"sana küstüğümde sen yoktun daha
yokluğuna küsmüştüm sonra sen geldin
kendime isteyemezdim seni öyle güzeldin
şimdi varmışsın gibi küsüyorum yokluğuna
/.../
küsecek kadar sevmeli insan birini
o gelince küsmeli: nerdeydin bunca zaman
niye sevmedin beni, küsecek kimsem yoktu
demeli o varken de kimseye küsmemeli,"*
*:haydar ergülen, üzgün kediler gazeli
27 Şubat 2012 Pazartesi
24 Şubat 2012 Cuma
euraka
neredeyse ilk sayısından bu yana takip ettiğim bir dergidir, sinema... üstelik, bir ara 'popüler' alt (ya da üst) başlığıyla yayınlansa da, muhtemelen bu coğrafyanın en uzun soluklu sinema dergisidir.
kendileri geçen aylarda 'tüm zamanların en iyi yüz türk filmi'ni seçmek için yaptıkları üç yüz elli filmlik ön listeye (rakamla 350) herkes kendi evinde'yi almadıkları için beni hayal kırıklığına uğratmışsa da, yıllar önce hollywood'dan da iyi işler çıkabileceğine ikna etmekle, sinema diyerek arthouse ve avrupa sineması tanımlamalarına mahkum olmaktan beni kurtardığı için ona hep minnettar olacağım. kaldı ki, ne arthause ve bağımsız sinemayı ne de avrupa sinemasını ihmal etmiştir.
her sayının son sayfasında birileriyle sinema üzerine yapılmış bir söyleşi olur ve herkese aynı sorular sorulur. bu sorulardan biri de, 'çoğunluk tarafından kötü bulunan ama sizin çok beğendiğiniz bir film var mı?'
o söyleşileri ne zaman okusam, bu soruyu kendime sorar, bir türlü cevap veremezdim.
nihayet o cevabı buldum: wicker park...
kendileri geçen aylarda 'tüm zamanların en iyi yüz türk filmi'ni seçmek için yaptıkları üç yüz elli filmlik ön listeye (rakamla 350) herkes kendi evinde'yi almadıkları için beni hayal kırıklığına uğratmışsa da, yıllar önce hollywood'dan da iyi işler çıkabileceğine ikna etmekle, sinema diyerek arthouse ve avrupa sineması tanımlamalarına mahkum olmaktan beni kurtardığı için ona hep minnettar olacağım. kaldı ki, ne arthause ve bağımsız sinemayı ne de avrupa sinemasını ihmal etmiştir.
her sayının son sayfasında birileriyle sinema üzerine yapılmış bir söyleşi olur ve herkese aynı sorular sorulur. bu sorulardan biri de, 'çoğunluk tarafından kötü bulunan ama sizin çok beğendiğiniz bir film var mı?'
o söyleşileri ne zaman okusam, bu soruyu kendime sorar, bir türlü cevap veremezdim.
nihayet o cevabı buldum: wicker park...
23 Şubat 2012 Perşembe
yalnızlar garı*
"dervişler devran ederken gecelerdebu sabah kaldırımda durmuş, trafik lambasının kırmızıdan yeşile dönmesini beklerken emefö mikrofona geldi ve bu şarkıyı söylemeye başladı. sözler zihnimde dolaşırken bir taraftan içimden onlara eşlik ettim.
ben toy bir mehtap, kelimeler birer varsayım
ana, yalnızlar garındayım."
evet, içimden... yakınımdakilerin, "şehir, şehir olalı böyle zulüm görmedi," demesinden korktuğum için değil elbette, sadece yeteneksizliğime ve müzik kulağından yoksun halime kendim bile tahmmül edemediğim için.
*mazharfuatözkan, yalnızlar garı
21 Şubat 2012 Salı
günün sorusu: hesap kitap
sözün gümüş, sükûtun altın olduğu bu iklimde, hangimiz susacak kadar zengin?
20 Şubat 2012 Pazartesi
brand ve peer gynt
henrik ibsen'i biliyor musunuz?
hani şu, realizmin keskin bıçağını romantizmin kalbe yakın bölgelerine saplayan norveçli oyun yazarı. en başta halkın tepkisiyle karşılaşsa da bugün tiyatro tarihi "realizm ve ibsen'in hakim olduğu bir devir"den bahseder. sadece seyirciyi değil, anton çehov'u da etkilemiştir dersem, galiba çehov'un can yakan öykülerinin kaynağına doğru hep beraber bir kaç adım atmış oluruz.
brand ve peer gynt: iki ayrı öykü, iki farklı karakter. ama aynı son.
bir kitap, iki oyun. iş bankası yayınları...
*
brand ve peer gynt'ün ortak yanı kendilerini sıkan, boğucu burjuva dünyasına başkaldırmaları. aslında her ikisi de kendisini arıyor. yaşamlarının temeli, tüm kısıtlamaların ve sınırlandırmaların ötesinde insan nasıl kendini gerçekleştirebilir, sorusundan başka bir şey değil.
soyut bir idealizmle dini yaşamında odak noktası yapan ve dinsel ilkelere göre 'ya hep ya hiç' anlayışıyla yaşayan brand, koca bir başarısızlık örneği yaşamının sonunda her şeyini yitirerek dibe vurur. düş dünyasında yaşayan peer gynt'ün serüven dolu renkli yaşamı ise, kayıplar ve başarısızlıklar toplamından ibaret.
sonuç olarak, brand'ın buzlu sarp dağların arasında inzivaya çekilmiş yaşamı ile peer'in tüm dünyayı karış karış gezip dolaşan serüven dolu yaşamı arasında bir farklılık yok. her ikisi de yalnızca hayallerinde yaşayarak kendilerini kandırırlar. yani, yaşam diye koca bir aldatmacayı yaşarlar.
ne var ki kendi benliklerine doğru çıktıkları bu uzun ve çetrefil yolculuk, tek başına yapılan bir yolculuktur. alabildiğine yalnızdırlar; çünkü, her tür insancıl ilişki, sevgi, aşk, dostluk bir kısıtlamadır. brand tanrı adına doğru bildiği yolda adım adım ilerlerken, en sevdiği insanları, karısını, çocuğunu yitirmeyi göze alır. dahası onların ölümünden sorumlu olan odur. peer ise ancak ölüm döşeğinde sevgilisine ulaşabilir.
ne yazık ki, her ikisi de yolun sonunda kendi 'ben'liklerini bulamaz. çünkü brand için benliğini arama, aynı zamanda kendini tanrı yolunda feda edip yok etme anlamına gelir. peer ise yolun sonunda aradığı 'ben'in hiç olmadığı sonucuna varacaktır, yalanlarla sarılmış dünyasında 'ben' diye bir şey kalmamıştır, boş düşlerle dolu anlamsız yaşamının sonunda kendi özünü yitirmiştir. dediği olmuş; yürüyeceği yol bitene kadar yürümüş ve yüzünü duvara dönüp ölmek üzere geriye dönmüştür.
*
vnf.'nin notu: muhakkak kendi kendine, bunun bir ortası yok mu, diye soracaklar vardır. geleneksel terbiye ile büyümüş, ergenlikle beraber ruhundaki serüvene düşkün yanı keşfetmiş ve ne o ne de diğeri olamadığı için arafta kalmış birisi olarak cevabım, hayır.
hani şu, realizmin keskin bıçağını romantizmin kalbe yakın bölgelerine saplayan norveçli oyun yazarı. en başta halkın tepkisiyle karşılaşsa da bugün tiyatro tarihi "realizm ve ibsen'in hakim olduğu bir devir"den bahseder. sadece seyirciyi değil, anton çehov'u da etkilemiştir dersem, galiba çehov'un can yakan öykülerinin kaynağına doğru hep beraber bir kaç adım atmış oluruz.
brand ve peer gynt: iki ayrı öykü, iki farklı karakter. ama aynı son.
bir kitap, iki oyun. iş bankası yayınları...
*
brand ve peer gynt'ün ortak yanı kendilerini sıkan, boğucu burjuva dünyasına başkaldırmaları. aslında her ikisi de kendisini arıyor. yaşamlarının temeli, tüm kısıtlamaların ve sınırlandırmaların ötesinde insan nasıl kendini gerçekleştirebilir, sorusundan başka bir şey değil.
soyut bir idealizmle dini yaşamında odak noktası yapan ve dinsel ilkelere göre 'ya hep ya hiç' anlayışıyla yaşayan brand, koca bir başarısızlık örneği yaşamının sonunda her şeyini yitirerek dibe vurur. düş dünyasında yaşayan peer gynt'ün serüven dolu renkli yaşamı ise, kayıplar ve başarısızlıklar toplamından ibaret.
sonuç olarak, brand'ın buzlu sarp dağların arasında inzivaya çekilmiş yaşamı ile peer'in tüm dünyayı karış karış gezip dolaşan serüven dolu yaşamı arasında bir farklılık yok. her ikisi de yalnızca hayallerinde yaşayarak kendilerini kandırırlar. yani, yaşam diye koca bir aldatmacayı yaşarlar.
ne var ki kendi benliklerine doğru çıktıkları bu uzun ve çetrefil yolculuk, tek başına yapılan bir yolculuktur. alabildiğine yalnızdırlar; çünkü, her tür insancıl ilişki, sevgi, aşk, dostluk bir kısıtlamadır. brand tanrı adına doğru bildiği yolda adım adım ilerlerken, en sevdiği insanları, karısını, çocuğunu yitirmeyi göze alır. dahası onların ölümünden sorumlu olan odur. peer ise ancak ölüm döşeğinde sevgilisine ulaşabilir.
ne yazık ki, her ikisi de yolun sonunda kendi 'ben'liklerini bulamaz. çünkü brand için benliğini arama, aynı zamanda kendini tanrı yolunda feda edip yok etme anlamına gelir. peer ise yolun sonunda aradığı 'ben'in hiç olmadığı sonucuna varacaktır, yalanlarla sarılmış dünyasında 'ben' diye bir şey kalmamıştır, boş düşlerle dolu anlamsız yaşamının sonunda kendi özünü yitirmiştir. dediği olmuş; yürüyeceği yol bitene kadar yürümüş ve yüzünü duvara dönüp ölmek üzere geriye dönmüştür.
*
vnf.'nin notu: muhakkak kendi kendine, bunun bir ortası yok mu, diye soracaklar vardır. geleneksel terbiye ile büyümüş, ergenlikle beraber ruhundaki serüvene düşkün yanı keşfetmiş ve ne o ne de diğeri olamadığı için arafta kalmış birisi olarak cevabım, hayır.
13 Şubat 2012 Pazartesi
tarkan ve üvercinka
sezgin burak, çocukluk kahramanlarımdan tarkan'ın adını "tatar kanı" kelimelerini kısaltarak bulurken, dokuz yıl önce bin dokuz yüz elli sekizde yayınlanan ve cemal süreya'nın ilk şiir kitabı üvercinka'nın adını "güvercin kanı" kelimelerinden türettiğini acaba biliyor muydu?
10 Şubat 2012 Cuma
kostantiniyye
vapurla istanbul'a gelen italyan yazar edmondo de amicis, bin sekiz yüz yetmiş dörtte yayınlanan istanbul adlı kitabında kenti ilk görüşünü şöyle anlatır:
işaret edene değil işaret edilene bakan amicis, sis dağılıp, istanbul gözler önüne serildiğinde ise şunları yazar:
"az sonra şehrin iki mil uzunluğundaki bir kısmı ortaya çıktı; fakat, doğrusunu söylemek gerekirse, beklediğim manzara bu değildi. lamertine'in 'istanbul bu mu?' diye sorduğu ve 'ne hayal kırıklığı!' diye bağırdığı yerdeydik. tepeler hala örtülüydü, ancak deniz kenarı görülüyor, evler sonsuz bir dizi halinde diziliyor, şehir dümdüzmüş gibi geliyordu. ben de, 'süvari, istanbul bu mu?' diye haykırdım. süvari kolumdan yakalayıp elini ileriye doğru uzattı: 'ümitsizliğe kapılmayın' dedi, 'şuraya bakın...'"
işaret edene değil işaret edilene bakan amicis, sis dağılıp, istanbul gözler önüne serildiğinde ise şunları yazar:
"şimdi anlat bakalım zavallı; bu ilahi hayali anlatabilmek için kafi gelmeyen kelimelerinle günaha gir! istanbul'u anlatmaya kim cüret edebilir? chateaubriand, lamartine, gautier diye mi mırıldandınız? tasvirler, tabirler akla dolaşırken kalemden kaçıp uzaklaşıyor."
5 Şubat 2012 Pazar
t. curtis ve s. beckett kırması bir adam
bu ara türkiye gündemini, bin dokuz kırk yedi new jersey doğumlu, brooklyn’de sıradan bir hayat süren ve yazılarını evinin yakınlarındaki ‘çalışma dairesi’nde yazan, tony curtis ve samuel beckett kırması bir adam işgal ediyor.
paul auster…
gerçi bu ilk değil, daha önce de gündemimizi işgal etmişliği var; yazar, senarist ve de yönetmen olarak.
ama bu defa biraz farklı: her şey, son kitabı kış günlüğü'nün ülkesinden bile önce türkçe basılıp, yayımlanması üzerine hürriyet gazetesinden buket şahin’e verdiği röportajda, “hapiste yatan yazar ve gazeteciler yüzünden türkiye’ye gelmeyi reddediyorum! kaç kişi oldu? yüzü geçti mi? biz demokratlar bush’lardan kurtulduk. bir savaş suçlusu olarak yargılanması gereken cheney’den kurtulduk. neler oluyor türkiye’de! en çok endişelendiğim ülke. demokrat yasaları olmayan ülkelere gitmiyorum davet alsam da. aynı sebeple çin’den gelen davetleri de geri çeviriyorum. bu hükümetleri protesto ediyorum.” demesiyle başladı ve eski bir futbolcu olan başbakanımız o topa girmekte gecikmedi.
bir çok utançtan nasibini almış bu topraklarda yaşayan biri olarak ben de, yazdıkları, hatta yaz(a)madıkları yüzünden hapiste olmanın ayıbına dikkat çeken bu cümlelerin haklılığına sonuna kadar katılıyorum. ben de ‘hapiste yatan yazar ve gazeteciler yüzünden’ bir ülkeye gitmeyi reddeder, buna zemin hazırlayan hükümetleri protesto ederdim.
ama, asla ve asla, çok değil bir yıl önce israil’e gitmiş olmamı, “israil'de düşünce özgürlüğü var. ne yazarlar ne de gazeteciler hapiste.” diyerek savunmazdım.
aksi takdirde insanlar, aydın bilinci ve insan olmanın erdemi adına 'gazetecilerin özgürlüğü'nden başka bir şeyi umursamadığımı düşünürdü.
paul auster…
gerçi bu ilk değil, daha önce de gündemimizi işgal etmişliği var; yazar, senarist ve de yönetmen olarak.
ama bu defa biraz farklı: her şey, son kitabı kış günlüğü'nün ülkesinden bile önce türkçe basılıp, yayımlanması üzerine hürriyet gazetesinden buket şahin’e verdiği röportajda, “hapiste yatan yazar ve gazeteciler yüzünden türkiye’ye gelmeyi reddediyorum! kaç kişi oldu? yüzü geçti mi? biz demokratlar bush’lardan kurtulduk. bir savaş suçlusu olarak yargılanması gereken cheney’den kurtulduk. neler oluyor türkiye’de! en çok endişelendiğim ülke. demokrat yasaları olmayan ülkelere gitmiyorum davet alsam da. aynı sebeple çin’den gelen davetleri de geri çeviriyorum. bu hükümetleri protesto ediyorum.” demesiyle başladı ve eski bir futbolcu olan başbakanımız o topa girmekte gecikmedi.
bir çok utançtan nasibini almış bu topraklarda yaşayan biri olarak ben de, yazdıkları, hatta yaz(a)madıkları yüzünden hapiste olmanın ayıbına dikkat çeken bu cümlelerin haklılığına sonuna kadar katılıyorum. ben de ‘hapiste yatan yazar ve gazeteciler yüzünden’ bir ülkeye gitmeyi reddeder, buna zemin hazırlayan hükümetleri protesto ederdim.
ama, asla ve asla, çok değil bir yıl önce israil’e gitmiş olmamı, “israil'de düşünce özgürlüğü var. ne yazarlar ne de gazeteciler hapiste.” diyerek savunmazdım.
aksi takdirde insanlar, aydın bilinci ve insan olmanın erdemi adına 'gazetecilerin özgürlüğü'nden başka bir şeyi umursamadığımı düşünürdü.
2 Şubat 2012 Perşembe
yavaşlık
"sürüp gitmede tereddüt eden ya da yön değiştirmek istercesine, gözden kaçmayacak bir biçimde yavaşlamaya başlayan bir dönem vardır insanın yaşamında."*
*:robert musil, üç kadın
*:robert musil, üç kadın