30 Eylül 2011 Cuma

stabilite kırılması

bir yapının ya da yapısal elemanın dengesinin bozulmasıyla oluşan kırılma, göçme, çökme...

*

bir otel odasının gelip geçiciliğinde erkenden uyanırsınız, dışarıda eve dönüşün sesleri. şehrin esin perisi tarafından sarıp sarmalandığı saatlerdir ama serde ne şairlik ne de yazarlık vardır.

oysa görecek gözü olanlar için ne de vaatkar zamanlardır.

siz de okursunuz. odanın sözde kitaplığına, büyük olasılıkla eski müşterilerden kalma eski mısır mimarisini anlatan bir mühendislik kitabına gider eliniz. okurken sayfaların birinde önce iki kelimeye rastlarsınız, ardından ikinci kelimenin sonunda üstteki yıldızın emrine uyarak gözleriniz alt satırlara iner.

manayı çözer, şaşırırsınız: bir mühendislik terimidir ama, anlattığı, en çok aşkın bitiminin başlangıcına, o büyü bozumu anına denk düşmektedir.

gözleriniz sol elinize kayarken işaret parmağınız baş parmağınızın yanında gelir, orta parmakla tuttukları sayfaları farkeder, bunca sayfayı sadece bu tanım için okuduğunuzu hissedersiniz.

16 Eylül 2011 Cuma

eylül akşamı*

ne 'ilkokul bir'lerimizin duvarında asılı duran mevsim şeritlerinde ne de takvimlerde yeri olan, on beş ağustos ile on beş eylül arasındaki, senenin en güzel ayı tükenmiş, sıra gerçekten eylüle gelmişken yani...

neredeyse bir masal uzaklığındaki günleri analım: rutinin tozu bulaşmış gündelik hikayemize, önce film, kitap ve müzikleri, sonra da geçmişimizi katmaya başlamıştık. o geçmişte aynı şehri farkedince -hem de aynı tarihlerde- şaşırmış, ertesi gün armağanı, bülent ortaçgil işi light albümünü elimde bulmuştum.

şehir istanbul değildi. kadıköy, hiç değil...


*bülent ortaçgil, eylül akşamı

15 Eylül 2011 Perşembe

sedef*

sedef kaşıkçı...

kumraldı ama denize girmekten mi nedir, sararmıştı. kahverengiyle yeşil arasında gidip gelen, pansiyon sahanlığına vuran sokak lambasının ölgün ışığında lazer gibi parlayan bal rengine yakın gözleri vardı.

beraber kumdan kale yapacak kadar güvenilir, denize girme vakti geldiğinde ilk kale nöbetini tutacak kadar iyi yürekli, bir süre sonra denizin çağrısına dayanamayıp yanınıza gelecek kadar tutkulu ve "kale yıkılırsa yeniden yaparız," diyecek kadar güçlü.

en nihayetinde, en mutsuz olduğu gün teyzesinin düğünü olan küçük bir kız: damatla gelin gidip gelinlikle yalnız kaldığında, üstelik kendisinin bile olmayan bir düğünde kendini düğün günü terk edilmiş bir gelin gibi hissedince...

bu tarz hikayelerde hep olduğu gibi o da ertesi gün gider. yine, hep olduğu gibi önce tatil, sonra yaz biter. sonbahar olur, kış olur. bu arada garip rüyalar görürsünüz.

şubat ayında "çok pis" kar yağıp okullar tatil olunca, kovayı küreği alıp bahçede kardan kale yapmak istediğinizde ansızın aklınıza düşer: bembeyaz gelinlikler içinde bütün hayalleri yıkılmış küçük kızı düşünürsünüz, ilk kale nöbetini üstüne alacak kadar iyi yürekli olan o kızın denizin çağrısına dayanamayıp yanınıza gelişini hatırlarsınız.

ona telefon açıp yarım saat kadar konuşmak, gördüğünüz acayip rüyaları, kimseye anlatamadığınız şeyleri sanki yüz defa anlatmış gibi rahatça anlatmak istersiniz.


*: erken kaybedenler - denizi çağrısı, emrah serbes

14 Eylül 2011 Çarşamba

ölüm

bu ara ölüm hakkında düşünüyorum.

hayır, varoluşun en büyük problemi olan ölüm değil, düşündüğüm. bu soruya cevabımı yıllar önce verdim ve bu cevap değişmez. tıpkı, adı sonradan 'suratsız'a dönüşecek 'küçük kız'ın, daha da küçük bir kızken büyük anne ve büyük babasıyla yaylada geçirdiği yaz günlerinin, çinko dama düşen yağmur tanelerinden korkup dedesine sığınmasının, karanlığın inmesiyle aniden soğuyan havayla üşüyen ayaklarının -ne zaman ısındı ki o ayaklar?-, ancak dedesinin kocaman elleri arasında ısınabilmesinin değişmeyeceği gibi.

o yüzden, geçelim.

çünkü, başka bir şey düşündüğüm. mesela, ben ölsem diyorum. kırmızıya dönüşen trafik lambasını farketmesem, şoförlerden biri kendine sunulan bedeni reddetmese. bir pastanede otururken, masalardan birinde aniden ayağa kalkıp, bunu bana nasıl yaptın, diyen, kıskanç bir sevgilinin kaza kurşunlarına denk gelsem. akşam yemeklerinden birinde boğazıma bir şey kaçsa nefes alamasam, duş alırken kalp krizi geçirsem...

bu blog ne olurdu?

böyle bir hizmet var mıdır, bilmem ama, blogır yetkililerinden iki ay herhangi bir hareket olmayan blogların kapatılmasını rica ediyorum. en başta da, evden gelen kötü kokuların önce apartman sakinlerini, sonra da tüm mahalleyi rahatsız etmesini beklemeden burasının.

12 Eylül 2011 Pazartesi

günün sorusu: geçiş

bu evrensel karmaşa çölünden insan ruhunun şaşmadan ilerleyip geçmesini sağlayan nedir? tanrı, aşk, şefkat, ideal...

10 Eylül 2011 Cumartesi

hatırlamak

kalbimizin ihmal ettiğimiz yerlerini hatırlar gibi..

proust, okumasını başarabilenlere büyük bir haz armağan eden ve o romanı henüz okumamış olanları kıskanmalarına sebeb olan nehir romanına bir sabah burnuna ulaşan çayın kokusuyla başlar. aslında bütün o ciltler bir kokunun hatırlattıklarıdır.

*

kitapçıya uğradığım zamanlardan biri. girişin altındaki kata sadece sinema ile ilgili kitaplara bakmak için iniyorum. yeni gelen bir şey var mı diye bakmak, biraz da "zaten bunların hepsi ben de var," diye, çocukca gururlanmak için. oysa orada küçük grupların sohbet ettiği, müzik dinletilerinin yapıldığı küçük bir alan da var ama o güne kadar herhangi bir şeye denk gelmemiştim.

saçlarındaki beyazlar siyahları geçmiş, hatta kostümün güzelliğinden de geçmiş bir adam, etrafına toplanmış ben yaşındaki bir kaç kişiye bir şeyler anlatıyordu. uzakta bir yerlerde durmuş, bir yandan "ben de bu adama benzer miyim?" diye düşünürken konuşma da eflatunun mağarasındaki gölgelerden hatırlamak bahsine kadar gelmişti. o adam, insanda yaradılışla beraber bütün bilgilerin mevcut olduğunu ve vakti geldiğinde hatırladığını, söyleyiverdi. yaptığı benzetme ürkütücüydü: "beynimizde bir çeşit mikroçipler olduğunu varsayın. allah bunlara dokunuyor ve bunlardaki bilgiler açığa çıkıyor."

her şeyin uzağında olmama rağmen itiraz etmek istedim. çünkü lise çağlarında psikolojiye bayılmış, sonrasında bu sempati psikolojinin insanı 'şey'leştiren yapısını farkedince öfkeye dönüşmüştü.

insanı makineye dair kavramlarla ifade etmek de ne demek oluyordu? 'çip'miş...

ama sustum. çünkü, her şeyin uzağındaydım.

*

sonraki günlerde, bambaşka bir şey oldu. aşk bağlamında çuvallayan herkes gibi unutmaya çalışmak, yok saymak yerine, "aşk beni her defasında yarı yolda bırakıyor," diyen güzel kadını da anarak, aşkın doğasına dair bir ipucu bulabilirim belki, diye, içinden aşk geçen kitaplar okumaya başladım. güvercin gerdanlığı'dan (ibn-i hazm) sevgi üzerine'ye (ortega y. gasset) kadar bir yığın şey. galib, sthendhal vesaire... farkındayım mevlana demedim.

neler neler yazıyordu kitaplarda. o yüzden uzatmayacağım.

ama en doğrusu büyük kitap'ta söyleniyordu. 'araf: yüz yetmiş bir ve yüz yetmiş iki'yi başka türlü okumak da mümkündü.

bezm-i elest sadece "elestübi rabbüküm?" sorusuna verilen, "kalu:bela.." cevabından ibaret değildi. şimşek çakımı kadar kısa süren süren bir aydınlıkta levh-i mahfuz'da yazılı isimlerden bazılarını okumuş, yanımızda duran ruhlardan bazılarının suretini görmüştük. bu gökyüzü altında yaşadığımız hayatta karşılaştığımız kişiler de adını okuduğumuz, suretini gördüğümüz ruhlardı. bunu, aşkın görür görmez olduğuna inanan biri olarak en başta reddetsem de, bir süre sonra aşkın aslında o uzak zamanda verilen sözün hatırlanması olduğuna inandım.

yanyana yürüyorduk, bilmiyorduk. ama o birden "ol!" diyordu ve "ol"uyordu.

yani, yücetanrı beynimizdeki 'çip'lerden birine dokunuyordu. (gülümsemeniz, amenna...)

aslında bunun beni rahatlatan bir yanı da vardı. böylece, yalan yanlış yaşadığımız, sonrasında salya sümük göz yaşları arasında pişmanlıklara bulanan aşklar içimizde aklanıyordu; çünkü, o uzak zamanda verdiğimiz sözün muhatabıyla karşılaşana kadar, onu hatırlayıncaya kadar yani, zaman öldürüyorduk...

*

ah! bir de o cümle olmasaydı: "neden söz veren söz verdiği gibi geliyordu da söz verdiği gibi kalmıyordu?"

9 Eylül 2011 Cuma

rekabet

s. melek yıldız (batı almanya-bonn,1985): federal almanya büyükelçiliğinde görevli türk baba ile aynı yerde memur olarak çalışan alman annenin tek çocuğu. on yaşından bu yana istanbul'da yaşıyor. sıradan olduğunu düşündüğü hayatında gurur duyduğu tek şey, istanbul erkek lisesi mezunu olmak. eğer ölmezse, iki bin on beş yılından sonra yayınlansın istediği, vazgeçmek ve unutmak üzerine yazılmış, şehvetin de bulaştığı karanlık öykülerden oluşan bir dosyası var.
almanca ve ingilizce bilen s. melek yıldız, çevirmenlik de yapıyor.

*

günümüz yönetmenlerinin dijital kamerayla çektiği filmler, üzeri tozla kaplanmış eski fotoğraflar gibi puslu, seyredene bir tülün ardından bakıyormuş hissi veren, titreşen siyah beyaz görüntüler gibi.

loş, neredeyse karanlık, yağmur ormanlarının geniş yapraklı yüksek ağaçlar yüzünden ışığın zar zor ulaşan alt kısımları gibi başka odalara açılan kapılardan gelen ışıkla biraz olsun aydınlanarak dış kapıya ulaşan, sanki sonsuz uzunlukta bir koridor.

gece karası kapıda gözetleme deliğini işaret eden bir ışık. kapının ardında sabırsız fısıltılar. ve yere düşen anahtarlığın merdivenlerde yankılanan, kapıyı aşıp içeriye kadar gelen sesi.

nihayet açılan kapı, koridordan tünelin ucunda yoğun bir ışık. bir de omuzları ve sırtı açık askılı elbisesiyle bir kadın. ve yeniden ışık; saçların omuzda örtemediği yerlerden aşağıya, kollara ve nasılsa belde unutulmuş gamzeye doğru bir nehir gibi usul usul akan bir ışık.

peşi sıra, kapıyı kapatıp içeriye giren, ayakkabı ve giysiler için oraya konulmuş mobilyanın aynasında kendini seyre dalan kadının arkasında duran bir adam. artık o da, aynanın derinliğindeki saklı yerde, kadının yanında.

yüzü kadının saçlarına gömülmüş, sanki su altındaki uzun bir bekleyişin ardından yüzeye çıkmış ve suyun altında geçen süre boyunca yalnızca bunu hayal etmiş gibi alınan derin bir nefes. her nefesi son nefes olmasından korkarak alan adam, beldeki gamzede başlayan ve sırt boyunca devam eden bir yolculuğa çıkan sağ el.

sağ el yolculuğun sonundaki saç örtüyü kaldırınca kokunun asıl kaynağına konulan öpücük. ki bu, sağ ele, yolculuğun boşuna değil, demektir. bir daha, bir daha... sonra da, sırtını aynanın derinliklerine yollayan, yüzünü ona dönen kadının dudaklarını.

sonrası bir mücadele...

giysilerin her adımda azaldığı bir yürüme...

bir erotik rekabet...

yenilenin de galip geleceği, zafer ve mağlubiyet arasındaki sınırların ortadan kalktığı bir savaş...

ve içimizde, aynadaki saklı yerden ayrılıp, kelimenin tam anlamıyla birbirini duvardan duvara çarparak koridor boyunca yol alan ve önümüzden geçip giden iki beden adına bir mutluluk...

(o ikisi bu yaz öğleden sonrasının gölgede kalmış arka odasına yol alırken, biz de ağır ağır dış kapıya doğru ilerleyelim. yavaşça açtığımız kapıyı peşimiz sıra yavaşça kapatıp, sessizce dışarı çıkalım. merdivenlerden başka şeyler düşünmeye çalışarak inerken -söz gelimi, üzerinde yaz güneşinin parıltılarıyla usul usul akan nehirle apartman arasındaki sokağı-, her şey bir defa daha, hikayenin başında bahsi geçen yönetmenlerden birinin filmine dönüşüyor olsun: yaşantıya eklenen an parçaları gibi şimşek çakımını hatırlatan görüntü bombardımanı. tıpkı gecenin karanlığında yanıp sönen fener ışıkları gibi. beyaz çarşaflar üzerinde iki beden. ama yüzleri göremiyoruz, bedenler de görüntüye parça parça giriyor: kadının boynuna ter yüzünden yapışmış bir kaç tel saç, ayak bileklerini okşayan bir erkek eli, erkeğin sırtına iz bırakan tırnaklar, kendi ışığını yayan aydınlık gibi çok güzel iki el, kadının sırtından beldeki gamzeye doğru yola çıkan bir kaç damla ter...)

orada, bu yaz öğleden sonrasının gölgede kalmış arka odasında ise, kırışık beyaz çarşaflar üzerine devrilmiş iki beden. uzun yoldan gelmiş atlar gibi terli ve yorgun.

kim galip kim mağlup belirsiz.

bir tek, yatağın kenarına neredeyse düşecekmiş gibi yüz üstü uzanmış kadının yerdeki halının desenlerinden de uzakları gören gözlerinde bir parıltı...

dil bilgisi

"'bu ülke'den daha bıçkın tamlama bilmiyorum."* diyen ah muhsin ünlü'nün elini görüyor ve "buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında/ bir teneffüs daha yaşasaydı,/ tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür/ devlet dersinde öldürülmüştür."** mısralarını öğelerine ayırmaktan daha fazla zevk aldığım bir şey olamaz, diyerek, arttırıyorum.



*:-yaşasın! ne kadar da ideolojik yaklaşıyoruz birbirimize-

**:ece ayhan, meçhul öğrenci anıtı

2 Eylül 2011 Cuma

promosyon

canım ülkem, biliyorum ancak sende olur bu:

istanbul'da faailiyet gösteren böcek avcısı adlı haşere ilaçlama firması, evlerini temizlediği müşterilerine kafka'nın dönüşüm'ünü hediye ediyor. ilk defa bin dokuz yüz on beşte yayınlanan bu uzun öykü, "gregor samsa bunaltıcı rüyalardan uyandığı bir sabah, yatağında kocaman bir böceğe dönüşmüş olarak buldu kendini." diye başlar ve hayatı yakalayamayan hep ıskalayan, ıskaladığı için de yabancılaşan insanların haline tercüman olur.

müşterilere hediye edilen kitap ise 6.45 yayınları'nca yapılan özel bir baskı ve 6.45çiler bu baskı için gregor samsa böcek karşılaştırma tablosu hazırlamış. kitapta yer alan bu tabloda, haşerelerin ve samsa'nın fiziksel özelliklerinden müzik dinleme zevklerine kadar farklılıkları karşılaştırmalı olarak gösteriliyor.

ne dersiniz, böcek avcıları bu iş için elma mı kullanıyordur?



merkez üs: http://www.sabah.com.tr/kultur_sanat/edebiyat/2011/08/26/bocek-ilaclamada-kafka-promosyonu

1 Eylül 2011 Perşembe

ilk izlenim için tek bir şansın vardır: dört

"ismim gregory, dedim, her nedense ismimi kısaltmadan söylemiştim, sonra elimi uzattım ona. 'seninle tanıştığıma memnun oldum, gregory.' yavaş yavaş konuşuyordu, sanki küçük bir çocuğa hitap edermişcesine, bir tür temkinli sevecenlik vardı sesinde. 'benim adım charlotte.' "*



*:gregory dart, karşılıksız aşk-kovalamak ve kovalanmak üzerine