söze karamazov kardeşler'in en cazip olanı dimitri'nin bir sandığın üzerinde uyuyakaldıktan sonra, uyandığında söylediği cümle ile başlayalım: "bir düş gördüm efendiler..."
*
yolculuk:
uçak değil, örtüsü mavi otobüs ya da elimde olmadan yakıştırdığım tren koltukları olmalı. cam kenarında oturuyorum ve sağ yanımdaki, yine mavi bir perdenin öndeki yarısını örttüğü pencereden akıp giden manzarayı izliyorum. yolculuk güneşe doğru olmalı ki, dışarıya gözlerimi hafifçe kısarak bakıyorum. sense, yüzünde huzurlu bir uykunun izleriyle başını sol omzuma yaslamışsın. hiç kıpırdamadan başımı kaldırıp sanki kameraya bakıyorum. yorgunum. uykun bölünmesin diye saatlerdir kıpırdamadan durmuş olmalıyım.
asansör:
sadece ikimiz. az önce beşinci katı işaret eden düğmeye dokundum. üzerinde kül rengi bir gece elbisesi var. eteği, hep sevdiğin gibi kısa. ben de sana ve elbisene yakışacak biçimde giyinmişim; siyah takım, beyaz gömlek vesaire. konuşmuyoruz, göz göze gelmiyoruz. ne zaman yüzüne baksam, orada, zorunda olduğu için bir davete katılan birinin ya da sevmediği bir akrabasına misafirliğe giden bir çocuğun yüzü var. asansörün yükselişi -ya da inişi- bir türlü bitmiyor. huzursuzlukla katları gösteren kareye bakıyorum. ama kırmızı, köşeli rakamların değişip durduğu kare kapkaranlık. o sırada bakışlarımız karşılaşıyor. yüzünde ise, lütfen dönelim, yakarışı.
oda ya da salon:
çok geniş ve aydınlık bir oda ya da salon. tavan oldukça yüksek, pencerelerde tüller uçuşuyor. oda ya da salonun ortasında yükselen bir sütun var. o sütunu çepeçevre saran bir kanepede oturuyorsun. duvarlar ve tüller gibi kanepe de beyaz, belki krem. üzerinde kuşağını sıkıca bağladığın, gümüş rengi saten bir sabahlık. sadece sağ dizinden aşağısı açıkta. ama benim bunu görmem olası değil. çünkü ayaklarının dibine diz çökmüş, başımı dizine yaslamışım, daha doğrusu sol yanağımı sol eline koymuşum. sağ elin ise saçlarımın arasında dolanıyor. karşıdaki duvarın ötesini görüyormuş gibi uzaklara bakıyorsun. yüzünde şefkat var. yapma, dediğin bir şeyi yapmışım ama, bu bir şeyi değiştirmiyor, sen busun, diyen bir şefkat. kumara verdiği son paralarının ardından, fedya'nın genç eşi anya da öyle bakmış olmalı.
bir başka oda:
aslında oda ama içi tropikal bitkilerle dolu. bu imgeyi botanik bahçesindeki beni çok etkileyen seralardan aldığımı biliyorum. koyu yeşil, geniş yaprakların altında bir havuz var. tıpkı o seralardaki gibi kenarlarında yosunlar ve suyun yüzeyindeki bir kaç yaprak doğalmış görüntüsü veriyor. su berrak, tertemiz. havuza dalıyor ve bir kaç kulaç atıyorum. havuzun ortasına gelince durup geriye dönüyorum. burası sera değil, belki de bir otelin odası. odanın kapısı aralık ve o aralıkta gözlerin. hem gözlerinde hem de kapının aralığından içeri sızan yüzünde acı dolu bir ifade var ve 'bunu yapma' diyor.
*
yolculuk:
uçak değil, örtüsü mavi otobüs ya da elimde olmadan yakıştırdığım tren koltukları olmalı. cam kenarında oturuyorum ve sağ yanımdaki, yine mavi bir perdenin öndeki yarısını örttüğü pencereden akıp giden manzarayı izliyorum. yolculuk güneşe doğru olmalı ki, dışarıya gözlerimi hafifçe kısarak bakıyorum. sense, yüzünde huzurlu bir uykunun izleriyle başını sol omzuma yaslamışsın. hiç kıpırdamadan başımı kaldırıp sanki kameraya bakıyorum. yorgunum. uykun bölünmesin diye saatlerdir kıpırdamadan durmuş olmalıyım.
asansör:
sadece ikimiz. az önce beşinci katı işaret eden düğmeye dokundum. üzerinde kül rengi bir gece elbisesi var. eteği, hep sevdiğin gibi kısa. ben de sana ve elbisene yakışacak biçimde giyinmişim; siyah takım, beyaz gömlek vesaire. konuşmuyoruz, göz göze gelmiyoruz. ne zaman yüzüne baksam, orada, zorunda olduğu için bir davete katılan birinin ya da sevmediği bir akrabasına misafirliğe giden bir çocuğun yüzü var. asansörün yükselişi -ya da inişi- bir türlü bitmiyor. huzursuzlukla katları gösteren kareye bakıyorum. ama kırmızı, köşeli rakamların değişip durduğu kare kapkaranlık. o sırada bakışlarımız karşılaşıyor. yüzünde ise, lütfen dönelim, yakarışı.
oda ya da salon:
çok geniş ve aydınlık bir oda ya da salon. tavan oldukça yüksek, pencerelerde tüller uçuşuyor. oda ya da salonun ortasında yükselen bir sütun var. o sütunu çepeçevre saran bir kanepede oturuyorsun. duvarlar ve tüller gibi kanepe de beyaz, belki krem. üzerinde kuşağını sıkıca bağladığın, gümüş rengi saten bir sabahlık. sadece sağ dizinden aşağısı açıkta. ama benim bunu görmem olası değil. çünkü ayaklarının dibine diz çökmüş, başımı dizine yaslamışım, daha doğrusu sol yanağımı sol eline koymuşum. sağ elin ise saçlarımın arasında dolanıyor. karşıdaki duvarın ötesini görüyormuş gibi uzaklara bakıyorsun. yüzünde şefkat var. yapma, dediğin bir şeyi yapmışım ama, bu bir şeyi değiştirmiyor, sen busun, diyen bir şefkat. kumara verdiği son paralarının ardından, fedya'nın genç eşi anya da öyle bakmış olmalı.
bir başka oda:
aslında oda ama içi tropikal bitkilerle dolu. bu imgeyi botanik bahçesindeki beni çok etkileyen seralardan aldığımı biliyorum. koyu yeşil, geniş yaprakların altında bir havuz var. tıpkı o seralardaki gibi kenarlarında yosunlar ve suyun yüzeyindeki bir kaç yaprak doğalmış görüntüsü veriyor. su berrak, tertemiz. havuza dalıyor ve bir kaç kulaç atıyorum. havuzun ortasına gelince durup geriye dönüyorum. burası sera değil, belki de bir otelin odası. odanın kapısı aralık ve o aralıkta gözlerin. hem gözlerinde hem de kapının aralığından içeri sızan yüzünde acı dolu bir ifade var ve 'bunu yapma' diyor.
hımm, hiçbiri de tabir kaldırmaz.
YanıtlaSilbazen bu sayfalara rüyalarımı yazıyorum ve yazarken bilinçaltı denilen karadelikte biraz olsun yol aldığımı hissediyorum. ya da düşülmesi en muhtemel hataya düşüp kendimi kandırıyorum.
YanıtlaSil