29 Haziran 2018 Cuma

insanın ölümü

dikkatli bakın göreceksiniz.

nasıl olsa gerekmiyor diye duygularını çocukluğunda, bilemedin ilk gençliğinde bırakmış insanlarla bir arada yaşıyoruz.

oysa böyle gerçekleşiyor insanın ölümü. ölümü değilse de mezarını kazmaya başlaması.

ne zaman indiriyor kazmayı toprağa ilk, bilinmez. ama her gün bir ya da bir kaç kazma iniyor toprağa. her olayda bir ya da bir kaç kürek toprak yana atılıyor.

gerçekten öldüğünde çoktan hazır bir mezara koyuyorlar bedenini. üzerine de kendi elleriyle kazdığı toprak atılıyor.

aslında birdenbire değil usul usul gerçekleşiyor insanın ölümü.

26 Haziran 2018 Salı

evdeki hesap

çocukluğunu gezmeye giderken elimden tutup beni de sürüklediğinde beni orada bırakacağını elbette tahmin edemezdim.

şimdi sokağınızın başında, sağdaki evin bahçe duvarına oturmuş, bir hanımeli yağmuru altında seni bekliyorum. beyaz elbisen ve kırmızı pabuçların gelecek ilk önce. sonra dalgalanıp da durulan saçların. geniş kenarlı beyaz şapkan güneşten mi yoksa rüzgârdan mı? güneş yüzünü yakar, rüzgâr saçlarını dağıtır. bence denize gideriz.

o gün bugündür bahçe duvarının üzerinde, ayaklarımı sallayarak seni beni bekliyorum. sokak hanımeli kokusuyla dolu. dizlerimde yaralar.

23 Haziran 2018 Cumartesi

21 Haziran 2018 Perşembe

acı gerçekler

geçen gün y.(6) ile sohbet ediyorduk. geçen hafta başlarında iki öğretmen, yuvadaki arkadaşlarıyla itfaiye merkezine gitmişler. bunu söyleyince sohbetin konusu ister istemez itfaiye merkezi ve itfaiyeciler oluverdi.

telefon numarası "bir-bir-sıfır"mış meselâ. koskocaman mutfakları varmış. hiç "kız itfaiyeci" yokmuş. sadece bir tane kız varmış ama o da sekretermiş. o hiç konuşmamış, sadece "hoş geldiniz" demiş.

tam dünyanın en saçma sorularından birini, yani "kaç"la başlayan sorulardan birini soracaktım ki küçükken sahip olduğu, bir kaç defa da beraber yaptığımız puzzle aklıma geldi. "ne anlattılar? sadece yangınları mı söndürüyorlar? yoksa ağaçta mahsur kalan kedileri de kurtarıyorlar mı?"

"hayır, kurtarmıyorlarmış. kediler acıkınca kendiliğinden iniyormuş."

"ulan," dedim içimden. "bu cevap benim bile canımı acıttı." sonra saçını okşarken yine içimden devam ettim.

"böyle böyle güzellikleri elinden alacaklar, sonra da artık büyüdün diyecekler."

18 Haziran 2018 Pazartesi

paradoksal dua

duaya inanırım. ister ilahi düzlemde değerlendirin ister pozitif enerji deyin, fark etmez.

hatta bir şeyi çok istemenin o konuda edilebilecek en büyük dua olduğuna inanıyorum.

yani, o dönsün istemek, bir dua biçimi. ama paradoks içeren bir dua.

çünkü, biz o dönsün isterken onun ayaklarımızı yerden kesen, bizi durup dururken güldüren, fotoğraflarda yakışıklı/ güzel çıkmamıza sebep olan ilk zamanlarını isteriz.

oysa gelen son hâli olacaktır. bitse de gitsek dediğiniz filmler, suskunluklar, sonuca varmayan tartışmalar, eleştiriler, ellerinde ojeler, akmış rimeller...

yani kabul olmuş ama istediğiniz olmamış bir dua.

16 Haziran 2018 Cumartesi

pul koleksiyonu

geçen gün postanede, iki gişeden soldakinin önünde sıradaydım. bilmiyorum bekleyiş ne kadar sürdü. ama uzundu. nihayet sıra önümdeki kadına gelince, aramızda bıraktığım mesafeye rağmen gişedeki memurla konuştuklarını duydum.

yeni pulları görebilir miymiş?. hayır, onları değilmiş, sadece deniz feneri olanlarmış. henüz yeni bir şey gelmemiş. bunlar zaten onda varmış. yine de teşekkür edermiş. kolay gelsinmiş.

geriye dönüp tam yanımdan geçerken, kendimi tutamadım, "yalnızca deniz fenerleri mi?" diye sordum. "evet," dedi kadın. "konusu deniz feneri olan bir koleksiyonum, bir defter dolusu pulum var."

merak etmiş, görmek istemiştim. çenemi tutamayıp söyledim. "keşke yanımda olsaydı," dedi. "kısmet," dedim. sonra da gitti.

onun gişe önünde bıraktığı boşluğa yürürken şimdilerde yerini "özel soslu makarna pişirmek" bahanesine bıraksa da eski bir bahaneyi, fıkra ve karikatürlere konu olan, şakası çok yapılan "pul koleksiyonu göstermek" ifadesini hatırladım. hem gülümsedim hem de o kadın, pullarını göstermeyi vadetseydi peşi sıra giderdim dedim.

bu yazıyı buraya kadar okumayı başaranlara son bir şey daha. o kadını şu an yolda görsem tanımam. ona dair aklımda kalan tek şey; saçları kısacıktı.

13 Haziran 2018 Çarşamba

dakika ve skor

"Dede, gözlerini dikmiş duvar dibinden dikkate bize bakıyordu.
"Kesin sesinizi!" diye homurdandı birden.
Öyle şiddetle homurdandı ki, onun soluğuna yakalanan gaz lambasının alevi hızla küçüldü şişenin içinde, büyüyeceğim derken bir daha küçüldü, can havliyle çırpındı, bir süre pır pır etti ve durulup ansızın eski hâlini aldı. O sırada kilimin üstünde tembel tembel uyuklayan gölgelerde hareketlendi tabii, silkinip doğruldular önce, belki sessiz sedasız yer değiştirdiler, kıyasıya çarpıştılar, sonra hızlarını alamadılar ve tavana doğru sıçrayıp orada, henüz hangi şekle girecekleri kestirilemeyen tuhaf yaratıklara dönüştüler. Hatta Hamdi'ye ait olanı uzun süre inmedi yere, dedesinin yüzüne bakarak ikide bir kıpırdandı durdu...
"Oturup efendi gibi dersinizi çalışın," dedi dede.
Bu sözlere Hamdi pis pis sırıttı tavandan."*


*: hasan ali toptaş, kayıp hayaller kitabı

11 Haziran 2018 Pazartesi

tehlikeli şiirler - otuz dört

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
süleyman çobanoğlu'ndan aşk mektubu mesela

"küçük ayakların, başka ne olsun
kalbimin üstünde tıpırtıları
bir sözse açarım sana sevmekten
nice haritadan, ne martıları!

dünya ah! söversin yahut öpersin
bakmaktan dağına çıkması yeğrek
yüzüme değince saçların mümkün,
bir delilik etmek, aşktan gebermek

ben ayna görünce hiçbir şey görmem
eski bir sürüngen belki bakışım
ama bir şey var işte, bir şey havada;
bu zır karanlıkta sana akışım…

küçük ayakların, başka ne olsun
halhalsız, halısız; sadece ayak
olmaz bir trenden işte inmişim:
sadece yüzüme. sadece bir bak!"

8 Haziran 2018 Cuma

tenis kortu

paslı tel örgünün baklava dilimlerine böldüğü kortta oyun alanını belirleyen çizgileri yer yer silinmiş, bakımsızlık ve ihmal nedeniyle engebeler oluşan kızıl toprak zeminin bir kaç yerinde ot ve adını bilmediğim çiçekli bitkiler büyümüştü.

6 Haziran 2018 Çarşamba

ilk izlenim için tek bir şansın vardır: on dokuz

dedektif romanlarının alışılmış kalıplarının dışında, -bu kelimeyi yerli yersiz her yerde kullananlar gibi söylersem- postmodern bir dedektiflik öyküsü olan yaban koyununun izinde'nin* adsız kahramanı hikâyenin en başında bir reklam kampanyası için önüne konan üç fotoğrafta bir kulakla karşılaşır.

evet, yalnızca kulak. üçü de aynı kadına aittir ve fotoğrafları masaya koyan reklam şirketinin yönetici kahramanımızın kulaklara zaafını bilmiyordur.

kahramanımız yazı masasının karşındaki duvara yapıştırdığı bu üç fotoğrafı yaklaşık bir hafta boyunca seyreder. sonunda dayanamaz ve sahibiyle tanışmak ister. kıza ulaşır, randevulaşırlar ve buluşurlar. kız geldiğinde ise düş kırıklığı yaşar. çünkü kulaklar kızın dümdüz saçlarıyla örtülüdür. ama konu kaçınılmaz bir şekilde kızın kulaklarına gelince kızın kulaklarının farkında olduğu ortaya çıkar. dahası, kulaklarını insanlardan sakladığını, ancak kendisi olmak isterse kulaklarını ortaya çıkardığını itiraf eder.

sohbetin sonunda kulaklar ortaya çıkacak, kulaklara değilse de ellere zaaf duyan bir okur yalnız olmadığını hissedecektir.

*

"... çantasından siyah bir saç bandı çıkardı. dudaklarının arasına sıkıştırıp iki eliyle saçlarını geri çekti, hızla bandı başına taktı.
"eeee?"
yutkunup, büyülenmiş gibi bakakaldım. ağzım kurudu. hiçbir şekilde sesin çıkmıyordu. beyaz badanalı duvar bir an dalgalanır gibi oldu. diğer masalarda oturanların sesleri ve çatal bıçak tıkırtıları kesildi, sonra her şey tekrar eski haline döndü. deniz dalgalarının sesini duydum, çoktan unutulmuş bir akşamın kokusu doldu burnuma. gene de bütün bunlar, şu yüz küsur saniye boyunca içimden geçip giden duyguların küçücük bir parçasıydı sadece.
"nefis" diyebildim. "aynı kişi olduğuna inanamıyorum."*


*: haruki murakami, doğan kitap- s:48-49

4 Haziran 2018 Pazartesi

cengiz aytmatov

iki bin beş... sms yani kısa mesaj zamanları. başka bir deyişle, "bu telefonların bir de gelmeyen kutusu olmalı" dediğim günler...

john fowles'ın ölüm haberini alınca, yakari'ye "önce margarita duras, sonra john fowles... sıra cengiz aytmatov'da. sonra da biz gideriz herhalde sırayla," diye bir mesaj atmıştım.

peşi sıra oturup, "yirminci yüzyılın en iyi üç romancısından biri. duras ve fowles öldü ama allah ona uzun ömür versin. çünkü yazacakları henüz tükenmedi," diye onu yazmaya başladım. ama o da öldü. yazı ise bitmedi.

*

adını çok duyduğum bu adam artık okunmalı dediğimde doksan yedi yazıydı. limanı gören bir ev, balkonu neredeyse örten asma yaprakları, fonda dire straits.

geri gelmeyecek yazlardan biriydi. bütün bir yaz dire straits dinleyip cemile'den başlayarak cengiz aytmatov külliyatını okudum. normal olarak bir kaç yıl sonra aynı yollardan geçen yakari'ye, "çok şanslısın," diyeceğimi henüz bilmiyordum.

yazdıklarında eski coğrafyaya dair efsaneler, hikayeler güçlü bir duyarlılıkla hayat buluyordu. o eski coğrafyanın sadece geçmişi değil bugünü de yazdıklarının konusuydu. yazdıkları, anlattıkları bozkır sarısıydı. sık sık buharlı tren karası bulaşan bir sarı.

gözümün önünden hiç eksilmeyen bir görüntü: sarı-özek bozkırını bir baştan diğer başa geçen ve dünya savaşlarının ikicisi için cepheye asker taşıyan buharlı tren. trenler gelir, trenler giderdi. gün batarken sararırdı. fonda brothers in arms.

*

o yaz geri gelmeyecek yazlardan biriydi. cengiz aytmatov külliyatını okudum, dire straits dinledim. çok şey yaşadım, kendime bir çok şey sakladım.

cemile meselâ... ilk aşkın yakıcı ve yıkıcı öyküsü. belki de büyüme öykülerine bugün bile duyduğum zaafı başlatan, bana yeniden yeniden amorcord(1973), sjecas li se dolly bell? (dolly bell'i hatırlıyor musun?)(1981), almost famous(2000) izlettiren öykü. üstelik, aragon "dünyanın en büyük aşk hikâyesi" derken haksızlık etmemiş.

meselâ beyaz gemi... "onun iki masalı vardı. biri kendisinindi ve başkası bilmezdi. ötekini ise dedesi anlatmıştı ona. sonra ikisi de yok olup gitti. şimdi biz bunlardan söz edeceğiz." muhteşem paragrafıyla açılan, yaba kulaklı küçük bir çocuğun gözünden umudu, bekleyişi ve hayalleri anlatan ve "gittin yaba kulaklı çocuk." cümlesiyle biterken beni salya sümük ağlatan beyaz gemitatar çölü'nü okuyana kadar beni en çok ağlatan kitap olarak kalmıştı. ama acıdan değil şefkatten ağlamıştım.

ya da dişi kurdun rüyaları... aytmatov'u inkar edilemez bir biçim büyük yazar haline dönüştüren, mükemmel bir tabiat romanı olmasına rağmen yazarın her zaman yaptığı gibi tarihten, mitolojiden ve dinden bahsetmekten vazgeçmediği dişi kurdun rüyaları.

öyle ki, yirminci yüzyılın en iyi romanı 'üçleme'sinde kendine yer buldu.

adı yüzünden ne zaman hakkında konuşsam bir yığın açıklama yapma ihtiyacı duyduğum, modernizm ve teknolojinin sadece insandan değil tabiattan da neler alıp götürdüğünü anlatan roman bugün bile kıymeti bilinmeyen, okurunu bulamamış kitaplardan. bozkırın ortasında gece için yakılan ateşin başında eski papaz okulu öğrenci abdias büyük şehitten bahseder: "kollarını açtı ve şehit numarası yaptı." son noktayı ise çiftlik sahibi boston koyar. taşçaynar yerine henüz bir bebek olan oğlunu vurur.

*

dedim ya yıllar önceydi. beni ben yapan yazlardan biriydi.

o yaz cengiz aytmatov'un türkçedeki bütün kitaplarını okudum.

limanda gemiler, balkonu örten asma yaprakları. ufuk çizgisinin üzerinde bulutlar koşuyordu. fonda brothers in arms.

1 Haziran 2018 Cuma

bir gül yağmur saldırısı altında

mutfakta kısa kenarı pencereye yaslanmış, zaman zaman pencere tarafını çalışma masasıymış gibi kullandığım genişçe bir masa var. bazan bu duvara yazdığım yazıları da tıpkı şimdi olduğu gibi burada yazdığım oluyor. kağıtlar, defterler, kitaplar masanın üzerine yayılıyor, pencere önüne yığılıyor. bu istiladan rahatsız olunca topluyorum ama fazla uzun sürmüyor. yeniden yayılıyor, yeniden yığılıyor.

gece olunca araya panjur giriyor ama gündüz pencere camına değdi değecek kırmızı kadife güllerle omuz omuza bu ekrana bakıyorum. ne zaman ekrandan uzaklaşıp bahçeyi seyretmek ya da uzaklara bakmak istesem ilk önce güllerin gönlünü almam gerekiyor.

dün gece burada oturmuş, bir araya gelip önce kelimeye sonra cümleye dönüşen kargacık burgacık sembollerden bir mana beklerken panjurda tıpırtılar duydum. sanki bir kaç kuş minicik ayaklarıyla panjuru gezmeye çıkmıştı.

giderek sesler çoğaldı, kuşların gezintisi yaz yağmuruna dönüştü. "rahmet" dedim içimden ama aklıma güller geldi. "böyle bir saldırının ortasında bir gül kendi şeklini muhafaza etmek için çabalıyor," dedim.

/hayır, "hayat saldırıya uğramaktır. bebek ağlar, çünkü daha doğar doğmaz saldırıya uğrar. ciğerlerine dolan havanın saldırısıdır bu." demedim. 'ben'in sürdürebileceği savaşların en kutsalı, kendisini an be an başka biri yapmaya çalışan hayata karşı savaşı da gelmedi aklıma. orhan pamuk'un değilse de kara kitap'ın en sevdiğim cümlesi "bir başkası olduktan sonra, bir daha bir başkası, bir daha bir daha başkası ola ola, ilk kimliğimizin mutluluğuna geri dönebileceğimizi sanmak boş bir iyimserlikti," cümlesi de...

sadece, "böyle bir saldırının ortasında bir gül kendi şeklini muhafaza etmek için çabalıyor". yağmurun saldırısı...
/

bu sabah uyandığımda panjurları açtım. gül yerli yerli yerindeydi. yine şenlikli, yine kırmızı. yapraklarında su damlacıkları.

şüphesiz çok güzeldi.