kaybolan bir şeyler varsa bilemiyorum. açıkcası ben o filmi, mazisinda ankara yatan biri olarak izlemiş ve çok beğenmiştim. belki şehir istanbul olsaydı bu kadar sevmeyebilirdim. muhteşem fotoğraflar yakalamıştı seyfi teoman. umarım inandığı tanrı ondan şefkatini esirgemez.
kendsiyle tatil kitabı'nın gürültüleri arasında tanışmış ve şaşırtıcı derecede alçak gönüllü bulmuştum. ve takdir edersiniz ki, bu çok hoşuma gitmişti. evet erken gitti. tıpkı ahmet uluçay gibi. hiç olmazsa birbirlerini bulmuş olsunlar ve sinema konuşabiliyor olsunlar isterim. ki, ben öte dünyada roman ve film kahramanlarıyla karşılaşacağına ihtimal veren biri olarak bu ikilinin karşılaşmasını mümkün görüyorum.
filmdeki -ya da kitaptaki- iki erkeğe gelince, o kadar güzel eğlenirken aralarına bomba gibi konulan bir kızın varlığından rahatsız olmuştum. aşktan da üstün bir şeyi aşk yüzünden bok edecek bu salaklar diye düşünmüştüm.
sonuçta öyle olmadı ama olmalıydı. bu olmayış bizi sizin tesbitinize götürüyor sanırım.
büyümek zorunda kalmak mı? kesinlikle erkekleri tanımıyormuşsunuz.
böyle bir zorunluluk yok. olsa bile zaten mümkün değil. siz bakmayın, bizim, bak ben oldum, pozlarımıza.