25 Şubat 2025 Salı

nar

"en çok da nar ayıklamak istedim sana, sevip sevmediğini bilmeden istedim," dedi kadın.

"ayaklarını kucağıma uzatmışken. üzerinde tabak, içinde nar, üstümde beyaz tişört. çünkü üstüme sıçrayan nar lekesi daha belirgin olduğunda 'beni öldürmeye teşebbüs'le suçlayacağım seni.

gerçi sen, "benim için bu meyveyi uygun bulandan ölmesi de bekleniyor," der ve sıyrılırsın işin içinden.

böylece hikaye biter, ben ölürüm.

ben ölürüm ve hikaye biter, değil."

23 Şubat 2025 Pazar

günün sorusu: ebat

ebatı m×n olduğu söylenen bir nevresim takımında bahsi geçen uzunluklar nevresimin boyutlarını mı yoksa içine girecek yorganın büyüklüğünü mü işaret eder?

20 Şubat 2025 Perşembe

the agency (2024)

bir yaz öğleden sonrasında, yatak odasının serinliğine kaçarak yatağına uzanmış, başını karyolanın demirlerine yaslamış vaziyette gazete okuyan babamı taklit ederek başladığım okurluk maceram okumayı öğrenince dönülmez bir güzergâha dönüştü.

/o an o kadar çok anlatıldı ki, yatak odasının kapısından bakan benmişim gibi gazete okurken görürüm çocukluk fotoğrafından çıkmış kendimi.

ilkokul birinci sınıftaki sağlık kolu başkanlığını saymazsak hep kitaplık kolu başkanı oldum. birilerinin kulaklarını çınlatmaktan korkmazsak; dünyanın bütün kitaplıklarının başkanı.

ama hayatım her zaman kitaplarla dolu geçmedi. kaldı ki, hiçbir zaman sessiz sedasız, yalnız, sokak yerine kitap okurken rahat eden biri olmadım. her daim kalabalık, neşeli, ilk an çekingenliğini attıktan sonra konuşkan, hatta şımarık ama kitapların dünyasına dahil olmayı seven, orada zaman geçirmekten keyif alan bir okur./

ergenliğimin ilk döneminde kitaplarla arama o kadar çok şey girer oldu ki ömrümün geri kalanında bırakın kitapları, okumayı bile unutabilirdim.

tam o dönemde polisiyeler dahil oldu hayatıma. onlarla birlikte ajan ve casusluk romanları/ hikâyeleri.

okumaya onlarla tutundum. sıkıcı, çok sıkıcı bir hayatın ortasında nasıl da heyecanlıydı. iyi, yakışıklı, zeki, güçlü, düşse de kalkan insanların, sonunda muhakkak iyilerin(!) kazandığı maceralardı. 

kadınlar konusunda da çok şanslıydılar. bütün kadınları etkiliyor, istedikleri hangisi ise onu sevgili seçiyorlardı.

dedektif olmak güzel olurdu. ama ajan olmak bambaşka bir şeydi. bir şehrin sokaklarında dolaşmak yerine dünyayı dolaşıyordunuz. dünyanın her yerine gidebiliyor, farklı kültürleri, yaşantıları görüyordunuz. üstelik toplumsal bir yanı vardı; ülken, ülkende yaşayan insanlar için iyi şeyler yapıyordunuz.

büyüdüm sonra. kitaplarla başka bahanelerle bağ kurdum. ama ajan olmadım. olmak da istemezdim. yine de kitaplarını okumaya devam ettim, dizilerini, filmlerini bol bol seyrettim.

the agency dizisini izledim nihayet. gizli servislerin, teşkilatların, dolayısıyla çalışanlarının makyajlarını silen, efsaneleri yıkan, çelişkileri, acıları, kötülüğü saklamayan bir hikâye. baştan ayağa iyi oyunculuk ve anladığım gibiyse müthiş bir kurgu.

/amaç bu ise, brandon colby yani paul lewis'in hikâyesini baştan anlatmak ya da paralel yerine iran'a sokulmak istenen danny vasıtasıyla vermek iyi bir tercih bence./

dizi, bir aydınlanma oldu benim için. kaç defa, "asla ajan olmak istemezdim" ya da "bir insan neden ajan olmak ister ki" dediğimi hatırlamıyorum.

/buraya kadar 'ajan' dedim, çünkü 'casus' kelimesinin hissettirdiği ihanet, yalan, ikiyüzlülük, kısaca 'yavşaklık' duygusundan uzak olmak istedim. artık 'casus' diyerek devam edebilirim./

ilk olarak, -öyle olduğunu düşünmüyorum ama- ne kadar kutsal bir amaçla yapılırsa yapılsın casusluk kötülük. ve casuslar kötü insanlar. hikâyenin sonunda kendilerine duyulan güvene, hissedilen aşka ihanet ediyorlar. kendi hislerini yok saymaları, vaz geçmeleri ise bambaşka bir acı.

sırf o topraklarda doğdu diye bir ülkeyi baş tacı yapıp diğer ülkelere iş icabı kötülük yapmak anlamsız. insanları kolayca harcamayı, hedefe giden yoldaki herhangi bir engeli hiç düşünmeden imha etmelerini saymıyorum bile.

sonra kendilerine ihanetleri. sahte bir hayat sürüp, hiç kimseyle yakınlaşmamak. saklamak, yalan konuşmak. aile kurmayı becerebilse dahi sürdürememek. çocukların büyürken yanında olamamak. ve bir emirle her şeye sırtını dönmek.

*

evet, bu yazı şövalyelere, düelloya ve 'deniz kenarı'na inanan biri tarafından yazıldı.

asla ajan olmak istemezdim.

bir insan neden ajan olmak ister ki?

14 Şubat 2025 Cuma

sevgililer günü

bu yaz tatil dönüşü nadiren tercih ettiğim bir şeye niyet ettim: iki kitabı birlikte okumak.

/tercih etmem. çünkü, meslek icabı okur olmayan her okur gibi ben de kitapla hemhâl olmayı, gündelik hayattan kaçıp okuduğum kitabın dünyasında kaybolmayı tercih ederim. ve aynı anda iki ya da daha çok kitaba mesai ayırmak bu büyüyü bozar./

öyleyse...

olay şöyle gerçekleşti:

alışverişi yaparken değil, daha haberini alır almaz yeni yılın ilk kitabı olarak john fowles'ın günlüklerini [günce, birinci cilt: 1949 - 1965] okuyacağım kesindi. ama kitabı elime alır almaz ansiklopedi boyutunda olduğunu, hacmine bakılırsa öyle pek de kısa sürede bitmeyeceği gerçeğiyle yüzleştim.

ama nasıl da okumak istiyorum?

eğer, bir süre günlük, hatıra ya da söyleşi tarzı bir kitap okumazsam pekala olabileceğini düşünerek kitaba başladım. genellikle iki kitap arasında okuyarak altmışlı yıllara kadar geldim.

/keyifle okuyor olsam da yirmili yaşlarımda okumayı tercih ederdim bu kitabı.

sanata ve edebiyata dair sancıları o kadar tanıdık ki, bu hayatta yalnız olmadığımı düşünür daha huzurlu olurdum./

bin dokuz yüz ellili yıllar boyunca sanattan konuşan, aşkın ve kadınların peşinden koşan, ebeyenlerinden siyasilere herkesi eleştiren, ege denizini, öğrencilerini, çiçekleri, yolları anlatan, muhatap oldukları hakkındaki fikirlerini apaçık yazan, hatta e. ile yasak ilişki olarak başlayan aşklarına "elizabethli yıllar" diye bir bölüm ayıran john fowles, günlüğünde noel'den, paskalya'dan, sömestr tatilinden, bilmem ne yortusundan, bir yerlerin kurtuluşundan (şaka!) bahsediyor da sevgililer gününe dair tek bir kelime etmiyor.

aşkın peşinde koşan, neredeyse karşına çıkan  her kadına aşk ihtimali bir adam, kendini kadınlarla tamamlamak isteyen iflah olmaz bir romantik ve yasak ilişki olarak başlayan ve evlilikle nihayetlenen güçlü bir aşkın erkek tarafı ama on dört şubatta sadece elizabeth'e değil aşık olduğu, aşık olduğunu sandığı, flört ettiği kızların hiçbirine hediye almıyor, romantikleşip sevgiliyi anmıyor.

bırakın "lüle taşından gerdanlık"ı "sapanca'dan bir sepet elma" bile yok yani.

iyi eğitimli bir ingiliz o. mitolojiyi, yunan klasiklerini ve tarihi bilen bir hristiyan. ama nedense on dört şubat geldiğinde eleştirmek için bile olsa 'aziz' ya da 'saint' valentine aklına gelmiyor.

ama ondan yetmiş yıl sonra bizler sevgililer günü uğruna kan döküp kalp kırıyoruz.

çünkü, "tüketin!" buyuruyor kapitalizm. sosyal medya ve popüler kültür bu emri yankılıyor. sonra da aşka dair sanıyoruz olan biteni.

akşama solacak güller, zengin kızları daha da zengin edecek çikolata dolu kutular, sosyal medyada bir kaç fotoğrafla paylaşılacak akşam yemekleri, çok geçmeden unutulacak objeler, durduğu yerde toz tutacak peluş ayılar.

hepsi bu.

11 Şubat 2025 Salı

ay ışığı

yardımsever bir rüzgâr sayesinde bulutlardan kurtulan dolunay, gemini azıya almış atlar gibi koştura koştura yeryüzüne indi, yanına pencereyi örten tül perdenin desenlerini de alarak sessiz sedasız sabahı bekleyen bir odanın önce çerçevelerce işgal edilmiş duvarına çarptı, sonra yavaş yavaş ahşap zemine yayıldı.

9 Şubat 2025 Pazar

ikaz

siz hiç "ey benim mektup yazdıranım" hitabıyla başlayan bir mektup aldınız mı?

ben aldım.

unutmuştum, hatırladım.

tavsiye etmiyorum.

7 Şubat 2025 Cuma

tehlikeli şiirler - yetmiş iki

tehlikeli şiirler okuyalım leyla
seyyidhan kömürcüʼden hatırlamayı unutmak mesela

ali şiir yazıyor mu sevgilim
ali de ayşe gibi
salondaki peteği kapatıp
kendi çapında şiir karalıyor mu

ilaç alıp bunu düşünüyorum
her şey ben tam uyumak üzereyken olmuş gibi
net hatırlamıyorum ama kesin biliyorum
seni sevmek bir suya götürdü beni
bir suya gittim
dönemiyorum

insan bazen dönemiyor sevgilim
her sabah dilinin altına bir sözcük daha bırakıp dönemiyor
ben bir ilk
tam uyumak üzereyken nerelerden
ben bir ilk
uyanır uyanmaz nerelerden

dönemedim

bir dağın belindeki ağaçları hınçla sallamak diye bir ilaç
ambulanstan yol istemek adlı bir atak
ve bir ay kadar koşmak bana iyi geldi

bana iyi geldi ne demek
sabahları bana içimdeki deşik
etimdeki işaret
sabahları bana son anda ölmemiş olmanın öfkesi
sabahları bana sert sessiz harfler

sabahları içimin en güzel yeri

senden bana dökülen incilerim sevgilim

dökülüyor
kaşıma sabahları içimi

dünyada çok önemli şeyler oldu
ama ben de sizin eve baktım
bir tayın bir taya baktığı
bir tayın bir taya uzun uzun baktığı
bir tayın bir tayı bıraktığı gibi
dünyada çok önemli şeyler oldu

atlar yalnız kalmamak için bu kadar koşarlar diyen o at
yalnızlar koşarken de yalnızdır diyen o at
yalnızlar öperken de yalnız
ben sana sımsıkı sarılırken de
o at buramdaydı

bu ses nereden geliyor dediğim o gün
göğsümdeki at kardeşlerim
göğsümdeki at yere uzandı

dünyada çok önemli şeyler oldu
hem ölmedim yüzükoyun
hem alnımda yeryüzü

ölürüm dediğim yerde ev yaptım

hatırlamayı unutma sevgilim
kırılmasın diye yükseklere bıraktığın o şeyleri
hatırlamayı unutma

dağların belindeki ağaçlardan çıkardığım hışırtıyı
bu ses nereden geliyor dediğin zamanı
o sesin sadece sana gelmesindeki rüzgârı
unutma

bazı sesleri sadece atların duyduğunu
ve bu yüzden yalnız olduklarını atların
yalnızlıktan koştuklarını

görmek ve duymakla düştüğün ovayı
yediğin kırbacı
edindiğin vebayı unutma
insan bazen unutup ölemiyor

dünyanın sonunu görüp
unutup
ölemiyor

nefis bir hevesle
başka neresine gider
başka nereme gidebilirim ki deyip
göğsümdeki kazı alanına gittiğim o gün
yerdeydi her şey
yerdeydi herkes
üzerini örtüp sen uyu dedim
sen uyu

ben bu yerde biraz daha bağdaş kurup

sen uyu

ben biraz artık hiç uyumayacağım

ancak yükseklerde unutabilirim diyerek çıktığım ağaçlar
yerleştiğim ilaçlar
indiğim ovalar
seni bir ormanda bulup
bütün yokuşlardan sonra
dümdüz bir yerde kaybetmiş olmak da marifet sevgilim

şimdi uyumak ve bir ovayla tamamlanmak dışında
bana ne iyi gelir
bana ne iyi gelir
uyumak ve bir ovayla tamamlanmak dışında

sevgilim
yatağın kırışmamış düzlüğü
yastığın olmayan çukuru
her şey neden bu kadar pırıl
her şey neden bu kadar aklımda
göğsündeki çöl
sırtımdaki vaha
reçinenin ağaca yapıştığı gibi
hiddetle yapışıyordun bana

senden sonra
dünyada çok önemli şeyler oldu
uçtum

birine bakmıştım deyip içine girdiğim yüzlerden
biri yokmuş içinizde diyerek çıktım
biri yokmuş her sabah
biri yokmuş her masa
biri yokmuş her çarşı

çalışmayan bir aleti kapatıp açmak gibi
beni de her gece kapatıp kapatıp
her sabah açan yeryüzü
sanki dünyaya gelmedim de
olmayan bir yerde
olmayan birine bakıp bakıp çıktım ben

düşersem kendim düşerim diye
hem güzel uçtum
hem muazzam düştüm

sağ
salim
sensiz ve ayaküstü

artık insan bana iyi gelmiyor
artık insan bize iyi gelmiyor diyerek
beraber havalandığımız göğü
tek başına ve hiçbir yere değmeden düşmek
düşmek nefisti sevgilim

yere ilk indiğimde
bir ağacı sallar gibi salladılar beni
yere ilk indiğimde
şimdi ben neyin yanındayım dedim
ne benim yanımda

boğazımdaki yumruyu
boğazımdaki yumruyu
göğüs kafesimi
eklem yerlerimi
seni ve bunu yerde anlatmamı benden bekleme

“düşen şeylerin gürültüsü”nü
konusu olmayan bir mutsuzluğu
anlatmamı benden bekleme

insanı çok aşağıya yapmışlar sevgilim

insanı çok aşağıya

içine çok yeryüzü
içine çok dünya

biliyorsun
yükseldiğimiz gökte
bu da olsa yer yarılır
bu da olsa dünya durur dediğimiz her şey oldu
dünya durmadı

biliyorsun
bir kere saçlarını çok
bir kere sımsıkı
bir kere tutam tutam
üç yıl arkaya doğru tarayıp
üç yıl bir muska gibi yanımda sakladım

biliyorsun
senin saçlarınla başlayıp
nasıl oluyorsa
benimle devam etmiş
insan sevmeyen
insan sevmeyen ama kırlara katkı sunan bir yüzün kapkaranlık bir ormanın vardı

ormanımız

düşsem ölürüm
düşsek ölürüz dediğimiz o ormanda
sana edilmiş bir yemin gibi
başında beklemediğim cümle
dalını budamadığım ağaç
eğilmediğim yüz kalmadı

sevgilim
bir şey var
artık kuramadığım kurmalı bir saat
başımda çın çın öten bir demir
dönemediğim bir yer
fırlatmak için bir odaya koyup
her gece salladığım bir cümle
durup dururken başına geldiğim
başıma gelen bir heves
bir serinlik
gittikçe kalbimi gagalayan bir kuş

sevdiği şeye dokunmadan etrafını döndüğüm
içimde sessizce büyüyen bir yer
düşmek değil
çakılmak isteği

beni artık çağırma sevgilim
kırınla
ovanla
etinle
saçınla
beni artık çağırma
başından beri içimde birbirine bakan
birbirine değmemiş iki tay var
ben bir yere batayım
bir yer bana batsın arzusu
ben bir yere çarpayım
bir yer bana çarpsın hevesi

beni delinme
beni parçalanma isteği
beni taylarını saldığı gün cam yiyen bir at
beni kardeşlerini çiğneyen genlerim
beni tam ortasında kaldığım dünya
beni Allah
günde beş defa
olmamışım diye geri çağırıyor

sen beni çağırma

yeryüzünde bazı konular yok
bazıları da hiç kapanmıyor diye
seni ateş ve suyla değil
toz ve demirle değil
künçle
hınçla
utançla icat ettim

başkasın sen
başkadır ağzın
başka bir ağaca benziyorsun
yüzünde başka bir orman var diye diye
seni ben
hem ormanına girip
hem hiçbir dalına değmeyerek
dokunmayarak hiçbir ağacına
içimi taşlara
sırtımı duvarlara süre süre

seni ben
gövdemse tir tir titreyen bir kuş
ters dönmüş bir kaplumbağa
seni ben
durup dururken değil
içinde sıkıldığım bir yeryüzü
içimde sıkılan bir yeryüzü var
diye diye icat ettim sevgilim

ben
hevesim kursağımda burada
buralarda

sen
mucidini öldüren her icat gibi
ne işe yaradığını bilmeyen bir alet gibi
orada oralarda

herkes durmuş birbirine bakıyor
herkes durmuş birbirine neden bakıyor
sürekli beni aşağıdan çağıran biri
bir hırıltı olarak iniyorum çarşılara
çarşılar renkli
çarşılar
dağılmışım
beni yanlış toplamışlar gibi

sevgilim
artık başım tam gövdemin üstünde değil
rüzgâr alan yerlerim
su geçiren yerlerim
karın boşluğumda tayını salan atın sesi
kulaklarımda göğe fırlatılmış
hep birbirine çarpan iki taşın sesi
ağacıma salıncak kuranların sesi

sorduğum herkes seni uzaktan tanıyor
gittiğim her yerden az önce çıkmışsın
kime baksam
kim bana baksa
içimde incinmiş bir atın o son cümlesi
ölmek değil
asılmak istiyordum
dünyaya tayımı saldığım günden beri

şimdi
kim bilir nerede değilim diyerek
günler yanımdan
günler önümden
günler içimden
etinle geçiyor sevgilim
etinle

seni göğsüme takıp çıktığım rüzgârlar ne güzel
ne güzel vurulduğum yerlerde yürüyebilmen
evine rüzgâr götürebilmen
aşağı bakabilmen ne güzel

ağzınla kuş tutman
kılı kırk yarman
derini yüzmeden
yeni bir deriye değdirebilmen ne güzel

içimde bir yer bir yere değiyor
kenarları kalkıyor aklımın
kime değsem
kim bana değse
o tören

düşerken biçim almış bir gövdeydim
beni ancak düşerken sevebilirlerdi

düşmek yapraklıdır sevgilim
önce dökülüyorum zannediyor insan
yana eğilmiş bir ağaç gibi
dizlerimin orada başlayan harp
omuzlarımda titremeye dönüştüğü zaman
vakti gelen bir yaprak
nasıl hem döküldüğünü zannedip
hem düşüyorsa ağaçtan
nasıl iniyorsa öyle yere
öyle görkemli
öyle yavaş
öyle un gibi
bakıp teni cam olan birinin boynuna
şahdamarına

seni tamamen unuttum
ama etinin içini görüyorum
saçlarının dibini
razı bir rüzgâr gibi
azar azar da olsa
senden artık uyurken dökülüyorum kendi etrafıma

kendi etrafıma sevgilim
dal dal
yaprak yaprak
günde birkaç defa
hafif sıyırıklarla

çünkü yapraklar sevgilim
düştükten çok sonra inanırlarmış
artık ağaçta olmadıklarına
çünkü yaprağın daldaki boşluğu
yine o yaprağın kendisi kadar

süzüle süzüle sevgilim
süzüle süzüle

döküldükten sonra da ağacını anlatan yapraklar gibi
şimdi günlerim hiç geçmiyor olabilir
ama geçmişim çok güzel gidiyor

geçmişim
bir yere gitmiş de gelecekmiş gibi

geçmişim
anlamadım ki
nereden geçmiş

düşmek yapraklıdır sevgilim
unutmak çiçekli

4 Şubat 2025 Salı

etimoloji

etimoloji, yani kelimelerin kökenleri özel olarak dikkatimi çekmiyorsa da -ya da kelimelerin kökenleriyle özel olarak ilgilenmiyor olsam da- kelimelerin kökenleri ve bazı kelimeler arasındaki mevcut bağlantılar bana daima büyüleyici geldi.

/güller kitabı'nı okuyordum. nergis ve narkisos'un hikâyesinden sonra beşir ayvazoğlu'nun konuyu hafifçe köpürtmesiyle narkoz ve narkotik kelimelerinin narkisos'tan geldiğini öğrenmek başımı döndürmüştü.

galiba bu ilkti. ve kelimelere bir defa daha iman etmiştim./

aynı şey yine oldu.

bu defa ecinniler'i okurken. elif batuman sayesinde özbekçe'de erik ve kalp kelimelerinin ses ve yazılış olarak birbirine ne kadar yakın olduğunu fark ettim: orik ve yurek...

çünkü kalbin şekli ile eriğin şekli benzermiş. (haksız da sayılmazlar bence)

üstelik tek sebep bu değilmiş. erik, kalp için yararlı mineraller de içerirmiş.

orik 'altın' demek olan sarikle de benzermiş. zira erik, bütün meyveler arasında en yüksek altın öğesi ihtiva edenmiş.

*

bunları gugıla sorunca, eski türkçede erük kelimesinin "çekirdekli meyvelerin genel adı" olduğunu öğrendim.

kelimenin kökeninde yer alan ve "olmak", "önce olan" anlamına gelen "er"in ise kıştan sonra ilk çiçek açan meyve ağacının erik olması ile ilişkili olduğunu da.

*

yine de tuzağa düşmeyecek işi bu tarz rastlantılara bırakacağım. tıpkı bilgisayar oyunlarından uzak durduğum, plak koleksiyonu işine hiç bulaşmadığım gibi.