27 Mart 2011 Pazar

günün sorusu: yoklama

arada bir sen de, kalbinin olduğu söylenen, göğsünün sol tarafındaki yeri yokluyor musun?

17 Mart 2011 Perşembe

o fortuna*

bazan, "bu kadar sicili bozuk, imajı bu denli kirli başka bir müzik parçası daha var mıdır?" diye düşünürüm. aklıma başkaları da gelir ama o fortuna birinciliği kimseye kaptırmaz.

sicili bozuk: carl orff'un on dokuzuncu yüzyılın başlarında bavyera yöresindeki bir benedikten manastırında bulunan ve tarihi on üçüncü yüzyıla dayanan metinleri bin dokuz yüz otuz altıda hitler'e ithafen bestelediği söylenir.

imajı kirli: "yalındır, algılaması basittir. hem haşmetli, hem de sevecen lirik pasajları olan bir eserdir." tam da bu yüzden reklam, haber programı, açılış-kapanış ve törenlerde sıkça kullanılıp tüketilmiştir.

yine de severim. çünkü, sözlerini anlayamadığım her şarkı gibi o fortuna da hayal etmeme izin verir. en çok da nöbet kulelerinin birinde 'tatar çölü'nü gözleyen ama dino buzzati'nin hiç bahsetmediği bir nöbetçi olurum.

sonra olaylar gelişir...

*carl orff, o fortuna

16 Mart 2011 Çarşamba

bir gece yarısı iki adam

vakit neredeyse gece yarısı.

fenerin yan tarafından arkasına dolanan ve aşağısındaki kayalıklara, denize ulaşan basamakların başında durmuş, arada bir kara dönüşen yağmura aldırmadan denize, kopkoyu bir karanlığın içinde, bu karanlık tarafında yutulmakla tehdit edilen ama direnen, dalgalarla sallanan solgun ışığa bakıyorum.

hava soğuk, üşüyorum. yüzümde rüzgar izleri. demek ki varım, olmayan rüzgarı yüzünde hissedebilir mi?

sandalın içinde arada bir fenerin şavkına yakalanan, güçlükle ayakta duran bir adam var.

bu adam, sefalet içinde ölen, çoğunluk tarafından beğenilmese de yaşamı boyunca renk ve sis dalgaları arasında gidip gelen, zamanla vahşi bir renge bürünen tablolar boyamaktan vazgeçmeyen ingiliz ressam j.m.william turner''ın bu resimleri yapabilmek için kendini bir geminin direğine bağlatıp, dört saat boyunca deniz ve kar tarafından kamçılandığını ve sonradan "sağ çıkabildiğim takdirde böyle bir fırtınayı resmedebilmenin tek yolu buydu," dediğini eminim bilmiyordur.

*

kopkoyu karanlık bir gece.

deniz çok güzel, gün batarken ufukta güneşin beyazdan turuncuya boyadığı bulutlar vardı. önce dalgalar, sonra fırtına geldi.

yağmur karla karışık, rüzgar fırtınanın sözcüsü. hiç olmazsa kıyı yakın, deniz feneri "ben buradayım," diyor.

fenerin hemen yan tarafında bir gölge; kim olduğunu görmek mümkün değil. "sadece bir gölge". soğuğa, rüzgara, arada bir kara dönüşen yağmura aldırmadan denizin karanlığına bakıyor.

o gölge hafız divanı'nını okuduysa eğer, şirazi'nin orada "karanlık bir gece... dalga korkusu ve bu derece şiddetli bir girdap. sahilde rahat yolculuk edenler, halimizi nereden bilecekler?" diye sorduğunu eminim biliyordur.

14 Mart 2011 Pazartesi

an-kar-a

geçen hafta başkente yağan karın izleri kaybolurken...

*

zeki demirkubuz sinamasını takip edenler onun dostoyevski ilgisini, filmlerinin de dostoyevski romanlarından izler taşıdığını bilir.

hatta bekleme odası, suç ve ceza romanını filme çekmek isteyen ahmet adındaki bir yönetmenin hikayesini anlatır. (bense bu filmde, kafasındaki raskolnikov' u sinemaya aktarmaktan ümidi kesen demirkubuz' un hiç olmazsa kitabı filme çekme, daha doğrusu kitabı filme çekememe hikayemi anlatayım dediğine inanırım.)

bilindiği gibi, demirkubuz bu senenin başında, erol günaydın ve sırrı süreyya önder’ i de yanına alarak yıllar önce yeraltından notlar romanından esinlenerek başladığı fakat zamanla serbest uyarlamaya dönüşen yeraltı' nı çekmek için ankara yollarına düşmüştü.

film, on dokuzuncu yüz yıl petersburg' unda geçen bir hikaye olan yeraltından notlar' ın türkiye uyarlaması: kahramanımız muharrem yanlız yaşayan bir memur ve şehir griliği ile muharrem' in ruhunun 'yeraltı' na benzeyen ankara. yönetmen ise "belli bir hikayesi yok" dediği filminde "bir karakterin iç dünyasına girebilmenin yollarını" bulmak derdinde.

oyuncularla birlikte basının karşısına çıktıklarında, "ankara'da inanılmaz bir sinematografi var. sinemacılar, kısa filmciler bunu nasıl keşfetmiyorlar bilmiyorum" diyen ve film bitmeden şehre kar yağması için dua eden demirkubuz' un geçen hafta boyunca yağan kardan nasiplendiğini, en az bizim büyük çaresizliğimiz' ya da behzat ç. kadar güzel ankara fotoğrafları yakaladığını umuyorum.

11 Mart 2011 Cuma

benim hikayem

hayal:

adam giderek artan bir öfkeyle odaya girip, aynı öfkeyle 'benim hakkımda yalan yanlış haberleri yazan kim?' diye sorduğunda, kadın yüzünde bilgisayar ekranının ışığı, dirseğini masaya, çenesini avucuna koymuş, gözlerini hafifçe kısarak siyah çerçeveli gözlüklerinin ardından ekrana bakıyordu.

bakışlarını bilgisayar ekranından, çenesini avucundan, dirseğini masadan alıp koltuğuna yaslandı. ve adama bakıp 'benim' derken yüzünde uslanmaz bir tebessüm vardı.

sadece 'ama, neden?' diyebilen adama, aynı uslanmaz tebessüm eşliğinde cevap verdi: sizi buraya getirmenin başka yolu yoktu...


anı:

adam usul usul yanan bir sobanın başında eğer ilk sayfasına bakabilseydik süslü bir el yazısıyla yazılmış 'tarih' kelimesini okuyacağımız liseden kalma bir defterin sayfalarını karıştırıyordu. 'kadınlar hep merdivenlerden iner' diye başlayan bir şiirin ilk mısrasını kırmızı kalemle iptal edip yerine 'bir kadın kapıdan girer' yazdıktan sonra defteri sobaya attı.


rüya:

üniversitedeymişim. ama şimdiki benmişim. aslında zaman şimdiki zaman, ben şimdiki ben ama her şey üniversite yıllarındaki gibiymiş.

soğuk, nemli, elektirikli ısıtıcının kar etmediği öğrenci evleri gibi. o evlerde hiçbir şeye aldırmadan sevişir gibi. merdiven otomatının bir anlığına izin verdiği karanlıkta öpüşmek gibi.

sanki hala ders asmaya hakkımız varmış gibi.


kıssa:

gömlek...

bu defa arkadan değil, önden yırtılmış.

9 Mart 2011 Çarşamba

başlamak

sadece başlangıç kısmını severim. biraz da konuya girip geliştirmeyi.

8 Mart 2011 Salı

mecnun kuleleri

atilla atalay adisi her zaman yaptığını bir defa daha yapıyor. ilk önce ağlanacak halimize güldüren öyküler anlatıp, sonra da son bölümdeki 'hisli öyküler'le bu gülmelerin intikamını alıyor.

yani mecnun kuleleri de sonuna 'hisli öyküler' eklediği 'komikçi kitap'lardan.

*

üç kısımdan oluşan kitabın ilk bölümünde mizah kahramanı olduğu için hep lise sonda olmak zorunda kalan sıkılhan'ın tele-kulak çetesine mensup yazar tarafından zapta geçirilen telefon konuşmalarını dinliyoruz:

anne gülizar öflan bireyin sahip olduklarını yitirmemek için neleri feda ettiğini, bunalgül peremecioğlu sahip olduğu onca şeye rağmen hep bir şeyin eksikliğini hisseden genç kuşağı, hırgürkan yırtıcı ahlak dersi verirken kendi ahlaki erozyonunu farkedemeyen kurtlar vadisi kuşağını, enes binsatar islami dünya görüşüne sahip olmasına rağmen değişen ülke koşullarıyla birlikte kapitalimin olanaklarını farkedenleri, insanları evlendirmekten başka bir şey düşünmeyen adeviye hala bireyi şimdiye kadar yaşanmış hayatları tekrar etmeye zorlayan toplum kurallarını, tek derdi bir ateş yakıp sıkılhan'ın getireceği kızlarla o ateşin etrafında dans ederek, şarkı söylemek sonra da olayların gelişmesini beklemek olan ömür dayı ve onun töre diye tutturan abisi aşur dayı sahte ahlakı, çağrı merkezi çalışanı nurcall ise kapitalizmin nerelere kadar sokulduğunu ve sistemin tacizinden kurtulamanın mümkünsüzlüğünü anlatıyor satır aralarında.

*

ikinci bölümde 'ilişki uzmanı ve yaşam koçu' lanbanu ohnur'un köşesine konuk olup bütün ilişkilerin içinde sorunlar biriktirdiğini, sadece 'mutlu aşk'ın değil, mutlu ilişkinin de olmadığını öğreniyoruz.

lanbanu ohnur'un amerika özentisi yanlarımızla dalga geçen cevaplardan anlıyoruz ki, böylesi durumlarda verilen tavsiyeler aspirindir. herkese verebilirsiniz, işe yarar görünse de hiçbir derde deva değildir.

*

'hisli öyküler'in anlatıldığı son bölümde ise bir kalbimiz olduğunu hatırlıyoruz.

hatta sahip olduğumuz tek şeyin kalbimiz olduğunu.

*

ve bir cümle: 'hisli öyküler' kategorisine ait viran'dan..

"o an için kendimi üç ordan, iki de önceden vardı, toplam beş kez yalnız hissettim."

3 Mart 2011 Perşembe

MMMDCCCLXXXVIII

üç bin sekiz yüz seksen sekiz.

ya da 3888.

yani şifreli mesaj, bloga uğur getirsin istediğim efsunlu bir kelime ya da yeni öğrendiğim bir dilin hoşuma giden kelimelerinden biri değil.

sadece roma rakamı ile yazılabilecek en uzun sayı.

1 Mart 2011 Salı

bir masada iki kişi: evet ya da hayır

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- kalmamı istiyor musun?

- beni alacağın kararın yüküne ortak edemezsin. üstelik, karar alıp, onu uygulayabilecek yaşlarda olduğumuzu sanıyorum.

- evet ya da hayır. başka bir şey duymak istemiyorum.

- nedir bu? ilişkimizin çoktan seçmeli sorular aşaması mı?

- evet ya da hayır. eğer 'hayır' dersen, bu bana verdiğin son cevap olacak.

*

sonrası sessizlik. bu sessizliğin 'hayır' demek olduğunu ikimiz de biliyorduk.