kalbimizin ihmal ettiğimiz yerlerini hatırlar gibi..
proust, okumasını başarabilenlere büyük bir haz armağan eden ve o romanı henüz okumamış olanları kıskanmalarına sebeb olan nehir romanına bir sabah burnuna ulaşan çayın kokusuyla başlar. aslında bütün o ciltler bir kokunun hatırlattıklarıdır.
*
kitapçıya uğradığım zamanlardan biri. girişin altındaki kata sadece sinema ile ilgili kitaplara bakmak için iniyorum. yeni gelen bir şey var mı diye bakmak, biraz da "zaten bunların hepsi ben de var," diye, çocukca gururlanmak için. oysa orada küçük grupların sohbet ettiği, müzik dinletilerinin yapıldığı küçük bir alan da var ama o güne kadar herhangi bir şeye denk gelmemiştim.
saçlarındaki beyazlar siyahları geçmiş, hatta kostümün güzelliğinden de geçmiş bir adam, etrafına toplanmış ben yaşındaki bir kaç kişiye bir şeyler anlatıyordu. uzakta bir yerlerde durmuş, bir yandan "ben de bu adama benzer miyim?" diye düşünürken konuşma da eflatunun mağarasındaki gölgelerden hatırlamak bahsine kadar gelmişti. o adam, insanda yaradılışla beraber bütün bilgilerin mevcut olduğunu ve vakti geldiğinde hatırladığını, söyleyiverdi. yaptığı benzetme ürkütücüydü: "beynimizde bir çeşit mikroçipler olduğunu varsayın. allah bunlara dokunuyor ve bunlardaki bilgiler açığa çıkıyor."
her şeyin uzağında olmama rağmen itiraz etmek istedim. çünkü lise çağlarında psikolojiye bayılmış, sonrasında bu sempati psikolojinin insanı 'şey'leştiren yapısını farkedince öfkeye dönüşmüştü.
insanı makineye dair kavramlarla ifade etmek de ne demek oluyordu? 'çip'miş...
ama sustum. çünkü, her şeyin uzağındaydım.
*
sonraki günlerde, bambaşka bir şey oldu. aşk bağlamında çuvallayan herkes gibi unutmaya çalışmak, yok saymak yerine, "aşk beni her defasında yarı yolda bırakıyor," diyen güzel kadını da anarak, aşkın doğasına dair bir ipucu bulabilirim belki, diye, içinden aşk geçen kitaplar okumaya başladım. güvercin gerdanlığı'dan (ibn-i hazm) sevgi üzerine'ye (ortega y. gasset) kadar bir yığın şey. galib, sthendhal vesaire... farkındayım mevlana demedim.
neler neler yazıyordu kitaplarda. o yüzden uzatmayacağım.
ama en doğrusu büyük kitap'ta söyleniyordu. 'araf: yüz yetmiş bir ve yüz yetmiş iki'yi başka türlü okumak da mümkündü.
bezm-i elest sadece "elestübi rabbüküm?" sorusuna verilen, "kalu:bela.." cevabından ibaret değildi. şimşek çakımı kadar kısa süren süren bir aydınlıkta levh-i mahfuz'da yazılı isimlerden bazılarını okumuş, yanımızda duran ruhlardan bazılarının suretini görmüştük. bu gökyüzü altında yaşadığımız hayatta karşılaştığımız kişiler de adını okuduğumuz, suretini gördüğümüz ruhlardı. bunu, aşkın görür görmez olduğuna inanan biri olarak en başta reddetsem de, bir süre sonra aşkın aslında o uzak zamanda verilen sözün hatırlanması olduğuna inandım.
yanyana yürüyorduk, bilmiyorduk. ama o birden "ol!" diyordu ve "ol"uyordu.
yani, yücetanrı beynimizdeki 'çip'lerden birine dokunuyordu. (gülümsemeniz, amenna...)
aslında bunun beni rahatlatan bir yanı da vardı. böylece, yalan yanlış yaşadığımız, sonrasında salya sümük göz yaşları arasında pişmanlıklara bulanan aşklar içimizde aklanıyordu; çünkü, o uzak zamanda verdiğimiz sözün muhatabıyla karşılaşana kadar, onu hatırlayıncaya kadar yani, zaman öldürüyorduk...
*
ah! bir de o cümle olmasaydı: "neden söz veren söz verdiği gibi geliyordu da söz verdiği gibi kalmıyordu?"
proust, okumasını başarabilenlere büyük bir haz armağan eden ve o romanı henüz okumamış olanları kıskanmalarına sebeb olan nehir romanına bir sabah burnuna ulaşan çayın kokusuyla başlar. aslında bütün o ciltler bir kokunun hatırlattıklarıdır.
*
kitapçıya uğradığım zamanlardan biri. girişin altındaki kata sadece sinema ile ilgili kitaplara bakmak için iniyorum. yeni gelen bir şey var mı diye bakmak, biraz da "zaten bunların hepsi ben de var," diye, çocukca gururlanmak için. oysa orada küçük grupların sohbet ettiği, müzik dinletilerinin yapıldığı küçük bir alan da var ama o güne kadar herhangi bir şeye denk gelmemiştim.
saçlarındaki beyazlar siyahları geçmiş, hatta kostümün güzelliğinden de geçmiş bir adam, etrafına toplanmış ben yaşındaki bir kaç kişiye bir şeyler anlatıyordu. uzakta bir yerlerde durmuş, bir yandan "ben de bu adama benzer miyim?" diye düşünürken konuşma da eflatunun mağarasındaki gölgelerden hatırlamak bahsine kadar gelmişti. o adam, insanda yaradılışla beraber bütün bilgilerin mevcut olduğunu ve vakti geldiğinde hatırladığını, söyleyiverdi. yaptığı benzetme ürkütücüydü: "beynimizde bir çeşit mikroçipler olduğunu varsayın. allah bunlara dokunuyor ve bunlardaki bilgiler açığa çıkıyor."
her şeyin uzağında olmama rağmen itiraz etmek istedim. çünkü lise çağlarında psikolojiye bayılmış, sonrasında bu sempati psikolojinin insanı 'şey'leştiren yapısını farkedince öfkeye dönüşmüştü.
insanı makineye dair kavramlarla ifade etmek de ne demek oluyordu? 'çip'miş...
ama sustum. çünkü, her şeyin uzağındaydım.
*
sonraki günlerde, bambaşka bir şey oldu. aşk bağlamında çuvallayan herkes gibi unutmaya çalışmak, yok saymak yerine, "aşk beni her defasında yarı yolda bırakıyor," diyen güzel kadını da anarak, aşkın doğasına dair bir ipucu bulabilirim belki, diye, içinden aşk geçen kitaplar okumaya başladım. güvercin gerdanlığı'dan (ibn-i hazm) sevgi üzerine'ye (ortega y. gasset) kadar bir yığın şey. galib, sthendhal vesaire... farkındayım mevlana demedim.
neler neler yazıyordu kitaplarda. o yüzden uzatmayacağım.
ama en doğrusu büyük kitap'ta söyleniyordu. 'araf: yüz yetmiş bir ve yüz yetmiş iki'yi başka türlü okumak da mümkündü.
bezm-i elest sadece "elestübi rabbüküm?" sorusuna verilen, "kalu:bela.." cevabından ibaret değildi. şimşek çakımı kadar kısa süren süren bir aydınlıkta levh-i mahfuz'da yazılı isimlerden bazılarını okumuş, yanımızda duran ruhlardan bazılarının suretini görmüştük. bu gökyüzü altında yaşadığımız hayatta karşılaştığımız kişiler de adını okuduğumuz, suretini gördüğümüz ruhlardı. bunu, aşkın görür görmez olduğuna inanan biri olarak en başta reddetsem de, bir süre sonra aşkın aslında o uzak zamanda verilen sözün hatırlanması olduğuna inandım.
yanyana yürüyorduk, bilmiyorduk. ama o birden "ol!" diyordu ve "ol"uyordu.
yani, yücetanrı beynimizdeki 'çip'lerden birine dokunuyordu. (gülümsemeniz, amenna...)
aslında bunun beni rahatlatan bir yanı da vardı. böylece, yalan yanlış yaşadığımız, sonrasında salya sümük göz yaşları arasında pişmanlıklara bulanan aşklar içimizde aklanıyordu; çünkü, o uzak zamanda verdiğimiz sözün muhatabıyla karşılaşana kadar, onu hatırlayıncaya kadar yani, zaman öldürüyorduk...
*
ah! bir de o cümle olmasaydı: "neden söz veren söz verdiği gibi geliyordu da söz verdiği gibi kalmıyordu?"
Yorumlarınızı çok sevdim,yazdıklarınızı okurken kendimi gerçekten iyi hissettim.İyi ki rastlamışım buraya. :)
YanıtlaSilyorumlar bir paslaşma, muhatap(lar)ımın güzellliğini ele veren koşu hali.
YanıtlaSilne diyelim, hisleriniz daima böyle olsun.