prensip olarak çoluk çocukla muhatap olmuyorum. üniversite yaşlarından bu yana hem de.
bu iki cümle burada dursun.
artık başlayabiliriz.
*
baktım olmuyor, ne yapsam ne söylesem anlamıyor, "yirmi beş otuz beş yaş arası bir kızla olmaz," dedim ben de.
ama "zaman" bu. çabuk geçiyor. geçmeyen sadece "an". o da peşimizde sürüklediğimiz için. benim "yirmi beş otuz beş arası" dediğim, kişiden kişiye, iklim ve yöreye göre değişiklik gösteren kadınlığın büyük kara deliğinden bir gün çıktı.
rivayete göre, kırk gün kırk gece değilse de büyük bir kutlama olmuş. on tane deve kurban edilmiş, ajda pekkan sahne almış, yardıma muhtaç yüz çocuk sünnet edilmiş, toplanan bağışlarla kenar mahalle okullarından yedisine kütüphane kurulmuş.
asıl hikâye sonra başladı. hasta olduğunda, "otuz beşi devirdik, yaşlandık sayılır. hâliyle kolay hasta oluyoruz," diye yakınmalar mı istersiniz, işe yeni başlayan stajyer çocuk adıyla hitap etmiş de, "bak evladım, benim yaşım otuz altı. neredeyse annenle yaşıtım," demediği için pişmanlık yaşamalar mı dersiniz?
en son, annesi evden çıkarken zorla kürklü bir manto giydirmiş de ahu tuğba'ya benziyormuş onu anlatmak için aradı. lafı döndürüp dolaştırdıktan sonra, "otuz yedi yaşındayım annem hâlâ giyeceğime karışıyor" deyince dayanamadım, "bütün dertler seninki gibi olsa," dedim.
"benim de yirmili yaşlardaki kızlarla takılma yaşım geldi. çoluk çocukla ne yapacağız bilmiyorum."
telefonu kapatması gerekiyormuş. "olur," dedim. o günden sonra bir daha aramadı. ona da, "olur".