yaklaşık dört yıl önce kitap yayınlandığında kitap hakkında konuştuğumuz arkadaşıma "yıldız ecevit'in yaza yaza bitiremediği oğuz atay deryası" diye başlayan ve kitabın yazarına yönelen bir yığın eleştiri cümlesi kurduğumu hatırlıyorum. ama kitabı okurken ve bitirdikten sonra geçen şu bir kaç gün içinde yıldız ecevit'ten defalarca özür diledim, hala da diliyorum.
*
oğuz atay'ı çok iyi bilen, onunla bir çeşit iç evren dostluğu kurup onu içselleştirmiş (hadi cesaret edip söyleyelim -onunla aynileşmiş-) bu yönüyle de bana otobiyografisini yazdığı kişilerle özdeşleşen, hatta biyografisini yazdıklarından biri olan kleist gibi yaşamına son veren stefan zweig'ı hatırlatan yıldız ecevit, baştan sona kusursuz ve çok emek harcandığı belli olan bir kitap çıkartmış ortaya.
sunuş kısmında belge eksikliği gerçeğini itiraf ederek, bellek merkezli yolculuğun ip-uçlarını veren yazar "belleğin güvenilir bir yapısı olmadığını, aramakta olduğu geçmişteki gerçekin ise bu güvenilmez kaynağın koridorlarından bize biçim değiştirerek ulaştığını kendi deneyimleri"nden bildiğini söylüyor. çünkü "insanların yaşadıkları olayları, bir çok ayrıntıya dikkat etmeksizin, kendi ilgi alanlarının süzgecinden geçirerek belleklerine kaydettikleri; zamanla ise bu kayıtların, insanın kendi içinde geçirdiği dönüşüme uygun olarak yeniden biçimlendiği, başka belleklerin aktardığı öznel ek bilgilerle sürekli renk değiştirdiği" doğruydu. anılarımızın: cgerçeğimiz olduğunu düşündüğümüz bu bellek kayıtlarının büyük bir bölümü kuramacaydı."
yıldız ecevit'in yaptığı kendi oğuz atay'ını bizimle paylaşmak. bunu yaparken de onun yaşamda ve kurmaca dünyada bıraktığı izleri takip etmek. kendisinin de dediği gibi 'ben buradayım' önermesi sadece atay'ı değil onu da kapsamına alıyor.
oğuz atay'ı çok iyi bilen, onunla bir çeşit iç evren dostluğu kurup onu içselleştirmiş (hadi cesaret edip söyleyelim -onunla aynileşmiş-) bu yönüyle de bana otobiyografisini yazdığı kişilerle özdeşleşen, hatta biyografisini yazdıklarından biri olan kleist gibi yaşamına son veren stefan zweig'ı hatırlatan yıldız ecevit, baştan sona kusursuz ve çok emek harcandığı belli olan bir kitap çıkartmış ortaya.
sunuş kısmında belge eksikliği gerçeğini itiraf ederek, bellek merkezli yolculuğun ip-uçlarını veren yazar "belleğin güvenilir bir yapısı olmadığını, aramakta olduğu geçmişteki gerçekin ise bu güvenilmez kaynağın koridorlarından bize biçim değiştirerek ulaştığını kendi deneyimleri"nden bildiğini söylüyor. çünkü "insanların yaşadıkları olayları, bir çok ayrıntıya dikkat etmeksizin, kendi ilgi alanlarının süzgecinden geçirerek belleklerine kaydettikleri; zamanla ise bu kayıtların, insanın kendi içinde geçirdiği dönüşüme uygun olarak yeniden biçimlendiği, başka belleklerin aktardığı öznel ek bilgilerle sürekli renk değiştirdiği" doğruydu. anılarımızın: cgerçeğimiz olduğunu düşündüğümüz bu bellek kayıtlarının büyük bir bölümü kuramacaydı."
yıldız ecevit'in yaptığı kendi oğuz atay'ını bizimle paylaşmak. bunu yaparken de onun yaşamda ve kurmaca dünyada bıraktığı izleri takip etmek. kendisinin de dediği gibi 'ben buradayım' önermesi sadece atay'ı değil onu da kapsamına alıyor.
*
kimseyi şaşırtmayacak bir öğrencilik hayatı: başarılı, zeki ama yalnız ve hüzünden beslenen bir mizah yeteneğine sahip bir öğrenci. neredeyse her okuduğunu depolayan belleği hem okul sınavları hem de başta tutunamayanlar olmak üzere romanlarını yazarken de işini çok kolaylaştırmış.
robert musil, samuel beckett, elias canetti, hermann hesse ,franz kafka, james joyce, charles dickens ve elbette dostoyevski yazarlığının en büyük yol arkadaşları olmuş. oblomov'dan, don kişot'tan, boncuk oyunu'ndan, zen ve motosiklet bakım sanatı'ndan, hayat denen oyun'dan çıkartmış hayat denilen şu komedinin kurallarını. kimselerin bilmediği yazarları okumuş, kitapları keşfetmiş.
klan adını verdikleri arkadaş grubunun içinde günleri tüketirken, şaşırtıcı biçimde birbirleriyle tanıştırmadığı arkadaş adacıkları oluşturmuş. ve tabi ki, ankaradaki askerlik günlerinin ona ve bize armağanı süleyman kargı yani vüs'at o. bener...
betonar adında bir şirket kurarak inşaat sektörüne girmesi ne kadar şaşırttıcıysa bu şirketin iflası o kadar normal geldi bana.
klanın bir parçası, büyük aşkı, her şeyi, tutunamayanlar'ı yanında yazdığı ve kendisine ithaf ettiği, eşine rağmen kadınlığının bütün hallerine tutkun olduğu sevin...
bugüne kadar hakkında okuduklarımdan eselerinin otobiyografik öğeler barındırdığını biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum. zaten "onun kurmaca metinlerinin tümü, kendisini epey sarstığı anlaşılan biyografik yaşam yolunda karşılaştığı olaylardan kimilerinin gerçek görünümlerinden koparılarak estetize edilmesinden; bundan daha çok da, bu olayların iç dünyadaki yoğun/karmaşık/acıtıcı izdüşümlerinin kurmacaya dönüştürülmesinden oluşmuştur. bu metinlere yazdığı her sözcük, somut gerçeğin içinde bir soluk alma denemesidir; yarattığı kurmaca dünyalar onun biyografik yaşamın içinde oluşturduğu vahalardır; belki de gerçek yaşam o vahalarda yaşanıyordur" diyordu kitabın yazarı.
nihayet günlüğüne geldiğinizde aslında günlük olanın romanları olduğunu farkediyorsunuz. adı 'günlük' olan ise sadece yazı planlamaları.
bir bilim adamının romanı'nı bir proje olarak para için yazdığını öğrendiğimde bunu yaparken çektiği acıların kat kat fazlasını çektim. keşke yaşamının koşulları bunu yapmak zorunda bırakmasaydı onu, keşke tasarladığı filmi de çekebilseydi.
bir de romanları çıktığında onu okumayan yetmişler insanlarına çok kızardım. onu anlamadıkları için değil,bir güzelliği ıskaladıkları için değil, onun 'ben buradayım'ına 'ben de' cevabını vermedikleri için. ama bu kitapla beraber onlara olan öfkem de kayboldu. çünkü o dönem böylesi kişisel iç dökümlerinin okunmadığı, toplumu kurtarmak derdindeki insanların daha politik, daha kuramsal, daha evrensel takıldığı dönem olarak çıktı karşıma. 'canım oğuz' un okunması için seksen sonrası apolitik ortam gerekiyordu. ve bu sayede kendi içine dönen insanların el kitabı oluverdi.
romanlara sinen yaşam parçalarını bu kadar net fark edip görünce benim için 'canım selim' öldü. 'turgutum özben' öldü. 'hikmet'ler öldü. 'albayım!' kayboldu gitti. 'beyaz mantolu adam'dan hiçbir şey kalmadı geriye. geriye tek bir gerçek kaldı: canım oğuz...
kimseyi şaşırtmayacak bir öğrencilik hayatı: başarılı, zeki ama yalnız ve hüzünden beslenen bir mizah yeteneğine sahip bir öğrenci. neredeyse her okuduğunu depolayan belleği hem okul sınavları hem de başta tutunamayanlar olmak üzere romanlarını yazarken de işini çok kolaylaştırmış.
robert musil, samuel beckett, elias canetti, hermann hesse ,franz kafka, james joyce, charles dickens ve elbette dostoyevski yazarlığının en büyük yol arkadaşları olmuş. oblomov'dan, don kişot'tan, boncuk oyunu'ndan, zen ve motosiklet bakım sanatı'ndan, hayat denen oyun'dan çıkartmış hayat denilen şu komedinin kurallarını. kimselerin bilmediği yazarları okumuş, kitapları keşfetmiş.
klan adını verdikleri arkadaş grubunun içinde günleri tüketirken, şaşırtıcı biçimde birbirleriyle tanıştırmadığı arkadaş adacıkları oluşturmuş. ve tabi ki, ankaradaki askerlik günlerinin ona ve bize armağanı süleyman kargı yani vüs'at o. bener...
betonar adında bir şirket kurarak inşaat sektörüne girmesi ne kadar şaşırttıcıysa bu şirketin iflası o kadar normal geldi bana.
klanın bir parçası, büyük aşkı, her şeyi, tutunamayanlar'ı yanında yazdığı ve kendisine ithaf ettiği, eşine rağmen kadınlığının bütün hallerine tutkun olduğu sevin...
bugüne kadar hakkında okuduklarımdan eselerinin otobiyografik öğeler barındırdığını biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum. zaten "onun kurmaca metinlerinin tümü, kendisini epey sarstığı anlaşılan biyografik yaşam yolunda karşılaştığı olaylardan kimilerinin gerçek görünümlerinden koparılarak estetize edilmesinden; bundan daha çok da, bu olayların iç dünyadaki yoğun/karmaşık/acıtıcı izdüşümlerinin kurmacaya dönüştürülmesinden oluşmuştur. bu metinlere yazdığı her sözcük, somut gerçeğin içinde bir soluk alma denemesidir; yarattığı kurmaca dünyalar onun biyografik yaşamın içinde oluşturduğu vahalardır; belki de gerçek yaşam o vahalarda yaşanıyordur" diyordu kitabın yazarı.
nihayet günlüğüne geldiğinizde aslında günlük olanın romanları olduğunu farkediyorsunuz. adı 'günlük' olan ise sadece yazı planlamaları.
bir bilim adamının romanı'nı bir proje olarak para için yazdığını öğrendiğimde bunu yaparken çektiği acıların kat kat fazlasını çektim. keşke yaşamının koşulları bunu yapmak zorunda bırakmasaydı onu, keşke tasarladığı filmi de çekebilseydi.
bir de romanları çıktığında onu okumayan yetmişler insanlarına çok kızardım. onu anlamadıkları için değil,bir güzelliği ıskaladıkları için değil, onun 'ben buradayım'ına 'ben de' cevabını vermedikleri için. ama bu kitapla beraber onlara olan öfkem de kayboldu. çünkü o dönem böylesi kişisel iç dökümlerinin okunmadığı, toplumu kurtarmak derdindeki insanların daha politik, daha kuramsal, daha evrensel takıldığı dönem olarak çıktı karşıma. 'canım oğuz' un okunması için seksen sonrası apolitik ortam gerekiyordu. ve bu sayede kendi içine dönen insanların el kitabı oluverdi.
romanlara sinen yaşam parçalarını bu kadar net fark edip görünce benim için 'canım selim' öldü. 'turgutum özben' öldü. 'hikmet'ler öldü. 'albayım!' kayboldu gitti. 'beyaz mantolu adam'dan hiçbir şey kalmadı geriye. geriye tek bir gerçek kaldı: canım oğuz...
*
canım oğuz, öldün gittin.
'canın insanlar' geride kalanlara 'bunu da yapmaya' devam ediyor hala.
canım oğuz, öldün gittin.
'canın insanlar' geride kalanlara 'bunu da yapmaya' devam ediyor hala.
Puslu bir sonbahar sabahı.
YanıtlaSilYağmur henüz durmuş.
Uyku mahmuru çığırtkan martılar göğe can veriyor.
Boğaz kenarında sahipsiz bir bankın üzerinde yuvarlak yüzlü, sakallı bir adam oturmuş sigara içiyor.
Adamın içinde derin mi derin bir sıkıntı. Göğsü sıkışıyor.
"Ben buradayım" diye mırıldanıyor adam ve devam ediyor "siz neredesiniz?" Bilmiyor nerede olduklarını.
Adam banktan kalkıyor.
Son bir nefes çekip sigarasını yere atıyor.
Pardesüsünün yakalarını kaldırıp yürümeye koyuluyor. Eve yaklaştıkça gözünün önüne imgeler geliyor: daktilo, rulo kağıt, yazı masası, şekersiz türk kahvesi ve olric...
Gür sakallarının çepeçevre sardığı dudaklarında inceden bir tebessüm beliriyor ve "Ben buradayım" diyor bir kez daha. İmgeler hep bir ağızdan karşılık veriyorlar: "Biz de buradayız"
Bilmez değil adam, Olric daha o zamanlardan vardı.
canım hegesias...
YanıtlaSil