27 Eylül 2018 Perşembe

adalet

daha doğrusu adalet ağaoğlu…

çetin altan ve arkadaşları, muhtemelen ertesi güne sarkacak bir akşamda, rakılı, beyaz peynirli ve de keyifli dost meclisini kurmuş sohbetleşiyorlarmış. çetin altan, milletvekili olduğu günlerden kalma bir alışkanlıkla tıpkı kürsüdeymiş gibi ateşli ateşli anlatıyor, senelerdir muhalefet ettiği kurumların adaletsizliğinden dert yanıyormuş. konuşmasının sonuna doğru sıkıldığından mı, adalete inancını çoktandır kaybettiğinden mi bilinmez yenik bir gülümseme eşliğinde tamamlamış sözlerini : "benim  sevdiğim tek bir adalet vardır. o da  adalet ağaoğlu'dur."

25 Eylül 2018 Salı

dakika ve skor

"Yaşadığımın bir gönüllü inziva olduğunu söyleyerek kendimi ağırdan satmayı deneyebilir, insanlara ve dışarıdaki kör dünyaya, en çok da yaşadığım ülkenin saplandığı bataklığa daha fazla katlanamayıp kendini geriye çekmiş bir bilge, büyük yaratımı için yalnızlığı seçen bir sanatçı, yahut dünyevî zevklerden büsbütün vazgeçmiş bir dervişmiş gibi yapabilirim, ama yapmayacağım. Çünkü size karşı dürüst olmak istiyorum.

Buraya üretmek için değil unutmak için geldim. Kendimi aşmaya değil, unufak etmeye, kurtuluşa değil, daha sakin bir yok oluşa kandığım için. Size bunları neden anlattığımı da bilmiyorum."*


*: deniz arslan- hakkı kurtuluş- melik saraçoğlu, vatandaş bērziņš

22 Eylül 2018 Cumartesi

bir masada iki kişi: ruhsuzluk

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- söyleyeceğiniz başka bir şey yoksa gündemin bir diğer maddesi olan, "sorun nedir?" sorusuna geçebiliriz.

- bence sorun senin ruhsuz olman. bu kelimeyi daha önce çok kullandığım için şimdi de kullanmakta sakınca yok. sorun senin öküz olman.

- seni anlamadığımı mı düşünüyorsun?

- hayır. yanlış anladığını düşünüyorum.

- aklıma, zekama ettiğin iltifatlar?

- bunun akıl ve zeka ile ilgisi yok. senin ruhsuz olmanla ilgisi var.

- nasıl?

- ruhsuz olduğun kalbi meselelere o kadar uzaksın ki, iki ayrı bakış arasındaki farkı süzemiyorsun mesela. birisiyle göz göze gelsen sana aşık sanıyorsun. birisi sana, kahve içebilir miyiz, dese bu evlilik teklifine eş. kendi yolunda yürüyen birisi sırf karşıdan geliyor diye sana yürüyor oluyor. oysa adam kendi yolunda yürüyor.

*

hep yaptığı gibi.

20 Eylül 2018 Perşembe

günün sorusu: o an

erteleyip durduğunuz ama bir gün gerçekleştireceğinize dair inançla günde güne büyüttüğünüz hayallerinizle yaşayıp giderken, artık fazla vaktinizin kalmadığını fark ettiğiniz ama fark etmemiş gibi yaptığınız o anı hatırlıyor musunuz? 

17 Eylül 2018 Pazartesi

centilmen nedir?

bir dergide yayınlanmak üzere 'aziz' tom waits'ten röportaj isterler. ama bu röportajı kendi kendisine yapacaktır. tam 'aziz'lik bir vak'a yani.

yapar ve yayınlanır... röportajda, konuşturduğu kişiyi tanıtan giriş bölümünü bile ihmal etmez: "tom'u yıllardır tanırım. kendime yakın bulurum," falan...

beklentiyi karşılayan, oldukça şenlikli bir röportaj çıkar ortaya. bir soruda, "centilmen nedir?" diye sorarak, adeta centilmenliği yeniden tanımlar: akerdeon çalması bilen ama çalmayan kişidir.

ister istemez ben de bir tanım yaptım. evet, kendi kendime: elektro bağlama çalmasını bilen ama çalmayan kişidir.

hatta, 'aziz' tom waits'le ruhdaş saydığım neşet ertaş da benzer durumda aynı cevabı verirdi diye düşünüp mutlu oldum.

15 Eylül 2018 Cumartesi

terlikler ve ayaklar

yorganı üzerinden atıp doğruldu ve sol ayağını biraz önce dışarı attığı sağ ayağının yanına koydu. kısa bir tereddütten sonra ayakları zeminle, hatta çoktan başlamış günle bağlantı kurabilmek için yatağa girmeden önce çıkarttığı terliklerini aramaya başladı.

12 Eylül 2018 Çarşamba

dakika ve skor

"İkili bir hayat yaşamaya başlamıştım: Sabahları Bahçeli Köşk, öğleden sonraları ise sokak. Yalnız Bahçeli Köşk karım mı yoksa metresim mi onu bilemiyordum. Sokak o güne kadar hem mahalleden arkadaşım, hem karım, hem de metresim olma statüsünü korumuştu.

Bahçeli Köşk mahalleden arkadaşım olamazdı, çünkü varlığında sümük, tükrük, çiş, çamur, zulüm, kötülük için kötülük ya da itilaf ve ittifak kuvvetleri gibi ana bileşenlerden hiçbirisini barındırmıyordu. Bunun yanında ne karım olacak kadar teklifsizlik vardı aramızda ne de metresim olacak kadar bir tutku. Bahçeli Köşk yirmi yıllık evliliklerini tatsız, ağırbaşlı, sonradan ihtiyaçtan icat olunan "karşılıklı sevgi ve saygı temeli üzerine kurulu bir ilişki bu" yalanı da değildi. Bahçeli Köşk ikili hayatın gizemi, bu hayatın ayrıcalığıydı. Merak, daha fazla yaşamak, hiçbir şey kaçırmamaktı sanki."*


*:şükran yiğit, ankara,mon amour

10 Eylül 2018 Pazartesi

russel paradoksu

muhatabınızda olmasından korktuğunuz en kötü özelliğin kibir ve kendini beğenmişlik olduğunu mu düşünüyorsunuz? acele etmeyin.

*

kendisini yaşlı gösterdiği halde bir türlü bıyıklarından vazgeçmeyen o uzun boylu, ince adamı şimdiye kadar unutmadım. ömrümün sonuna kadar da unutacağımı sanmam.

bazan sınıfta olduğunu unutur, kendi kendine konuşarak karatahta ve üç sıranın arasındaki boşlukta "u" şeklinde volta atardı. "anlamıyorum ya!" derdi. ya da "sakin kaldığıma pişman etmeyin adamı"... ama bilgisinden, zekasından, ne kadar iyi bir adam olduğundan hiçbirimizin şüphesi yoktu. çünkü güldüğü zaman kocaman gülerdi. kim bilir kaç kişi için baba figürü, kaç kişi için gizli aşktı?

benim babam zaten vardı, üstelik kahramanımdı. o zaman da şimdi olduğu gibi kadın severdim.

bir gün, "size bugün farklı bir şey anlatacağım," dedi ve ekledi: "kız tavlamakta kullanırsınız. kızlar sever böyle şeyleri." oysa sınıfta kızlar da vardı. belki de, erkeklerin bu tür silahlara mecbur olduğunu, kızların ise ihtiyacı olmadığını söylemek istemişti.

"içinde kendi adı olmayan katalogların kataloğunu yapabilir misiniz?" diye sorarak başladı anlatmaya. "a harfine ağaçlar kataloğu gelebilir. ya da arabalar kataloğu. be'ye balıklar kataloğu gelebilir, ge'ye güller kataloğu... ha, ı derken, i'ye geliriz. oraya kataloğumuzu yani "içinde kendi adı olmayan katalogların kataloğu" yazarsak, kataloğun adına ve amacımıza ihanet etmiş oluruz. çünkü içinde kendi adı da olan bir kataloğu kataloglamış oluruz. tersine, eğer yazmazsak kataloğumuz içinde kendi adını içermeyen bir katalog olur ki o zaman kataloğumuz eksik kalır. çünkü içinde kendi adı yoktur ve işimizi düzgün yapmak istiyorsak yaptığımız kataloğa girmelidir."

tam burada, hocanın ağzından ne çıkarsa yazan inek tayfası bile kalemlerini ellerinden bıraktı, hayranlık ve salaklık karışımı bir duyguyla hocaya bakanların arasına katıldı. ama metin bey uzatmadı: "başka bir deyişle, aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık..."

"ama matematik daha havalı bir isim vermiş. paradoks. daha doğrusu russel paradoksu. "u kümesi normal ise u anormal bir kümedir. u anormal bir kümeyse u normal bir kümedir," diye de son noktayı koymuş."

başkalarını bilmem ama ben metin hocanın ne demek istediğini ancak kendi örneğimi bulunca anladım. "bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir"... ve sordum haliyle, "socrates hiçbir şey bilmiyorsa nasıl tek bir şey biliyor olabilir? ya da tek şey bilen nasıl hiçbir şey bilmediğini iddia edebilir?"

metin bey örneğimi ve sorularımı duyunca, her zaman olduğu gibi kocaman gülümsedi ve "ben senden, bütün giritliler yalancıdır, diyen giritli epimenides örneğini beklerdim," dedi.

yıllar sonra annie hall(1977) izlerken filmin daha ilk sahnesinde alvy singer'ın kadınlarla ilişkisini özetlediği ve "benim gibi birini bile üyeliğe kabul edecek hiçbir derneğe asla üye olmazdım," dediği yerde yeniden karşılaşacak o günleri hatırlayacaktım.

*

şimdi başladığımız yere dönebiliriz:

muhatabınızda olmasından korktuğunuz en kötü özelliğin kibir ve kendini beğenmişlik olduğunu mu düşünüyorsunuz? acele etmeyin.

kibir ve yoldaşı kendini beğenmişlikten daha kötüsü var: kendini beğenmeyişi. hatta kendisini sevmeyişi. ellerim şöyle. ayaklarım böyle. gözlerim hafif şeyla. boyum, enim, hacmim. saçlarım, çenem vesaire...

bir noktadan sonra, "bayılıyorum ben sana," diyemiyorsunuz. nihayet sizi de ikna ettiği, ellerini öyle, ayaklarını böyle gördüğünüz için değil ama. ona olan ilginiz azalma eğilimi gösterdiği için hiç değil.

onun bu denli berbat bulduğu bir şeyi beğendiğiniz için sizi zevksiz bulmasından, bir süre sonra sizin fikirlerinizi "zevksiz" deyip ciddiye almamasından, daha kötüsü yalan söylediğinizi düşünmesinden korkuyorsunuz.

7 Eylül 2018 Cuma

tehlikeli şiirler - otuz altı

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
ali asker barut'tan kaç kez mesela
"Kaç kez zaman biter ve yeniden başlar hayat
Kaç kez mevsimsiz kalır ve çiçek açar ağaç
Bir cümle kaç kez ezberlenir
Ve kaç zaman alır unutmamak
Kaç kez bir kalp bir kalbe karşı
Kaç kez ikrar bozulur kaç kez inkâr olur
Her yaz başkasının mevsiminde kaç hayal solar
Kaç kez anlamlanır her zerresi kalbe melhem olan aşk
Bin cümle bin anı bin gözyaşı ile
Bir kalp bir kalbe kaç kez daha saklanır yaralı

Kaç kez zaman biter ve yeniden başlar hayat
Kaç kez anlatılır bir masal
Kaç kez mutlu sonla bitmez
Prens kaç kez öpmez uyuyan prensesi
Kaç yaprak ağacını bilmez
Kaç dal çat diye kırıldığı yerden bin kez büyür
Bir şiir kaç kez bir şarkı kaç kez
Yalnızlığın, yenik çekildiğim mazide tek tesellisi olur

Kaç kez zaman biter ve yeniden başlar hayat
Kalbimi daha ölmeden bağışlıyorum hayata
Karşılığı olmamış bir aşkla
Ve içinde bin cümle bin anı bin gözyaşı ile
Bir aşk tek başına kaç ömür taşınır
Seni teslim ediyorum hayatımın
Aldığım yerine aldığım halinle
Bu aşk beni öldürmesin seni de üzmesin diye

Bu aşk beni öldürmesin seni de üzmesin diye
Vedalaşıyorum kalbimle
Vedalaşıyorum hem yakınlığı hem uzaklığı olan
Adı konmamış bu yakıcı şeyle
Elimde kalan her virgülü
Yalın bir anı olsun sadece
Kırmızım, şairim, şiirim, yağmurum
Sen kusulmadın emanet verildin yalnızca
Benden uzak o şehre
Söyle bir aşk tek başına kaç ömür taşınır

Bin kez bin kez bin kez"

4 Eylül 2018 Salı

acı bir başlangıç bu*

az önce, wilhelm genazino ile beraber son yıllarımın en iyi keşfi saydığım javier marías'ın türkçe'deki son kitabını bitirdim.

(ah, benim ikilem dolu ruhum! oysa ne kadar da farklılar. biri açık denizlere çıkış yolu bulmak için dünyayı ateşe atmaktan çekinmeyen, diğeri ömrü denizlerde geçmiş ataların çocuğu. biri romanlarında kültürel bir mirasın bekçiliğine soyunmuşçasına felsefe yaparken, diğeri ingilizce, sinema, shakespeare olmasaydı bu adamın hâli nice olurdu, dedirtiyor. biri kısa, kelimelerin tam anlamıyla "eksilte eksilte" yazarken, diğeri konuşkanlık namlı atın terkisinden bir an bile inmiyor.)

kitabı seda ersavcı çevirmiş. ki kendisi, bana twitterda, "sadece yazarları değil bazı çevirmenleri de külliyat olarak okumayı severim," dedirtendir. yine de ona sormak istediğim bir şey var: çoğunluğun karahindiba olarak bildiği bitkiye ilk seferinde şeytan arabası, daha sonra her defasında karahindiba demesi nedendir?

bu kitapta da shakespeare var. tıpkı beyaz kalp, yarın savaşta beni düşün gibi bu kitap da adını o'nun yazdıklarından alıyor. anlatıcı yine ingilizce bilen biri ve görevleri arasında yardımcısı olduğu yönetmenin evraklarını, anlaşmalarını, senaryolarını ingilizceye çevirmek var. yine tesadüfen şahit olunan, daha doğrusu duyulan sırlar ve sonunda iki kişi arasında geçen, olayları açıklayan ve üçüncü bir kişinin dinlediği -bir defa daha yine: o iki kişiden biri o üçüncünün farkında- sohbet var. yine, "mutlu evlilik yoktur" var. ve yine, sadakatin zor, sadakatsizliğin dünyanın en kolay işi olduğu var. yine ölüm var.

başka bir deyişle javier marías, orada burada "bir yazar her defasında aynı öyküyü yazar. ya da yazdığı her öykü aynı üst öyküye çalışır," diye ahkâm kesenlerin ekmeğine yağ sürüyor.

yine bu romanda yakın tarihin politik eleştirisi daha yoğun ve net. akademik bir dille söylersek; bu roman, politik bakış açısıyla okunmayı da hak ediyor ve bunu yapacak eleştirmenlerini bekliyor.

ama bu romanda diğerlerinde olmayan, bambaşka bir şey var. bu yazının yazılmasına da sebep olan bir şey: javier marías bu defa tam da orhan pamuk'luk bir hikâye anlatmış. sadece konu olarak değil, kırmızı saçlı kadın'ın anlatı diline yakın olduğu için de bu böyle.

bazan gerçek insanları da anlatıya dahil eden yarı belgesel tarzıyla bin dokuz yüz seksen madrid'inde, sosyete, sanat ve üniversite çevresinde geçen ve yakın zamanda nihayet bulmuş franco döneminin karanlığına da göz atan bu aile romanını orhan pamuk okuduysa/okursa, böylesi bir fikri kendisine değil de javier marías'a sunduğu için her şeyin olduğu gibi ilhamların da sahibi ohepvarolan'a küstüğüne/küseceğine eminim.


*: acı bir başlangıç bu, ama beteri geride kalır...

1 Eylül 2018 Cumartesi

dakika ve skor

"Sonra... Sonra, yine yerli filmlerdeki gibi takvim yaprakları uçuştu... Ben onu hiç aramadım... Bir gün aklıma fena düştü, aradım... Aslında aramadım... Telefon açtım.

O, "Alo... alo" dedi, ben sustum... Aniden, "Susarken bile Ayhan Işık taklidi yapıyorsun" dedi... Anlamıştı... Aslında belki de tek sorun, gerçekten anlamasıydı...

"Ne fena diil mi?" diye sürdürdü... "İnsan hep çok sevilsin diye uğraşır... Sevilince de ödü patlar..." Sustum... "Belki de sen haklısın, o zırh ne kadar kalın olursa, o kadar iyi... Artık arama, olur mu?" dedi. "Ve sakın üzülme... O öyle nalet bir zırh ki, sen bile içerden delemezsin."

Yine sessizlik... Derken, Belgin Doruk gibi son cümlesini söyledi... "Hesapta kendini koruyordun ama yine acı çekiyorsun... Boşver... Ne diyorlardı... Gençsin, unutursun."

Genç miyim, unutur muyum?.. Telefonu kapadım... Sokağın köşesinden, yırtınarak bir Aygaz kamyonu geçip gitti."*

*: atilla atalay, kalbin böcüü - seslerim