30 Mayıs 2011 Pazartesi
the green fairy*
siz hiç müzikleri yüzünden bir filmi yeniden izlediniz mi? ben izledim: london boulevard(2010)...
son olarak, "filminize nasıl 'bağımsız' havası verirsiniz?" tarzı kurslar, el kitapları var da ben mi bilmiyorum, diyor ve sözü leicester'lı gençlere bırakıyorum: kasabian...
*kasabian, the green fairy
son olarak, "filminize nasıl 'bağımsız' havası verirsiniz?" tarzı kurslar, el kitapları var da ben mi bilmiyorum, diyor ve sözü leicester'lı gençlere bırakıyorum: kasabian...
*kasabian, the green fairy
28 Mayıs 2011 Cumartesi
uyarı
"benim geçmiş zaman içinde yan gelip yattığıma bakma
ben geleceğin kara gözlü zalimlerindenim
bir tek köşen bile ayrılmamışken bana
var olan ve olacak bütün köşelerinin sahibi benim
ben geleceğin kara gözlü zalimlerindenim
sen kaç köşeli yıldızsın"*
*:sezai karakoç, köşe
26 Mayıs 2011 Perşembe
iltifat
orhan pamuk ve viktor hugo'nun aldıkları en iyi iltifata dair anlattıklarından sonra bir iltifat itirafı da iki bin on nobel edebiyat ödülü'nü kazanan mario vargas llosa'dan geliyor.
*
llosa, ödül konuşmasında ülkesi peru'dan bahsederken söz karısı patricia'ya gelir ve olaylar gelişir:
peru, kırk beş yıl önce evlenmek bahtına erdiğim ve yazmamı sağlayan cinnetlere, nevrozlara ve huysuzluklara bugün hala katlanan, kalkık burunlu ve yılmaz kuzinim patricia'dır. o olmasa, yaşamım çoktan sarsıcı bir kasırgaya dönerdi; alvoro, gonzolo, morgana ve ömrümüzü uzatan, bize mutluluk veren altı torunumuz olmazdı. patricia her şeyi yapar ve her şeyi iyi yapar. sorunları çözer, ekonomiyi çekip çevirir, karışıklığı düzene sokar, gazetecileri ve davetsiz misafirleri uzak tutar, zamanımı savunur, randevuları ve yolculukları belirler, bavulları yapar ve açar ve o kadar cömerttir ki, beni payladığını sanırken bile bana en büyük övgüyü sunar: "mario, iyi yaptığın tek iş var, o da yazmak."
*
llosa, ödül konuşmasında ülkesi peru'dan bahsederken söz karısı patricia'ya gelir ve olaylar gelişir:
peru, kırk beş yıl önce evlenmek bahtına erdiğim ve yazmamı sağlayan cinnetlere, nevrozlara ve huysuzluklara bugün hala katlanan, kalkık burunlu ve yılmaz kuzinim patricia'dır. o olmasa, yaşamım çoktan sarsıcı bir kasırgaya dönerdi; alvoro, gonzolo, morgana ve ömrümüzü uzatan, bize mutluluk veren altı torunumuz olmazdı. patricia her şeyi yapar ve her şeyi iyi yapar. sorunları çözer, ekonomiyi çekip çevirir, karışıklığı düzene sokar, gazetecileri ve davetsiz misafirleri uzak tutar, zamanımı savunur, randevuları ve yolculukları belirler, bavulları yapar ve açar ve o kadar cömerttir ki, beni payladığını sanırken bile bana en büyük övgüyü sunar: "mario, iyi yaptığın tek iş var, o da yazmak."
22 Mayıs 2011 Pazar
sene-i devriye
geçen yıl bu günlerde, tıpkı dünyanın kuzey ve güney, doğu ve batı olarak anlatıldığı eski zamanlardaki gibi bazan kuzeyden güneye, bazan doğudan batıya yol alıyordum. bazan da tam tersi...
o yolculuklardan birinde, bir mayıs sabahı, kuzeyden güneye inen bir trenle güneş yansımalarına ev sahipliği yapan nehre eşlik etmiş, aynı günün akşamında bu defa nehri sağ tarafıma almış düşünmekten yorgun düşene kadar nehrin üzerindeki yıldız izlerini seyretmiştim...
günün, yani yolculuğun da sonuna doğru içimdeki yok olma isteği, gidecek o kadar yol varken hiçbir yere gitmeyip istasyonda kalma arzusuyla birleşmiş, bir istasyon kanepesinde saatlerce oturmuştum. istasyondaki saatlerin sonunda hayat masala galip gelmiş, ben de masal yerine hayatı seçip insanların arasına yürümüştüm.
bütün bunların üzerinden tam bir yıl geçmişken, yirminci yüz yılın en büyük yazarı john fowles geliyor aklıma: charles için söyledikleri...
eğer o bu öykünün de yazarı olsaydı, "ona istasyon kanepesinde saatlerce oturup yok olmayı, hiç olmazsa aklını terkedebilmeyi istemek yerine geriye dönmesini emrettim," derdi. "ama dönmedi," diyerek sitem eder, sözlerini, "hiç de yanlış yönü seçmiş sayılmazdı bence," diye tamamlardı.
o yolculuklardan birinde, bir mayıs sabahı, kuzeyden güneye inen bir trenle güneş yansımalarına ev sahipliği yapan nehre eşlik etmiş, aynı günün akşamında bu defa nehri sağ tarafıma almış düşünmekten yorgun düşene kadar nehrin üzerindeki yıldız izlerini seyretmiştim...
günün, yani yolculuğun da sonuna doğru içimdeki yok olma isteği, gidecek o kadar yol varken hiçbir yere gitmeyip istasyonda kalma arzusuyla birleşmiş, bir istasyon kanepesinde saatlerce oturmuştum. istasyondaki saatlerin sonunda hayat masala galip gelmiş, ben de masal yerine hayatı seçip insanların arasına yürümüştüm.
bütün bunların üzerinden tam bir yıl geçmişken, yirminci yüz yılın en büyük yazarı john fowles geliyor aklıma: charles için söyledikleri...
eğer o bu öykünün de yazarı olsaydı, "ona istasyon kanepesinde saatlerce oturup yok olmayı, hiç olmazsa aklını terkedebilmeyi istemek yerine geriye dönmesini emrettim," derdi. "ama dönmedi," diyerek sitem eder, sözlerini, "hiç de yanlış yönü seçmiş sayılmazdı bence," diye tamamlardı.
20 Mayıs 2011 Cuma
altı çizili satırlar: sırrımsın sırdaşımsın
bazı insanların 'beş parmağında beş marifet var'dır ve anlatılırken tırnak içindeki deyimle tarif edilir. tıpkı kâmuran şipal gibi...
ama o, çevirmenlikte o kadar başarılıdır ki, tıpkı gökyüzünde parlak bir yıldız nasıl yanında, yöresinde bulunan yıldızları görünmez kılıyorsa iyi yaptığı bu iş yüzünden diğer yaptıkları görünmez, bilinmez. oysa eğitimcidir, araştırmacıdır, en önemlisi ödüllü (altmış beş-sait faik, seksen sekiz-tyb hikaye ödülü) bir yazardır.
'çeviren'e dikkat eden her okurun bildiği ve alman edebiyatı'nı 'gerçekten iyi' çevirilerle türkçeye kazandıran kâmuran şipal'in yazar yanı da olduğunu bu romanı duyuncaya kadar bilmiyordum. oysa ödüllü hikayeleri ve demir köprü adında bir romanı daha var.
sırrımsın sırdaşımsın ise, normal koşullarda adı yüzünden uzak duracağım ama kâmuran şipal'in yazar kimliği konusundaki cehaletim yüzünden dikkatimi çeken, biraz merakla biraz da ihmalin verdiği bir utançla okumaya karar verdiğim, okudukça edebi haz kaynağına dönüşen bir roman oldu.
konusu hoşunuza gitmeyebilir, zaman zaman sıkılabilirsiniz. hatta bazı yerlerde hikayeyi uzattığını da düşünebilirsiniz. ama iğne oyası gibi işlenmiş, boşa harcanmış tek sözcük bulunmayan, sanki denenip, tam o boşluğa uyduğu için oraya konulmuş sözcüklerden kurulu cümlelere kayıtsız kalamazsınız. anlam kaybına uğramadan neredeyse bir sayfa süren cümleler, nereden bulup çıkardığını biraz da kıskançlıkla merak ettiğiniz betimlemeler, benzerini kendinizden de hatırlayabileceğiniz çocukluk ve ergen hatıraları.
klasik bir okur hatası olan 'anlatıcı ile yazarı karıştırmak' pahasına da olsa, bir ikindi üzeri annesini anımsayan yaşlı ve yorgun bir adamın çocukluğuna yaptığı düşünsel, peşi sıra annesinin mezarını ziyaret etmek üzere doğduğu ve çocukluğunun geçtiği şehre fiziksel yolculuğu anlatan bu romanın biyografik öğeler taşıdığına eminim. üstelik, yaş olarak kamuran şipal fotoğrafı veren yazar-anlatıcının çocukluk şehri, adı söylenmese de taş köprü, demir köprü, bebekli kilise'ye bakıldığında adana'dan başka bir yer değil.
bu yolculukta yalnızca anlatıcının çocukluğuna, annesiyle oynadıkları ve ona yoksul çocukluğunun acılarını unutturan oyunlara, teyzesine ve teyzesinin ilk aşkı kızına, ara sıra aklına düşen bir fotoğrafta bile yan yana olmaktan mutsuz olduğu öz babasına değil, bir otelin lobisine, kızından arda kalan en parlak hatıraya da tanıklık ediyoruz.
ama hem kendini hem de sırrını paylaştığı okuyucusunu uyarma ihtiyacı duyuyor: bütün bunlar, '...o gizli belleğin kotarıp ön belleği içine yerleştirdiği ve bir an gelip onu gerçekliğine inandırdığı bir yaşantıdan ve bu yaşantının sözde anısından başka bir şey değildi. belki gerçekte yaşandığına inandığı pek çok yaşantıda da aynı şey söz konusuydu. pek çok şey önce düşte yaşanıyor, sonra da gerçeğe yansıtılıyor, buradan da gerçekte yaşandığı duygusu doğup çıkıyordu ortaya ve söz konusu duygu sonradan kolay kolay yerinden oynatılamıyordu.'
annenin anlattığı bir masaldan geriye kalan 'sırrımsın sırdaşımsın/ hocada yoldaşımsın/ niçin kolumu çimdikledin/ sen benim kardaşımsın' dörtlüğünün ilk mısrasından adını alan bu romanın altı çizili satırları yukarıda övgüyle bahsettiğim uzun cümlelerden biri (içlerinde iki yüz on kelime olan var), bellek üzerine yapılan kayıtsız kalınamaz yorumlar ya da şiir tadındaki betimlemelerden biri olabilirdi. ama ben, ilkokulundaki müdirenin onda iz bırakan uyarısından sonrasını seçtim; ona 'nüfus cüzdanım sende' demesi üzerine, müdüre hanım'ın şefkatle gülümseyerek 'sizde' düzeltmesi ve tombul elini yanağına koyup okşayarak 'bir büyüğünle konuşurken ona sen değil, siz diyeceksin.' demesinden sonrası...
işte o altı çizili satırlar:
"ne var ki, müdüre hanım'ın sevgi dolu sıcacık odasında ileride kendilerini bekleyen çetin yaşama yavrularını hazırlayan bir anne gibi, ona sen ve siz arasındaki ayrımı öğrettiği günün yaşantısı zamanla anılar içinde rastgele bir anıya dönüşmeye karşı durdu, diretti, anı değil, hep diri bir yaşantı kimliğini korudu belleğinde. boyuna yeniden yaşandı, onun başkaları ile ilişkisine damgasını vurdu. ince ince işlenmiş bir oya gibi sen ve siz'lerden örülü bir yaşam yolunu arşınlayıp durdu hep. sen'den siz'e, siz'den sen'e bir mekik gidip geldi, birbirinden değişik nakışlar, desenlerle sen ve siz'lerden bir kumaş dokundu sürekli, sen'den siz'e, siz'den sen' e savrulan bir yaşam yaşanıp durdu. sen'de biraz dinlenme, ardından sarp bir yokuşa vuruş: sen-siz. her seferinde müdüre hanım'ın uyarısı yankılandı kulaklarında. siz'leri sen'e dönüştürmekte zorlandı, siz'lerden kaçıp sen'e sığındı hep. müdüre hanım'dan özür dilemelerin bir sonu gelmedi"*
*:yapı kredi yayınları, 2010
notgibi: her şey gibi yazının da bir kaderi var. buradaki haber olmasaydı şüphesiz bu yazı da blog dünyasının 'taslak' denilen dehlizlerinde kaybolup gidecek, geçen yıl nisan ayında yazmaya başladığım bu yazıyı tamamlamak aklıma bile gelmeyecekti.
ama o, çevirmenlikte o kadar başarılıdır ki, tıpkı gökyüzünde parlak bir yıldız nasıl yanında, yöresinde bulunan yıldızları görünmez kılıyorsa iyi yaptığı bu iş yüzünden diğer yaptıkları görünmez, bilinmez. oysa eğitimcidir, araştırmacıdır, en önemlisi ödüllü (altmış beş-sait faik, seksen sekiz-tyb hikaye ödülü) bir yazardır.
'çeviren'e dikkat eden her okurun bildiği ve alman edebiyatı'nı 'gerçekten iyi' çevirilerle türkçeye kazandıran kâmuran şipal'in yazar yanı da olduğunu bu romanı duyuncaya kadar bilmiyordum. oysa ödüllü hikayeleri ve demir köprü adında bir romanı daha var.
sırrımsın sırdaşımsın ise, normal koşullarda adı yüzünden uzak duracağım ama kâmuran şipal'in yazar kimliği konusundaki cehaletim yüzünden dikkatimi çeken, biraz merakla biraz da ihmalin verdiği bir utançla okumaya karar verdiğim, okudukça edebi haz kaynağına dönüşen bir roman oldu.
konusu hoşunuza gitmeyebilir, zaman zaman sıkılabilirsiniz. hatta bazı yerlerde hikayeyi uzattığını da düşünebilirsiniz. ama iğne oyası gibi işlenmiş, boşa harcanmış tek sözcük bulunmayan, sanki denenip, tam o boşluğa uyduğu için oraya konulmuş sözcüklerden kurulu cümlelere kayıtsız kalamazsınız. anlam kaybına uğramadan neredeyse bir sayfa süren cümleler, nereden bulup çıkardığını biraz da kıskançlıkla merak ettiğiniz betimlemeler, benzerini kendinizden de hatırlayabileceğiniz çocukluk ve ergen hatıraları.
klasik bir okur hatası olan 'anlatıcı ile yazarı karıştırmak' pahasına da olsa, bir ikindi üzeri annesini anımsayan yaşlı ve yorgun bir adamın çocukluğuna yaptığı düşünsel, peşi sıra annesinin mezarını ziyaret etmek üzere doğduğu ve çocukluğunun geçtiği şehre fiziksel yolculuğu anlatan bu romanın biyografik öğeler taşıdığına eminim. üstelik, yaş olarak kamuran şipal fotoğrafı veren yazar-anlatıcının çocukluk şehri, adı söylenmese de taş köprü, demir köprü, bebekli kilise'ye bakıldığında adana'dan başka bir yer değil.
bu yolculukta yalnızca anlatıcının çocukluğuna, annesiyle oynadıkları ve ona yoksul çocukluğunun acılarını unutturan oyunlara, teyzesine ve teyzesinin ilk aşkı kızına, ara sıra aklına düşen bir fotoğrafta bile yan yana olmaktan mutsuz olduğu öz babasına değil, bir otelin lobisine, kızından arda kalan en parlak hatıraya da tanıklık ediyoruz.
ama hem kendini hem de sırrını paylaştığı okuyucusunu uyarma ihtiyacı duyuyor: bütün bunlar, '...o gizli belleğin kotarıp ön belleği içine yerleştirdiği ve bir an gelip onu gerçekliğine inandırdığı bir yaşantıdan ve bu yaşantının sözde anısından başka bir şey değildi. belki gerçekte yaşandığına inandığı pek çok yaşantıda da aynı şey söz konusuydu. pek çok şey önce düşte yaşanıyor, sonra da gerçeğe yansıtılıyor, buradan da gerçekte yaşandığı duygusu doğup çıkıyordu ortaya ve söz konusu duygu sonradan kolay kolay yerinden oynatılamıyordu.'
annenin anlattığı bir masaldan geriye kalan 'sırrımsın sırdaşımsın/ hocada yoldaşımsın/ niçin kolumu çimdikledin/ sen benim kardaşımsın' dörtlüğünün ilk mısrasından adını alan bu romanın altı çizili satırları yukarıda övgüyle bahsettiğim uzun cümlelerden biri (içlerinde iki yüz on kelime olan var), bellek üzerine yapılan kayıtsız kalınamaz yorumlar ya da şiir tadındaki betimlemelerden biri olabilirdi. ama ben, ilkokulundaki müdirenin onda iz bırakan uyarısından sonrasını seçtim; ona 'nüfus cüzdanım sende' demesi üzerine, müdüre hanım'ın şefkatle gülümseyerek 'sizde' düzeltmesi ve tombul elini yanağına koyup okşayarak 'bir büyüğünle konuşurken ona sen değil, siz diyeceksin.' demesinden sonrası...
işte o altı çizili satırlar:
"ne var ki, müdüre hanım'ın sevgi dolu sıcacık odasında ileride kendilerini bekleyen çetin yaşama yavrularını hazırlayan bir anne gibi, ona sen ve siz arasındaki ayrımı öğrettiği günün yaşantısı zamanla anılar içinde rastgele bir anıya dönüşmeye karşı durdu, diretti, anı değil, hep diri bir yaşantı kimliğini korudu belleğinde. boyuna yeniden yaşandı, onun başkaları ile ilişkisine damgasını vurdu. ince ince işlenmiş bir oya gibi sen ve siz'lerden örülü bir yaşam yolunu arşınlayıp durdu hep. sen'den siz'e, siz'den sen'e bir mekik gidip geldi, birbirinden değişik nakışlar, desenlerle sen ve siz'lerden bir kumaş dokundu sürekli, sen'den siz'e, siz'den sen' e savrulan bir yaşam yaşanıp durdu. sen'de biraz dinlenme, ardından sarp bir yokuşa vuruş: sen-siz. her seferinde müdüre hanım'ın uyarısı yankılandı kulaklarında. siz'leri sen'e dönüştürmekte zorlandı, siz'lerden kaçıp sen'e sığındı hep. müdüre hanım'dan özür dilemelerin bir sonu gelmedi"*
*:yapı kredi yayınları, 2010
notgibi: her şey gibi yazının da bir kaderi var. buradaki haber olmasaydı şüphesiz bu yazı da blog dünyasının 'taslak' denilen dehlizlerinde kaybolup gidecek, geçen yıl nisan ayında yazmaya başladığım bu yazıyı tamamlamak aklıma bile gelmeyecekti.
19 Mayıs 2011 Perşembe
eva, petra ve ben*
dietrich ackerbaum: 1965 yılında demokratik almanya'nın kültür-sanat kenti rostock'da doğdu. liman çocuğu olmaktan kendine gurur payı çıkarmayı ihmal ettiği anlarda edebiyatla ilgilenmektedir. 1980'li yıllarda bir süre moskova'da enformatik eğitimi alan, 1988'den bu yana berlin'de yaşıyan ackerbaum, hem duvarın yıkılışını hem de berlin'in yeniden başkent oluşunu yerinde gözlemledi. roman ve öykülerinin yanısıra, gezi yazıları da bulunan yazar, 'alman edebiyatının çağdaş ve yenilikçi seslerinden biri' olarak görülmesini ise alaycı bir kayıtsızlıkla karşılıyor.
aşağıdaki pasajın alındığı "eva, petra und ich/ eva, petra ve ben" adlı öykü, yazarın "der stammgast/ müdavim" adlı öykü kitabında yayımlanmıştır.
*
eva o gün bal rengi saçlarını bağlamamış. max’ın doğumgünü partisindeyiz. alelâde bir taç var başında ve üstünde de alelâde giysiler. ben salonun dışarıya bakan penceresinin önünde durmuş belirgin bir can sıkıntısıyla dışarıya bakarken, gelip yanıbaşımda duruyor. hiçbir şey söylemiyor, ben de söylemiyorum.
mannheim’da henüz on beş yaşında bir gençken ben, yine bir arkadaşımın doğumgünü partisinde aynı sahne yaşanmış, ben yine pencerenin önünde durmuş dışarıya bakarken yanıma yaklaşan bal rengi saçlı bir kız hiçbir şey söylemeden yanıbaşımda durmuştu. o gece sessizliği bozan ben oldum ve gece, bal rengi saçlı kızın “stefan sen bir domuzsun!” heyheylenmesiyle sona erdi. stefan’ın bir domuz olduğuna dair yaygın inanışın bal rengi saçlı kız tarafından da tasdiklenmesi o an etrafımda bulunan samimi arkadaşlarımın bir kısmını şaşırtıp, bir kısmını da neşeye boğmuş olsa da, bu hakaret benim hayata bakışımı herhangi bir biçimde sekteye uğratmadı. sonraki yıllarda domuzluktan vazgeçmeyi değil ama yerine ve zamanına göre domuzluğumu törpülemeyi öğrendim. bir domuz olduğum gerçeğinin yüzüme vurulduğu anlarda, bundan belli belirsiz bir gurur payı çıkarmayı bile başardım. ama bu gerçeği kimi zaman farklı kelimelerle de olsa yüzüme vurmaktan hiç vazgeçmeyen karşı cins mensuplarının içinde, o ânı en dolu dolu yaşayan, domuzluğuma yönelik hıncını en kanırtıcı biçimde dışa vuran kişi hiç değişmedi. mannheim’daki doğumgünü partisinin sonunda ilk cinsel deneyimimi yaşamak için hedef seçtiğim petra, hakaretin hakkını vermeyi biliyordu.
eva’yı yan gözle süzerken bal rengi saçlarından çok bakışları dikkatimi çekiyor. zaten kadınların saçlarına yönelik özel bir ilgim de yoktur. saç rengi ve şeklinden karakter tahlili konusunda uzmanlaştığını sanan eski bir arkadaşım koyu kızıl düz saçlı kızlara asla güvenilmeyeceğine dair teziyle yıllarca başımızı ağrıttıktan sonra tam da böyle bir kızla evlenerek, umut vaât eden parlak bir kariyeri çöp tenekesine göndermiş, bekârlığa veda gecesinde konuyu açma cüreti gösteren bir başka arkadaşımızı ise konuyu açtığına pişman etmişti. evdeki onca insan dururken, bu bal rengi saçlı kızın yanıbaşıma gelmesini de kendimden çok evin manzarasına yoruyorum zaten ve bütün domuzluğumla aşağıya bakmayı sürdürüyorum. eva da hiç ses çıkarmadan aynısını yapıyor. hiç tanışmayan iki insanın sessizce yan yana durmasında erotik bir yan olduğunu bilmeyecek denli saf bir kıza benzemiyor eva. hattâ böylesi gerilimlere özellikle davet çıkaracak türden biri bile olabilir. yalnızca yan gözle birkaç kez kestiğim bir kız hakkında böylesi cüretkâr çıkarımlarda bulunmam ise benim peşin hükümlülüğümle açıklanabilir muhtemelen. ben tam da söz konusu peşin hükümlülüğün de üzerime yapışan domuzluğun bir parçası olup olmadığına kafa yorarken eva bana dönüyor ve “ne kadar güzel bir manzara,” diyor.
cevap veriyorum:
“on dakikadır burada dikiliyorsun, bunu mu söyleyebildin?”
normal koşullar altında, eva’nın bu cümleye karşılık olarak bir domuz, su katılmamış bir göt ya da gün yüzü görmemiş bir yavşak olduğuma dair acı gerçeği bir kez daha yüzüme vurduktan sonra olay yerini hışımla terk etmesi gerekiyor. ama öyle olmuyor.
“senin daha iyi bir cümlen var mı?”
on beş yaşımdayken, mannheim’da daha iyi bir cümle bulamadığım için petra’nın dudaklarına asıldığım günden beri, iç ceplerimde her duruma uyacak “daha iyi cümleler” taşıyorum, ama o akşam güzel berlin manzarasının karşısında dilim tutuluveriyor. gerçekten de daha iyi bir cümlem yok ve dışarıdan gelen ışıkta bal rengi saçlarını belli belirsiz fark ettiğim eva en hassas yerimden vuruyor beni. daha iyi bir cümlem yok.
“daha iyi bir cümlem yok,” diyorum.
eva bunun üzerine çaçaron bir sokak kızı edasıyla yaka silkerek, “o zaman kapa çeneni de manzarayı seyret,” diyor ve istifini bozmadan dışarıya bakmaya devam ediyor. tehlikeli bir dönemecin başında olduğumu o anda anlıyorum aslında. arkamı pencereye dönüp, kalabalık salonda petra’yı arıyorum gözlerimle. göremeyince yeniden önüme dönüp, adını soruyorum bal rengi saçlı kıza. “eva,” diyor. Hiç sektirmeden, “eva,” diyorum, “sen tam bir domuzsun!”
*çeviren: s. melek yıldız
aşağıdaki pasajın alındığı "eva, petra und ich/ eva, petra ve ben" adlı öykü, yazarın "der stammgast/ müdavim" adlı öykü kitabında yayımlanmıştır.
*
eva o gün bal rengi saçlarını bağlamamış. max’ın doğumgünü partisindeyiz. alelâde bir taç var başında ve üstünde de alelâde giysiler. ben salonun dışarıya bakan penceresinin önünde durmuş belirgin bir can sıkıntısıyla dışarıya bakarken, gelip yanıbaşımda duruyor. hiçbir şey söylemiyor, ben de söylemiyorum.
mannheim’da henüz on beş yaşında bir gençken ben, yine bir arkadaşımın doğumgünü partisinde aynı sahne yaşanmış, ben yine pencerenin önünde durmuş dışarıya bakarken yanıma yaklaşan bal rengi saçlı bir kız hiçbir şey söylemeden yanıbaşımda durmuştu. o gece sessizliği bozan ben oldum ve gece, bal rengi saçlı kızın “stefan sen bir domuzsun!” heyheylenmesiyle sona erdi. stefan’ın bir domuz olduğuna dair yaygın inanışın bal rengi saçlı kız tarafından da tasdiklenmesi o an etrafımda bulunan samimi arkadaşlarımın bir kısmını şaşırtıp, bir kısmını da neşeye boğmuş olsa da, bu hakaret benim hayata bakışımı herhangi bir biçimde sekteye uğratmadı. sonraki yıllarda domuzluktan vazgeçmeyi değil ama yerine ve zamanına göre domuzluğumu törpülemeyi öğrendim. bir domuz olduğum gerçeğinin yüzüme vurulduğu anlarda, bundan belli belirsiz bir gurur payı çıkarmayı bile başardım. ama bu gerçeği kimi zaman farklı kelimelerle de olsa yüzüme vurmaktan hiç vazgeçmeyen karşı cins mensuplarının içinde, o ânı en dolu dolu yaşayan, domuzluğuma yönelik hıncını en kanırtıcı biçimde dışa vuran kişi hiç değişmedi. mannheim’daki doğumgünü partisinin sonunda ilk cinsel deneyimimi yaşamak için hedef seçtiğim petra, hakaretin hakkını vermeyi biliyordu.
eva’yı yan gözle süzerken bal rengi saçlarından çok bakışları dikkatimi çekiyor. zaten kadınların saçlarına yönelik özel bir ilgim de yoktur. saç rengi ve şeklinden karakter tahlili konusunda uzmanlaştığını sanan eski bir arkadaşım koyu kızıl düz saçlı kızlara asla güvenilmeyeceğine dair teziyle yıllarca başımızı ağrıttıktan sonra tam da böyle bir kızla evlenerek, umut vaât eden parlak bir kariyeri çöp tenekesine göndermiş, bekârlığa veda gecesinde konuyu açma cüreti gösteren bir başka arkadaşımızı ise konuyu açtığına pişman etmişti. evdeki onca insan dururken, bu bal rengi saçlı kızın yanıbaşıma gelmesini de kendimden çok evin manzarasına yoruyorum zaten ve bütün domuzluğumla aşağıya bakmayı sürdürüyorum. eva da hiç ses çıkarmadan aynısını yapıyor. hiç tanışmayan iki insanın sessizce yan yana durmasında erotik bir yan olduğunu bilmeyecek denli saf bir kıza benzemiyor eva. hattâ böylesi gerilimlere özellikle davet çıkaracak türden biri bile olabilir. yalnızca yan gözle birkaç kez kestiğim bir kız hakkında böylesi cüretkâr çıkarımlarda bulunmam ise benim peşin hükümlülüğümle açıklanabilir muhtemelen. ben tam da söz konusu peşin hükümlülüğün de üzerime yapışan domuzluğun bir parçası olup olmadığına kafa yorarken eva bana dönüyor ve “ne kadar güzel bir manzara,” diyor.
cevap veriyorum:
“on dakikadır burada dikiliyorsun, bunu mu söyleyebildin?”
normal koşullar altında, eva’nın bu cümleye karşılık olarak bir domuz, su katılmamış bir göt ya da gün yüzü görmemiş bir yavşak olduğuma dair acı gerçeği bir kez daha yüzüme vurduktan sonra olay yerini hışımla terk etmesi gerekiyor. ama öyle olmuyor.
“senin daha iyi bir cümlen var mı?”
on beş yaşımdayken, mannheim’da daha iyi bir cümle bulamadığım için petra’nın dudaklarına asıldığım günden beri, iç ceplerimde her duruma uyacak “daha iyi cümleler” taşıyorum, ama o akşam güzel berlin manzarasının karşısında dilim tutuluveriyor. gerçekten de daha iyi bir cümlem yok ve dışarıdan gelen ışıkta bal rengi saçlarını belli belirsiz fark ettiğim eva en hassas yerimden vuruyor beni. daha iyi bir cümlem yok.
“daha iyi bir cümlem yok,” diyorum.
eva bunun üzerine çaçaron bir sokak kızı edasıyla yaka silkerek, “o zaman kapa çeneni de manzarayı seyret,” diyor ve istifini bozmadan dışarıya bakmaya devam ediyor. tehlikeli bir dönemecin başında olduğumu o anda anlıyorum aslında. arkamı pencereye dönüp, kalabalık salonda petra’yı arıyorum gözlerimle. göremeyince yeniden önüme dönüp, adını soruyorum bal rengi saçlı kıza. “eva,” diyor. Hiç sektirmeden, “eva,” diyorum, “sen tam bir domuzsun!”
*çeviren: s. melek yıldız
16 Mayıs 2011 Pazartesi
bir masada iki kişi: kalp
çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:
- hatırlıyor musun, 'zalim bir adam kalbi olmayan kadınlar arıyor' yazan, seri ilan tadında bir not vermiştin bana?
- ikinci sınıftaydık. neredeyse bütün bir sınıf kantinde oturmuş dersi bekliyorduk. o notu okuyunca çok gülmüştün.
- şaka yaptığını düşünmüştüm. ama her şaka gibi biraz da gerçekmiş.
- sen gül diye yapmıştım. aynı zamanda oscar wilde' ın infanta'nın doğduğu gün öyküsüne bir göndermeydi.
- biliyorum... ama benim bir kalbim vardı. hala da var.
*
başka bir şey söylemedi. eşyalarını toplayıp, dışarıya, az önce seyrettiği insanların arasına karışırken, ben de öyküyü, ispanya tahtının veliahtı küçük kızın son cümlesini düşünüyordum: bundan sonra benimle oynamaya gelenlerin kalbi olmasın.
- hatırlıyor musun, 'zalim bir adam kalbi olmayan kadınlar arıyor' yazan, seri ilan tadında bir not vermiştin bana?
- ikinci sınıftaydık. neredeyse bütün bir sınıf kantinde oturmuş dersi bekliyorduk. o notu okuyunca çok gülmüştün.
- şaka yaptığını düşünmüştüm. ama her şaka gibi biraz da gerçekmiş.
- sen gül diye yapmıştım. aynı zamanda oscar wilde' ın infanta'nın doğduğu gün öyküsüne bir göndermeydi.
- biliyorum... ama benim bir kalbim vardı. hala da var.
*
başka bir şey söylemedi. eşyalarını toplayıp, dışarıya, az önce seyrettiği insanların arasına karışırken, ben de öyküyü, ispanya tahtının veliahtı küçük kızın son cümlesini düşünüyordum: bundan sonra benimle oynamaya gelenlerin kalbi olmasın.
15 Mayıs 2011 Pazar
14 Mayıs 2011 Cumartesi
aşkları da vururlar*
sevenleri bağışlasın ama ben sezen aksu sevmem. bunu, her sözünü emir bildiğimiz 'öykücü'nün, yıllar önce armağan ettiği, bir doksanlık bir de altmışlık, toplam iki buçuk saatlik seçme sezen aksu şarkıları da değiştiremedi. içimizdeki o yerin sahibi nazan öncel'di, yine öyle kaldı.
gelgelelim, her hikayenin olduğu gibi bunun da bir 'ama'sı var:
*sezen aksu, aşkları da vururlar
notgibi ya da 'ama'nın 'ama'sı: vnf, düğün ve cenaze'yi sezen aksu albümü olarak görmediğini, son sardunyalar'ın ise bambaşka bir hikaye olduğunu özellikle belirtir.
gelgelelim, her hikayenin olduğu gibi bunun da bir 'ama'sı var:
*sezen aksu, aşkları da vururlar
notgibi ya da 'ama'nın 'ama'sı: vnf, düğün ve cenaze'yi sezen aksu albümü olarak görmediğini, son sardunyalar'ın ise bambaşka bir hikaye olduğunu özellikle belirtir.
üç nokta
"üç noktanın ima ettiğini, yeri gelir, bütün bir edebiyat şerhten âciz kalır. ki harfler şüphesiz sihir eseridir. insan hançeresinde çeşitlenen bütün sesleri, birkaç çizginin sadeliğine sıkıştırır, yan yana gelir kelime olur; bu defa sesler 'anlam'ın gökkuşağı gömleğini giyer; tutuşturur, çıldırtır, gâma salar, müjdeler getirir, susturur, söyletir ama hiçbir harf ve hiçbir kelime, üç noktanın imâ ettiğini kucaklayamaz."*
*:ahmet turan alkan, üç noktanın söylediği
*:ahmet turan alkan, üç noktanın söylediği
9 Mayıs 2011 Pazartesi
şehr-i istanbul'da erguvanlar
hiçbir zaman saklamadım; ilkbaharın yaza tutunduğu şu günlerde istanbul'da olanları, erguvanlar yüzünden delice kıskanırım.
sıfat ve ünvanları olmasa da, sadece levni üzerine yazdığı kitap* bile bize yeter gül irepoğlu, bu kıskançlığı çoğaltan muhteşem bir yazı yazmış. ve kendi aynasına düşen görüntülerin yanında, resimden edebiyata, dinler tarihinden gündelik hayata, bizanstan osmanlıya erguvanları anlatmış.
ben de bilmediklerimin altını çizdim, aynasına düşen görüntüleri ise -bizzat aşağıda görüleceği üzere- çaldım.
*
"her baharda boğaziçi sırtlarındaki koruların yavaş yavaş renk değiştirmesini gözlerim. boğaziçi köprüsü’nden avrupa yakası’na geçerken, köprünün hemen sağında kalan ali vafi korusu’ndaki ağaçların dalları kışın büründükleri o koyu kahverenginden sıyrılıp önce garip bir kızıllığa döner. öylesine belli belirsizdir ki bu başlangıçta, her yıl bunu yalnızca hayal ettiğimi sanarım önce, baharın bir an evvel gelmesini dilediğimden gözlerim beynimle bir olup beni yanıltıyor, derim kendime. birkaç gün sonraysa herşey apaçık ortadadır, erguvan dalları korudaki ağaçlar arasından gururla ayırırlar kendilerini. dalları gölgeli kızılımsı koyu pembeye bakar, tomurcuklar dalların bağrından çıkmaya başlamıştır ve onları hiçbir şey durduramayacaktır artık. tomurcuklar patladığında bir renk dalgası sarıverir koruyu. bence dünyanın en güzel rengi: ne tam mor ne tam pembe, adı üstünde: erguvanî."
"fenerbahçe parkı'ndaki erguvanları seyrederek içilecek bir bardak çay, beylerbeyi sarayı’nın bahçesinden karşı kıyıya doğru, boğaziçi’nin kaynaşan akıntılarının üzerinden kuruçeşme sırtlarındaki erguvan denizine bakarak içilecek bir fincan kahve, bebek kıyısından kandilli sırtlarını, mihrabad korusu’nu izleyerek içilecek bir kadeh şarap... veya sultanahmet’te mil taşının arkasında, halide edip adıvar’ın büstünün yanındaki muhteşem erguvanı seyretmek için sultanahmet’e gidildiğinde yürüyüşü ağır ağır sürdürerek mimar sinan eseri haseki hürrem sultan hamamı’nın ve ayasofya’nın yanından geçerken, topkapı sarayı’nın dış kapısından ve aya irini’nin önünden geçip bab-ı hümayun’a yönelirken, yahut emirgan korusu’nun dik yollarından tırmanırken, bir yudum suyun tadına vararak durup dinlenmek, evet, her adımda, her solukta erguvan..."
"istanbul’da mayıs ayı geldi mi, her yan mor tonlarıyla dalgalanır, morun pembeyle sevişmesinin sonucu oluşan erguvanların rengi, öteki morlarla karışır. morun maviyle bir darılıp bir barışmasının, barışınca da sımsıkı sarılışmasının sonucu açıklı koyulu leylakların heyecan veren kokularıyla uyumlu renkleri ve mor rüzgarların buluta değmesiyle oluşmuş olmasından mı ne, tekrar buluta karışmamak için yerinden koparılmaktan hoşlanmayan, evine bağlı, masum ve narin mor salkımlar... anadolu hisarı’na açılan küçüksu kıyısındaki kahvenin mor salkımlı çardağı altında bir kahvaltı etmek için sabırsızlanıyorum bugünlerde... mor gölgeleriyle yolların yamaçlarını bekleyen süsenler, özellikle anadolu yakası’ndan avrupa yakası’na giden fatih sultan mehmet köprüsü yolunda, çoğu zaman yoğun trafikte bir mor nefes aldıran."
*: levni: nakış-şiir-renk, kültür bakanlığı yayınları
sıfat ve ünvanları olmasa da, sadece levni üzerine yazdığı kitap* bile bize yeter gül irepoğlu, bu kıskançlığı çoğaltan muhteşem bir yazı yazmış. ve kendi aynasına düşen görüntülerin yanında, resimden edebiyata, dinler tarihinden gündelik hayata, bizanstan osmanlıya erguvanları anlatmış.
ben de bilmediklerimin altını çizdim, aynasına düşen görüntüleri ise -bizzat aşağıda görüleceği üzere- çaldım.
*
"her baharda boğaziçi sırtlarındaki koruların yavaş yavaş renk değiştirmesini gözlerim. boğaziçi köprüsü’nden avrupa yakası’na geçerken, köprünün hemen sağında kalan ali vafi korusu’ndaki ağaçların dalları kışın büründükleri o koyu kahverenginden sıyrılıp önce garip bir kızıllığa döner. öylesine belli belirsizdir ki bu başlangıçta, her yıl bunu yalnızca hayal ettiğimi sanarım önce, baharın bir an evvel gelmesini dilediğimden gözlerim beynimle bir olup beni yanıltıyor, derim kendime. birkaç gün sonraysa herşey apaçık ortadadır, erguvan dalları korudaki ağaçlar arasından gururla ayırırlar kendilerini. dalları gölgeli kızılımsı koyu pembeye bakar, tomurcuklar dalların bağrından çıkmaya başlamıştır ve onları hiçbir şey durduramayacaktır artık. tomurcuklar patladığında bir renk dalgası sarıverir koruyu. bence dünyanın en güzel rengi: ne tam mor ne tam pembe, adı üstünde: erguvanî."
"fenerbahçe parkı'ndaki erguvanları seyrederek içilecek bir bardak çay, beylerbeyi sarayı’nın bahçesinden karşı kıyıya doğru, boğaziçi’nin kaynaşan akıntılarının üzerinden kuruçeşme sırtlarındaki erguvan denizine bakarak içilecek bir fincan kahve, bebek kıyısından kandilli sırtlarını, mihrabad korusu’nu izleyerek içilecek bir kadeh şarap... veya sultanahmet’te mil taşının arkasında, halide edip adıvar’ın büstünün yanındaki muhteşem erguvanı seyretmek için sultanahmet’e gidildiğinde yürüyüşü ağır ağır sürdürerek mimar sinan eseri haseki hürrem sultan hamamı’nın ve ayasofya’nın yanından geçerken, topkapı sarayı’nın dış kapısından ve aya irini’nin önünden geçip bab-ı hümayun’a yönelirken, yahut emirgan korusu’nun dik yollarından tırmanırken, bir yudum suyun tadına vararak durup dinlenmek, evet, her adımda, her solukta erguvan..."
"istanbul’da mayıs ayı geldi mi, her yan mor tonlarıyla dalgalanır, morun pembeyle sevişmesinin sonucu oluşan erguvanların rengi, öteki morlarla karışır. morun maviyle bir darılıp bir barışmasının, barışınca da sımsıkı sarılışmasının sonucu açıklı koyulu leylakların heyecan veren kokularıyla uyumlu renkleri ve mor rüzgarların buluta değmesiyle oluşmuş olmasından mı ne, tekrar buluta karışmamak için yerinden koparılmaktan hoşlanmayan, evine bağlı, masum ve narin mor salkımlar... anadolu hisarı’na açılan küçüksu kıyısındaki kahvenin mor salkımlı çardağı altında bir kahvaltı etmek için sabırsızlanıyorum bugünlerde... mor gölgeleriyle yolların yamaçlarını bekleyen süsenler, özellikle anadolu yakası’ndan avrupa yakası’na giden fatih sultan mehmet köprüsü yolunda, çoğu zaman yoğun trafikte bir mor nefes aldıran."
*: levni: nakış-şiir-renk, kültür bakanlığı yayınları
5 Mayıs 2011 Perşembe
borges sokakta
'borges' yazılır, 'borhes' olarak okunur.
evet, bu dünyada olan biteni hepimizden daha iyi gördüğüne emin olduğum körden, iflah olmaz serseri borges' ten bahsediyorum.
*
birinci parça:
(neredeyse çocukluğumdan bu yana aklımdadır. kimden duydum, nerede okudum bilmiyorum. belki de uyduruyorum.)
bir akşam üzeri tek başına buenos aires sokaklarında dolaşırken bir hayranı yanına yaklaşıp sormuş: "siz borges değil misiniz?"
kararmaya başlamış gün yüzünden neredeyse işe yaramaz olan gözlerini hayranına çevirmiş ve bu soruyu "evet, ara sıra borges olurum," diye yanıtlamış.
ikinci parça:
(otuz yıllık hizmetçisi fanny'nin borges'i anlattığı, çok eğlenceli bir kitap olan senyor borges'de okudum. borges, 'şöhretle hiç ilgilenmiyorum. ben, babamın dediği gibi, wells'teki görünmez adam olmak, kimse tarafından fark edilmemek istiyorum' dedikten sonra bir an duraksıyor ve muzip bir gülümsemeyle ekliyor.)
size anlatmış mıydım? bir gün sokakta yürüyorum, biri yanıma gelip, "borges, siz bir blöfsünüz," dedi. ben de cevap verdim: "evet efendim, haklısınız, ama istemeden yapılmış bir blöf."
evet, bu dünyada olan biteni hepimizden daha iyi gördüğüne emin olduğum körden, iflah olmaz serseri borges' ten bahsediyorum.
*
birinci parça:
(neredeyse çocukluğumdan bu yana aklımdadır. kimden duydum, nerede okudum bilmiyorum. belki de uyduruyorum.)
bir akşam üzeri tek başına buenos aires sokaklarında dolaşırken bir hayranı yanına yaklaşıp sormuş: "siz borges değil misiniz?"
kararmaya başlamış gün yüzünden neredeyse işe yaramaz olan gözlerini hayranına çevirmiş ve bu soruyu "evet, ara sıra borges olurum," diye yanıtlamış.
ikinci parça:
(otuz yıllık hizmetçisi fanny'nin borges'i anlattığı, çok eğlenceli bir kitap olan senyor borges'de okudum. borges, 'şöhretle hiç ilgilenmiyorum. ben, babamın dediği gibi, wells'teki görünmez adam olmak, kimse tarafından fark edilmemek istiyorum' dedikten sonra bir an duraksıyor ve muzip bir gülümsemeyle ekliyor.)
size anlatmış mıydım? bir gün sokakta yürüyorum, biri yanıma gelip, "borges, siz bir blöfsünüz," dedi. ben de cevap verdim: "evet efendim, haklısınız, ama istemeden yapılmış bir blöf."
4 Mayıs 2011 Çarşamba
kraliyet düğünü
britanya, bir zamanların üzerinde güneş batmayan imparatorluğu, şimdilerde avrupa haritasının sol üst köşesindeki mavi boşluğa sıkışmış bir kaç kara parçası.
ailesinden kalan mirası, başladığı ama bitiremediği işlerde tüketen, elinde yalnızca eski fotoğraflar ve başını sokabileceği bir ev kalmış orta yaşlı erkekler gibi onun da elinde sadece ve sadece 'ingilizce' var. bir de eski sömürgelerinin nefreti.
kendi icatları futbolda, altmış altı dünya dünya kupasındaki şaibeli şampiyonluk yaşadılar. ve o şaibeli şampiyonluğun laneti hala peşlerinde. 'pirömiyer' ligleri tek bir real madrid-barcelona maçını bile geçemiyor.
tenis mi? başka zaman olsa görmezden gelecekleri dunblane(iskoçya)doğumlu andy murray. birisi vardı,hani, wimbledon' da yarı final gördüğü zaman ulusal bayram ilan ettikleri. tim henman.
ha, evet. kriket...
politik arenada, dünya siyasetinde ise uzun süredir küçük biraderleri (oysa 'big brother' demek çok daha uygun düşerdi ama, ne yazık ki kronoloji diye bir şey var) ne derse onu yapıyorlar.
ama o düğün...
o düğün, ellerinde kalan tek geçer akçenin ingilizce olmadığını bütün dünyaya gösterdi.
*
ah, bir de küçük birader yaramazlık yapıp, kendi elleriyle beslediği karganın gözünü oymasaydı.
ne güzel, hala 'kraliyet düğünü' nü konuşuyor olurduk.
ailesinden kalan mirası, başladığı ama bitiremediği işlerde tüketen, elinde yalnızca eski fotoğraflar ve başını sokabileceği bir ev kalmış orta yaşlı erkekler gibi onun da elinde sadece ve sadece 'ingilizce' var. bir de eski sömürgelerinin nefreti.
kendi icatları futbolda, altmış altı dünya dünya kupasındaki şaibeli şampiyonluk yaşadılar. ve o şaibeli şampiyonluğun laneti hala peşlerinde. 'pirömiyer' ligleri tek bir real madrid-barcelona maçını bile geçemiyor.
tenis mi? başka zaman olsa görmezden gelecekleri dunblane(iskoçya)doğumlu andy murray. birisi vardı,hani, wimbledon' da yarı final gördüğü zaman ulusal bayram ilan ettikleri. tim henman.
ha, evet. kriket...
politik arenada, dünya siyasetinde ise uzun süredir küçük biraderleri (oysa 'big brother' demek çok daha uygun düşerdi ama, ne yazık ki kronoloji diye bir şey var) ne derse onu yapıyorlar.
ama o düğün...
o düğün, ellerinde kalan tek geçer akçenin ingilizce olmadığını bütün dünyaya gösterdi.
*
ah, bir de küçük birader yaramazlık yapıp, kendi elleriyle beslediği karganın gözünü oymasaydı.
ne güzel, hala 'kraliyet düğünü' nü konuşuyor olurduk.
3 Mayıs 2011 Salı
leyl
muhibbi mahlasıyla şiirler yazan cihan padişahı ve müslümanların halifesi kanuni sultan süleyman, akşam namazında, geceye yemin ederek başlayan 'sûre-i velleyl'i okurken 'leyl(gece)' sözcüğüne geldiğinde sevgilinin zülfünü hatırlar ve ne ettiğini ne kıldığını bilemez olur. ne namaz kalır geriye, ne sûre...
üstelik bununla yetinmez bir de şiirini yazar:
"sûre-i velleyl okurdum dün namâz-ı şâmda / zülfün andım dilberin n'ettim ne kıldım bilmedim"
üstelik bununla yetinmez bir de şiirini yazar:
"sûre-i velleyl okurdum dün namâz-ı şâmda / zülfün andım dilberin n'ettim ne kıldım bilmedim"
2 Mayıs 2011 Pazartesi
günün sorusu: iyi insanlar
o iyi insanlar, kahramanlar çağı geride kaldığı, uğruna ölecek değerler tükendiği için mi güzel atlara binip gittiler'?