bu ara,
the peripheral adlı diziyi izliyorum. henüz dördüncü bölümü bitirdim. fikrim sonra değişir mi bilmiyorum ama ayırdığım zamana değer. bir jeneriği var ki, dizi, "jeneriğini atlamadan izlediğim diziler" listesine yukarılardan girdi bile.
dizinin asıl zamanı iki bin yirmi dokuz. ya da ben öyle sanıyorum. karakterler küçük bir amerikan kasabasında yaşıyor. kablolar ve kafalarına taktıkları ve beyin dalgalarını algılayan başlıklar vasıtasıyla sanki gerçekmiş gibi bilgisayar oyunlarına dahil olabiliyorlar.
onlardan biri aslında oyun değilmiş. esas kız oyun oynuyorum sanırken, altmış yıl sonrasının londra'sına gidiyormuş.
o gidişlerin birinde, geriye dönmeden hemen önce polise yakalanmamak için oyundaki -ya da altmış yıl sonrasının londra'sındaki- arkadaşıyla öpüşmek zorunda kaldı. ama ne öpüşmek.
sonra da oyundan çıktı. kabloları ve başlığı çıkarmış yerinden kalkıyordu ki öpüşmenin görüntüleri zihnine doluştu. önce hareketi yavaşladı, sonra kendini geriye attı. gözlerini kapattı...
andan kopamamıştı. eteğine takılan böğürtlen dikenleri gibi onu önce durdurmuş, sonra geriye çekmişti. ya da o, o anı ve hazzı tekrar etmek istemişti.
tam burada yıllar evvel okuduğum bir anlatıyı, milan kundera'nın yavaşlık'ını hatırladım. özetle, hızın düşünmeye düşman olduğunu anlatarak başlayan, peşi sıra politika, haz, seçilmişlik gibi kavramlara temas eden bir metindi.
düşünmek isteyen ya da düşünen bir insanın farkında olmadan hareketlerini yavaşlattığını, düşünmek istemeyen ya da düşüncelerinden kurtulmak isteyen insanların ise hızlandığını söylüyordu.
bunu okuduktan sonra, "sevgilinle vedalaştıktan sonra geriye bak," dedim insanlara.
"eğer orada durmuş çektiği acıya rağmen gidişini izlemiyorsa ilişkinizi gözden geçir. eğer hızla ters istikamete doğru yürüyorsa önce sen terk et. zira, bir an önce senden, üzerinde bıraktığın etkiden kurtulmak istiyordur ya da ikinci bir randevusu daha vardır. belki de eşi ve çocukları..."