baştan söyleyeyim, bu oyunu yıllar önce okudum.
çok çocuktum. hayatı yollardan ibaret, aşkı anlatacak öyküleri olan bir çift güzel gözün peşi sıra gitmek sanıyordum.
üstelik, eşkıya'yı izlememiştim. aşk için en yakın arkadaşınıza ihanet edilebileceğini -dahası etmek gerektiğini- henüz bilmiyordum.
ve hikaye beni tıpkı 'içinde aşkın pusu kurduğu beyaz bir gül' gibi büyülemişti.
*
yazar edmond rostand, elli yıl sürecek dünya yolculuğuna bin sekiz yüz altmış sekiz yılında marsilya'da başlar. marsilya lisesi'nin uslu, kendi aleminde, mahçup ve fransızca ve tarih ödüllerini kimseye kaptırmayan çalışkan öğrencisi edmond, çok okur ve walter scott'a bayılırdı. napoléon'a sonsuz bir hayranlık besleyen edmond'un ilk şiiri ise daha on altı yaşında iken mirelle adlı yerel dergide yayınlanır.
liseyi bitirince edebiyatla ilgilenmek isteyen edmond'un bu hevesine, şair babası karşı çıkar. edebiyat bir meslek değildir, daha sağlam bir baltaya sap olmak gerekir; o halde hukuk fakültesine devam edilecek.
fakülte biter. evlenir. kendini bulamayan şair ve sanatkarlara, yani 'raté'lere ithaf ettiği ve adının anlamı 'boş şeylerle vakit kaybetmek' olan ilk şiir kitabını yayınlar: les musardises... dikkat çekmeyen bu kitabın ardından bütün mesaisini tiyatroya ayırır. sahnelenen bir kaç oyununa rağmen, 'cyrano hadisesi'ne kadar, cyrano gibi anlaşılmamanın acısını yaşar. çünkü o da, cyrano gibi nükte ve hüznün karışımıdır.
*
yirmi yedi aralık bin sekiz yüz doksan yedi gecesi ilk temsilden önce başrol oyuncusu coquelin'e sarılıp, 'ah dostum, beni affet, seni bu felaketli meceraya kadar sürükledim', diyecek kadar karamsar olsa da bu tarih fransız edebiyatı ve tiyatrosu için yeni bir başlangıç oldu. öyle ki, realizm ve ibsen'in hakim olduğu bir devirde, manzum dramı çoktan defnetmiş olanlar, muhteşem bir yeniden doğuşa şahit oldular. ideale susayan, güzele, iyiye hasret çeken insanlar için kahramanlar çağı geri gelmişti.
tam yerine ve zamanına denk gelmenin etkisini de unutmamak gerek. rostand on dokuzuncu asrın sonunda, fransız tiyatrosunun şiirden mahrum kaldığı bir anda ortaya çıkmıştı. hala kahramanlık gibi, aşk gibi, merhamet gibi eski, modası geçmiş, fakat ebedi hislere inanıyordu.
oyunun kazandığı başarının ardından rostand'ın eserleri başka dillere de çevrilir. coquelin'in avrupa ve amerika turneleri cyrano'yu bütün dünyaya tanıtır. yolu istanbul'a da düşen aktörün oynayacağı oyunlar arasında bu oyunda olmasına rağmen, abdülhamid sansüründen nasibini alır ve oynanamaz.
*
oyuna gelince; cyrano, kılıçta olduğu kadar sözde de usta, ünlü bir silahşördür. roxane'a olan aşkını ise kocaman burnundan utandığı için hiçbir zaman dile getirememiştir. roxane'a aşık bir daha vardır: aşkını roxane'a söyleyebileceği kelimelerden mahrum, genç ve yakışıklı silahşör christian.
christian, 'nereden bulayım ona/ o parlak cümleleri?' diye yakınırken, cyrano birden bire, 'benden al', der. 'benden al. sen de bana/ biraz güzelliğinden ver. böylece ikimiz/ bir roman kahramanı oluruz.'
kelimelerini verir cyrano; bazan yazar, bazan fısıldar... ama karşılığında elbette güzellik alamaz. yine de, bu olaylardan yirmi beş yıl sonra aşkını itiraf eder, roxane'nın kollarında 'bir roman kahramanı' olarak ölür.
altı çizili satırlar ise en az eser kadar ünlü. birinci perde-üçüncü sahnesinde cyrano, burnu üzerinden kendine hakaret etmeye kalkan kendini beğenmiş valvert karşısında -biraz da sabri esat siyavuşgil'in katkısıyla(!)- kelimenin tam anlamıyla döktürüyor:
"de valvert:(kendisini süzen cyrano'ya yaklaşır ve azametli bir tavırla karşısına dikilir) burnunuz ne kocaman!
cyrano: (pür ciddiyet) evet, pek kocaman!
hepsi bu mu?
de valvert: daha?
cyrano: bu kadarı az
delikanlı! halbuki neler neler bulunmaz
söyleyecek! asıl iş edada. meselâ bak,
hoyratça: "burnum böyle olsaydı, mösyö, mutlak
dibinden kestirirdim!dostça: "yana yatmaz mı?
senden evvel davranıp kadehine batmaz mı?"
tarifle: "burun değil bir kere, coğrafyada
böylesine dağ denir, dağ değil, yarımada!"
mütecessis: "acaba neye yarar bu alet?
makas kutusu mudur, divit midir izah et!"
zarifâne: "kuşları sevdiğiniz besbelli!
yorulmasınlar diye yavrucaklar, temelli
bir tünek kurmuşsunuz!" pür neş'e: "birader, şu
koskocaman burnunla tütün içince, komşu
"yangın var!" demiyor mu?" müdebbir: "aman yavrum!
bu ağırlıkla yere düşmenden korkuyorum!"
müşfik: "yaptırın ona küçücük bir şemsiye,
yazın fazla güneşten rengi solmasın diye!"
alimâne: "görmüştüm aristophane'da belki
hippocampelephantocamélos adındaki hayvanın
burnu gayet büyükmüş! sen ne dersin?"
nobran: "zaten bilirim, sen misafir seversin,
bu, şapka asmak için ne mükemmel bir icat!"
şairâne: "ey burun! bütün cihana inat,
seni baştan aşağı nezle etmeye kaadir
tek rüzgar bulunamaz, karayel istisnadır!"
hazin: "bir de kanarsa, kızıldeniz! ne belâ!"
hayran: "lavantacıya ne mükemmel tabela!"
lirik: "bu tanrıların bindiği bir gemidir!"
safiyâne: "abide ne günleri gezilir?"
hürmetkârâne: "beyefendi kibarsınız muhakkak,
yoksa imkânı var mı cumba sahibi olmak?"
köylü: "vış anam! bu ne? bilmem guş mu balıh mı?
yoksa bir tohuma gaçmış salatalıh mı?"
sivri akıllı: "bunu tombalaya koymalı!
kim elinden kaçırmak ister böyle bir malı?"
ve hıçkıra hıçkıra, nihayet, pyrame gibi:
"bu ne felâket! bu ne musibettir yarabbi!
böyle berbat edip de yüzünü sahibinin,
şimdi de utancından kızarıyor bak hain!"
-olsaydı biraz nükte, biraz malûmatınız,
işte karşıma geçip bunları sayardınız.
fakat sizde nükteden eser yok zerre kadar,
neyleyim cenab-ı hakk ihsan buyurmamışlar!
zaten bir parça icat kudreti olsa bile
böyle seçkin, muhterem hüzzar önünde hele,
bana bu şakaları yapamazdınız elbet.
ağzınızdan çıkmaya daha olmadan kısmet
bunlardan birinin en ufak başlangıcı,
karşınıza çıkardı bergerac'ın kılıcı!
ben bunları söylerim oldukça belâgatle;
başkasından dinlemem fakat tekini bile!"*
*:milli eğitim bakanlığı yayınları, 1991
çok çocuktum. hayatı yollardan ibaret, aşkı anlatacak öyküleri olan bir çift güzel gözün peşi sıra gitmek sanıyordum.
üstelik, eşkıya'yı izlememiştim. aşk için en yakın arkadaşınıza ihanet edilebileceğini -dahası etmek gerektiğini- henüz bilmiyordum.
ve hikaye beni tıpkı 'içinde aşkın pusu kurduğu beyaz bir gül' gibi büyülemişti.
*
yazar edmond rostand, elli yıl sürecek dünya yolculuğuna bin sekiz yüz altmış sekiz yılında marsilya'da başlar. marsilya lisesi'nin uslu, kendi aleminde, mahçup ve fransızca ve tarih ödüllerini kimseye kaptırmayan çalışkan öğrencisi edmond, çok okur ve walter scott'a bayılırdı. napoléon'a sonsuz bir hayranlık besleyen edmond'un ilk şiiri ise daha on altı yaşında iken mirelle adlı yerel dergide yayınlanır.
liseyi bitirince edebiyatla ilgilenmek isteyen edmond'un bu hevesine, şair babası karşı çıkar. edebiyat bir meslek değildir, daha sağlam bir baltaya sap olmak gerekir; o halde hukuk fakültesine devam edilecek.
fakülte biter. evlenir. kendini bulamayan şair ve sanatkarlara, yani 'raté'lere ithaf ettiği ve adının anlamı 'boş şeylerle vakit kaybetmek' olan ilk şiir kitabını yayınlar: les musardises... dikkat çekmeyen bu kitabın ardından bütün mesaisini tiyatroya ayırır. sahnelenen bir kaç oyununa rağmen, 'cyrano hadisesi'ne kadar, cyrano gibi anlaşılmamanın acısını yaşar. çünkü o da, cyrano gibi nükte ve hüznün karışımıdır.
*
yirmi yedi aralık bin sekiz yüz doksan yedi gecesi ilk temsilden önce başrol oyuncusu coquelin'e sarılıp, 'ah dostum, beni affet, seni bu felaketli meceraya kadar sürükledim', diyecek kadar karamsar olsa da bu tarih fransız edebiyatı ve tiyatrosu için yeni bir başlangıç oldu. öyle ki, realizm ve ibsen'in hakim olduğu bir devirde, manzum dramı çoktan defnetmiş olanlar, muhteşem bir yeniden doğuşa şahit oldular. ideale susayan, güzele, iyiye hasret çeken insanlar için kahramanlar çağı geri gelmişti.
tam yerine ve zamanına denk gelmenin etkisini de unutmamak gerek. rostand on dokuzuncu asrın sonunda, fransız tiyatrosunun şiirden mahrum kaldığı bir anda ortaya çıkmıştı. hala kahramanlık gibi, aşk gibi, merhamet gibi eski, modası geçmiş, fakat ebedi hislere inanıyordu.
oyunun kazandığı başarının ardından rostand'ın eserleri başka dillere de çevrilir. coquelin'in avrupa ve amerika turneleri cyrano'yu bütün dünyaya tanıtır. yolu istanbul'a da düşen aktörün oynayacağı oyunlar arasında bu oyunda olmasına rağmen, abdülhamid sansüründen nasibini alır ve oynanamaz.
*
oyuna gelince; cyrano, kılıçta olduğu kadar sözde de usta, ünlü bir silahşördür. roxane'a olan aşkını ise kocaman burnundan utandığı için hiçbir zaman dile getirememiştir. roxane'a aşık bir daha vardır: aşkını roxane'a söyleyebileceği kelimelerden mahrum, genç ve yakışıklı silahşör christian.
christian, 'nereden bulayım ona/ o parlak cümleleri?' diye yakınırken, cyrano birden bire, 'benden al', der. 'benden al. sen de bana/ biraz güzelliğinden ver. böylece ikimiz/ bir roman kahramanı oluruz.'
kelimelerini verir cyrano; bazan yazar, bazan fısıldar... ama karşılığında elbette güzellik alamaz. yine de, bu olaylardan yirmi beş yıl sonra aşkını itiraf eder, roxane'nın kollarında 'bir roman kahramanı' olarak ölür.
altı çizili satırlar ise en az eser kadar ünlü. birinci perde-üçüncü sahnesinde cyrano, burnu üzerinden kendine hakaret etmeye kalkan kendini beğenmiş valvert karşısında -biraz da sabri esat siyavuşgil'in katkısıyla(!)- kelimenin tam anlamıyla döktürüyor:
"de valvert:(kendisini süzen cyrano'ya yaklaşır ve azametli bir tavırla karşısına dikilir) burnunuz ne kocaman!
cyrano: (pür ciddiyet) evet, pek kocaman!
hepsi bu mu?
de valvert: daha?
cyrano: bu kadarı az
delikanlı! halbuki neler neler bulunmaz
söyleyecek! asıl iş edada. meselâ bak,
hoyratça: "burnum böyle olsaydı, mösyö, mutlak
dibinden kestirirdim!dostça: "yana yatmaz mı?
senden evvel davranıp kadehine batmaz mı?"
tarifle: "burun değil bir kere, coğrafyada
böylesine dağ denir, dağ değil, yarımada!"
mütecessis: "acaba neye yarar bu alet?
makas kutusu mudur, divit midir izah et!"
zarifâne: "kuşları sevdiğiniz besbelli!
yorulmasınlar diye yavrucaklar, temelli
bir tünek kurmuşsunuz!" pür neş'e: "birader, şu
koskocaman burnunla tütün içince, komşu
"yangın var!" demiyor mu?" müdebbir: "aman yavrum!
bu ağırlıkla yere düşmenden korkuyorum!"
müşfik: "yaptırın ona küçücük bir şemsiye,
yazın fazla güneşten rengi solmasın diye!"
alimâne: "görmüştüm aristophane'da belki
hippocampelephantocamélos adındaki hayvanın
burnu gayet büyükmüş! sen ne dersin?"
nobran: "zaten bilirim, sen misafir seversin,
bu, şapka asmak için ne mükemmel bir icat!"
şairâne: "ey burun! bütün cihana inat,
seni baştan aşağı nezle etmeye kaadir
tek rüzgar bulunamaz, karayel istisnadır!"
hazin: "bir de kanarsa, kızıldeniz! ne belâ!"
hayran: "lavantacıya ne mükemmel tabela!"
lirik: "bu tanrıların bindiği bir gemidir!"
safiyâne: "abide ne günleri gezilir?"
hürmetkârâne: "beyefendi kibarsınız muhakkak,
yoksa imkânı var mı cumba sahibi olmak?"
köylü: "vış anam! bu ne? bilmem guş mu balıh mı?
yoksa bir tohuma gaçmış salatalıh mı?"
sivri akıllı: "bunu tombalaya koymalı!
kim elinden kaçırmak ister böyle bir malı?"
ve hıçkıra hıçkıra, nihayet, pyrame gibi:
"bu ne felâket! bu ne musibettir yarabbi!
böyle berbat edip de yüzünü sahibinin,
şimdi de utancından kızarıyor bak hain!"
-olsaydı biraz nükte, biraz malûmatınız,
işte karşıma geçip bunları sayardınız.
fakat sizde nükteden eser yok zerre kadar,
neyleyim cenab-ı hakk ihsan buyurmamışlar!
zaten bir parça icat kudreti olsa bile
böyle seçkin, muhterem hüzzar önünde hele,
bana bu şakaları yapamazdınız elbet.
ağzınızdan çıkmaya daha olmadan kısmet
bunlardan birinin en ufak başlangıcı,
karşınıza çıkardı bergerac'ın kılıcı!
ben bunları söylerim oldukça belâgatle;
başkasından dinlemem fakat tekini bile!"*
*:milli eğitim bakanlığı yayınları, 1991