28 Mart 2016 Pazartesi

erik

"ama biliyorsun; gidip erik aramayı sahiden isteyenler pek azdır - sahiden arayanlar daha da az"*


*: oruç aruoba, zilif

26 Mart 2016 Cumartesi

ey khoda*

ya da "seni tanımadan önce dinlediğim şarkılar - sekiz"

geçtiğimiz yıllarda bir arkadaşımın paylaştığı fotoğraf, ağızlarından "futbol sadece futbol değildir"den başka söz çıkmayan, "endüstriyel futbol" düşmanı "futbol dilencileri"nin arasına bomba gibi düşmüştü.

fotoğrafta barselona'nın stadı nou camp'ın hem eski hem yeni hali, bir yanda toz toprak içindeki saha, diğer yanda yemyeşil çimenleriyle bambaşka bir alem yan yana duruyordu. altında da arkadaşımın notu: teşekkürler endüstriyel futbol...

bizi maruz bıraktığı hız ve bunun doğal sonucu olan iletişimsizlik yüzünden internet çağına her türlü eleştiri cümlesini kurmuş olan ben, bu şarkı söz konusu olduğunda o teşekkürü hatırlıyorum: teşekkürler internet, teşekkürler sosyal medya.

çünkü internetin zaman zaman keyifle dolaştığım mahalleleri olmasaydı ey khoda'yla karşılaşır mıydım emin değilim. bütün sokakların aynı meydana çıktığı kadim şehirler gibi yıllardır döne dolaşa dinlediğim bir şarkım daha olur muydu, ondan da...

hangi dilde olduğunu bilmiyorum. belki farsça belki arapça. anlamından haberim yok. ne türkçe tercümesine denk geldim ne gugılın çeviriden sorumlu gençlerine bir şey sorma ihtiyacı hissettim. her defasında kendimi melodiye ve şarkıcı kadının muhteşem sesine bırakıyor, sadece dinliyorum.

bana "türkçe'nin en büyük şairi"ni ilk okuma denemelerimi hatırlatması biraz da bundan. hiçbir şey anlamazdım. ama derin ve güzel bir şey sakladığını hisseder, hissettiklerimin etkisinden günlerce çıkamazdım. evet, tıpkı öyle.

gözlerimin önünde karanlık ve fırtınalı bir gecede yağmura ve dalgalara direnen küçük bir sandalın görüntüsü var. ve bazan bir fenerin şavkına yakalanıyor.

* hayedeh, ey khoda

21 Mart 2016 Pazartesi

artist ve de şımarık

"nasılsın?" sorusuna, "içime bir ad koyacak olsam leyla derim, öyle güzelim," cevabını veren mahir ünsal eriş'in elini görüyor ve arttırıyorum:

"bu aralar, imkansız derecede mümkün bir kurtarışın ardından defans oyuncularına kızan kaleciler kadar artist, bir o kadar da şımarığım."

18 Mart 2016 Cuma

gelenekçi terbiye

bir kaç kez yerine ve zamanına denk geldiğini ve muhatabıma "muhafazakar terbiye ile büyüdüm" dediğimi hatırlıyorum. hatta blogun duvarlarına da benzer anlam ihtiva eden cümleler yazmış olabilirim.

fakat geçen gün bir "aydınlanma" yaşadım. henüz emin değilim; o yüzden "aydınlanma benzeri bir şey" diyelim. şehir stadyumunun atletizm pistinde koşuyor, bir yandan da bu yılın rekorunu kırmış olabiliriz diye düşünüyordum. ciddi bir kalabalık vardı. "hayır," dedim. "ben muhafazakar değil gelenekçi bir terbiye ile büyüdüm".

burada durup, ne demek istediğimi bir örnekle açıklamak isterim. sonra dağılabiliriz. sorusu olanlar ise bu örnekten sonra da kalabilirler.

içki muhafazakarlar için haramdır ve asla içmezler. gelenekçiler ise içkinin haram, içki içmenin günah olduğunu bilirler ama yine de içerler. uyulması gereken kural ise basittir: büyüdükten sonra ve ancak büyüklerinizin göremeyeceği yerlerde içebilirsiniz. düğünlerde portakal suyu tüketiminin çok olması biraz da bu yüzdendir.

içki ya da sigara içmek biraz da büyüdüğünü eşe dosta göstermek gibidir.

*

sanırım ben hiçbir zaman büyüdüğümü ispatlama ihtiyacı duymadım. belki de hep çocuk kalmak istedim.

16 Mart 2016 Çarşamba

nazire

modern zaman dervişi gökhan özcan'dan eddington'a nazire:

"bir"i öğrendikten sonra, hesap hendese bahsini bir daha açmamak üzere kapatan insanlar da var.

14 Mart 2016 Pazartesi

tehlikeli şiirler: yirmi dört

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla.
ilhan berk'ten littera amor mesela...
"(bindokuzyüzseksenyılındaonüçtemmuzcumagünühalikarnassostainmiştir)

ı.

biliyor musun bu akşamüstlerinde ne zaman sizi düşünsem, usuma lokman'ın zübdetü't-tevarih'te I. mahmud'a (o ünlü mühür kazıcı padişahımıza) karanfil tutan cariye gelip vurur.
eşyanın duru tadında, uzun boylu, uzun yüzlüdür.
teninin korkuç beyazlığı, kapalı, donuk güzelliği, insana cinayetler kıyımlar, kötücül
kutup çiçekleri düşündürür. çılgın sevginin ta kendisiyken, öylesine durgun, ezik, solgundur.
sanki bu dünyada değilmiş, bu dünyada hiç olmamıştır.
ben işte ne zaman sizi düşünsem, bu minyatürü açar bakarım. onda birden sizi görürüm.
başım döner, bir yerlerde bir şeyler ağar, duyarım. o zaman gelir teninin karasevdalı yalımına
bırakırım kendimi. birden aşağılarda bir şey silinir, bana uzak ülkeler, bana denizler, yabanıl
meyveler, otlar, kokular bağışlayan o duru, suskun beyazlığınızla kalırım. hem yalnız ben değil dünya da, dünyada nice şey de yeryüzünde olduğunu unutur, bu yerküreye yeni gelmiş sanır kendini. böylece her şey sizin yalın, arı beyazlığınıza bürünür kalır. o zaman işte bana sedir ağaçları, bana eski ceviz sandıkları, lavanta çiçekleri, bin yıllık ağaçlar gibi kokarsınız.
bakamam size. bakamam çünkü birden her şey aşka dönmüştür. göğül yüzünüz esrir, yeniden belirdiğinde, yeniden umarsız beyazlığınızlayımdır. durur zaman. ama ben o duran zamanın içinde bilemeyeceğiniz kadar mutluyumdur.

ıı.

ama ben asıl, gençliğimin, kocamışlığımın o sarı okul defterlerine yapıştırdığım, beni
intiharlara götürecek denli duruk, dalgın, o denli de deli, çılgın, eski çağların o
ölümsüz ustalarının çıplak resimlerinde bulurum seni. büyük kentlerin o ıssız
dörtyol ağızlarına birbaşlarına dolaşmaya çıkmışlar, sonra da birdenbire donup
kalmışlar, yontulara dönüşmüşlerdir. hepsi büyük gözlü, büyük memeli, masalsı
yüzdüler. nesnelerin o sessiz dünyasında (işlevleri sessizlik, yalnızlık yaratmak
olan nesnelerin), sanki soluk almıyorlardır. ortaçağın -güzelim ortaçağın- kalelerine
kapatılmış, sessiz sakin o uzun boylu şovalyelerini bekliyorlardır. gölgelerin
acımasız, buyrukçu baskısı altında, çırılçıplak oradan oraya gidip gelirler.
gizemli güzellikleri öylesine çarpıcı, öylesine kendileridir ki, insan bir an
onların bir resimde olduklarını unutuverir. ben de işte binde bir oralardan
geçerken, eski gezgin ozanlardan öğrenmişimdir o kağıt beyazlığındaki
soğuk, kışkırtıcı güzelliklerini (hem bilmem senin benim gibi bu dünyalarda
dolaştığın olmuş mudur? kendini, yalnızlığın kösnül elinde onlar gibi duvardan
duvara vurduğun? o her şeyin durur gibi olduğu, etin çığlıklarla bir başına
kaldığı, baştanbaşa da yalnız istek olduğu...)!
ben senin o duru, ölümcül beyazlığını da, işte böyle bir dünyadan, dünyamıza
düşmüş görürüm.


ııı.

(eybenimsevilmişyıkılmışyinim)

ama beni daha da çılgına döndüren, beni elden ayaktan eden, dünyaları başıma yıkan
o korkuç kar beyazlığınızın da ötesinde, amansız bir baskı, bir barbar yasağı ağırlığına
dönen, o umarsız teninizin koyduğu dokunulmazlıktır asıl!
belki de benim büyük karabasanım, yıkımım odur. ölümlere en çok orda gidip geliyorumdur.
ben en çok bunu ne zaman düşünsem, o korkunç çıplaklığınız, ölümcül dokunulmazlığınızla
bir an kendimi bir han odasında (han odalarını bilir misiniz?
sevdanın biraz yanığı, kimselerin aşktan, aşkın onmazlığından sağ çıkmadığı han odalarını?)
sizinle bir başıma bulurum. işte o zaman birden bana dünyaları zindan edenin ne olduğunu anlarım. ben ki hiçbir şeyi, dokunmadan, duymadan anlayamam. sözcüklere (sözcüklerin yarattığı kanser) bunun için (değil mi ki dokunamıyorumdur) güvenmem. bunun için de ben, bu yeryüzünde yalnız senin vücudunun koyduğu dokunulmazlığı, bir onu, tek uzaklık diye bilirim. ben ki bu dünyada herkesler gibi gittim geldim, yüzüm çok güneşler gördü; sesleri, kokuları, bunu, bunsuzluğu, yenilgiyi, utkuyu tanıdım. elim yerküreye dokundu. ama yalnız o sizin koyduğunuz korkunç dokunulmazlık  sürdü durdu bende. bir ona yenik düştü. bir onda yıkıldı, parçalandı, unufak oldu. bu yüzden değil midir ki ben ne zaman sizinle olsam, her seferinde yanınızdan küllerle çıktım. orda sayrılı, varla yok arası kaldım.

ıv.

bazen, neden bilmem, seni durup dururken yıkıntılar,
ölü denizler, ölü kentler arasında kurduğum olur.
(hem değil mi ki ben bunları sana bir ortaçağ kentinden
yazıyorum; hem yine değil mi ki şimdi bu eski kentin, güzelim,
küçük, dar sokaklarını, avuç içi kadar alanlarını, dolambaçlı taşlık
yollarını, sarnıçları, çıkmaz sokaklarını [ne çok çıkmaz sokak var],
eski mendireği, gizli limanı, sonra da saint-petrum kalesini, surları
böyle nice nice yıkıntıyı dolaşırken seni düşünüyorum.
öyleyse buna niçin şaşmalıyım?) ama yine de sizin bana böyle yıkıntılar, ölü kentler, ölü tarih
içinde çıkıp gelmenizi anlamıyorum. ben ki bu dünyaya yeni
kuruluyormuş, yeni görüyormuşum gibi bakmışımdır hep.
böylece de, bu dünyada olmak (ki ben orda bir ilkçağlı gibi
bulsam da kendimi) bana yetmiştir. neyse işte. seni ne zaman usumun yangınlarından kurtarıp kursam, sen bana hep böyle insanlığın haline benzeyen (hem iyi ki öyle,
bir insan başka türlü nasıl güzel olabilir?) yıkıntılar içinde gelip
vuruyorsun. belki de bu benim sana hüzünler yaratmak istememdendir.
böylece de insana en yakışan şeyi bulduğumu sanmam, onunla
gönenmemdir. ya da (bu belki çok şaşırtıcıdır ama) birden çok eski
çağlara uzanıp, nefertiti'yi (bilmem niçin nefertiti?) düşünüp, sana
tarihte bir yer aramak istememden geliyordur bu. kim bilir?
yoksa başka niçin seni böyle yıkıntılar, ölü kentler, ölü tarih içinde kurayım?


v.

-sunu

böyle sizi resimlerden, ölü kentlerden bu 1980 kışının akşamüstlerine indirdiğim zaman,
neden bilmem, sizi, sizin o buğdaylar, uzun güzel otlar, ırmaklar tadındaki durgun, gizil
beyazlığınızı anlatamayacağımı anlarım. çocukluğumun karne notları gibi o hüzünlü
güzelliğinizi siz sanki dünya yüzüne hiç çıkarmamışsınız gibi gelir bana.
bunun için de sizi hiçbir şeyle karşılaştıramam. yine sizin korkunç beyazlığınıza olan o
onmaz tutkumun nerden geldiğini bilemem. belki bu benim yalnız, fukara büyümemdendir.
belki de benim gibi kara kuru bir çocuğun, umarsız ilhan berk'in, kafasında beyazı (o dokunulmaz olan beyazı) olağanüstü büyütmesindendir. ama ben onu nasıl büyütmezdim? benim gençliğimi de (yatağını, kapalı, dökülen bir kadınla paylaştığım gençliğim!) zincirlere vuran hep o değil miydi? yine belki de bu öylesine karanlık olan kimliğimi, 1918 yılının bir sabahı, hiçbir anlamı olmasa, herkes gibi bir yerlere yazıp altını çizmememden, onu hiç anımsamamamdan, sonra da bu karanlık, acımasız, anlamsız dünyayı yok saymamdandır. kim bilir? bugün ortaçağ yapıları gibi dökülen beni, sizin yirmi üç yaşınız böyle buldu işte!

şimdi ne zamandır kapandığım koca bir dağın eteğinde, küçük, karanlık bir odadan bunları
size yazarken, benim yıllarca büyüttüğüm hep sizin o onmaz beyazlığınız olduğunu
anlıyorum. bunu bilemeyeceğiniz kadar da böyle bilmenizi isterdim."

10 Mart 2016 Perşembe

tül perde

gölgesini sokak lambasının solgun sarı ışığından alan tül perde karnına dolan rüzgarla eteklerini odanın ortasına savurduğunda tavanda laleler oynaştı.

9 Mart 2016 Çarşamba

kafkaesk - iki

bu iş artık kabak tadı vermeye başladı. bu sabah da türk tarih kurumundan geldiler.

yok efendim, tarihe geçmişim. kimlik bilgilerime ihtiyaç varmış. imzalamam gereken bir kaç evrak söz konusuymuş falan.

bütün gün bir odadan diğerine dolaştım durdum. üstelik tarihe neden geçtiğimi de söylemediler. neymiş, önümüzdeki sene saatli maarif takvimi alırsam öğrenirmişim. prosedür bu şekilde işliyormuş.

eve daha yeni geldim. sabah yediğim bir parça ekmek arasına zeytinle duruyorum. evet, çekirdekleri yuttum.

uyuyorum ben.

7 Mart 2016 Pazartesi

kafkaesk

zil çaldığında dizlerimin üzerindeydim. salondaki divanın altına uzanmış koşu çorabımın orada olması gereken sağ tekini arıyordum. çünkü her defasında oraya atarım.

başımı divanın altından çıkarana kadar iki defa daha zile basan o el, çok geçmedi, kapıyı döven sabırsız yumruklara dönüştü. "hayrolsun," diyerek, doğruldum. daha üç dakika önce kokuyor diye giymediğim tişörtü üzerime geçirdim.

siyah paltolu, memur havalı üç kişi. gri takım elbiseler, her gün giyildiği belli siyah pabuçlar, beyaz gömlek, ikisi bordo biri lacivert üç kravat. bir tanesi ellerini paltosunun ceplerine gömmüş geride duruyor, günde en az bir paket içtiği mavi winston yüzünden sürekli öksürüyordu. ben olsam dunhill içerdim. bordo-siyah dizayn edilmiş kutusu ve ismini söyleyen yazı karakteri ile çok klas. o öksürükte alkol etkisi de yoksa n'olayım. tıraş olmamış. belki haftanın son günü diye, belki emeklilik için gün sayan eski kulağı kesiklerden olduğu için. o gömleği de bütün bir hafta giydiğine eminim.

en gençleri evrak çantasından bir a-dört kağıdı çıkartıp sağında duran, hem yaş hem de kıdem olarak ortanca olduğu belli memura uzattı. anlaşılan konuşma görevi onundu.

"hakkınızda şikayet var. bizimle türk dil kurumu'na gelmeniz gerekiyor."

üzerime bir şeyler alayım diyerek içeri döndüm. giyecek bir şeyler ararken, koşacağım diye bir şey yemediğimi hatırladım. ekmeklikten bir parça ekmek kapıp buzdolabını açtım. kaç gündür kahvaltı masasına gidip gelen, ilgi görmediği için kurumaya yüz tutmuş beyaz peynirden kalan ne varsa ekmeğin içine tıkıştırdım. çorap teki mutfak tezgahının üzerindeymiş.

aklıma zeytin gelmedi değil ama çekirdek meselesi beni durdurdu. keşke ekmeğin arasına iki tane de zeytin koysaydım. çekirdeği yutardım.

arabanın arkasına, genç olanın yanına oturdum. hem yaş hem kıdem olarak ortanca olan ise direksiyona geçti. sessizce cama düşmüş görüntümün içinden akan manzarayı seyre koyuldum. bir yandan da kendime kızmakla meşguldüm; "dahi anlamındaki -de ve -da'lar olamaz. onları çözdüm. yok, bazı özel durumlar dışında rakam kullanmıyorum diye de olamaz. ama var ya, bu kesin büyük harf küçük harf bahsi. cümle başı, özel isim falan demeden küçük harf kullanıyorum diye geldi bunlar başıma."

hayır, soracağım ama ortam müsaade etmiyor. arabanın içinde sessizlik var ki, silah olarak kullanabilirsiniz. verin evli çiftlerin eline, ikisi de kurtulsun. çocukları da... kıdemli abimizin akşamdan kalma olduğu kesinlik kazandı bu arada. üstelik on dakikalık yolda bir defa da sigara molası verdik.

beni beyaz badanalı genişçe bir odaya aldılar. yok, öyle kapalı bir oda falan değil. hatta bir duvar boydan boya pencereydi. kirli gömlekli, günde en az bir paket mavi winston içen, akşamdan kalma vedat bey'in odasıymış.

kapının önünde elden ele dolaşan a-dört kağıdını eline aldı. bir süre eksoz motoru patlak motosikletler gibi öksüre öksüre kağıtta gezindi. genç memuru çay almaya gönderdi. dört tane. çaylarımız geldiğinde o da gezintisini bitirmiş, odaya dönmüştü. söze başlamak için, "bu defa son" dercesine bir defa daha öksürdü.

"beyfendi, hakkınızda şikayet var. kelimeleri elinizden almamız için başvuru yapılmış."

"kim? nasıl bir manyak bu tür şikayette bulunur?" diye soran gözlerle ondan tarafa baktım. ancak o tarz adamların yüzüne yakışan babacan bir ifadeyle bana bakıyordu.

"burada nelerle ve kimlerle uğraştığımızı tahmin edemezsiniz... "b.k"nın kelime olarak kabul edilmesi için verilen dilekçelerin yüksekliği boyumu geçti. düşünebiliyor musunuz, geçen gün kurumun önünde, sanki muhatabı bizmişiz gibi, "caps yasaklansın" diye gösteri yapıldı. o yüzden her şikayeti ciddiye almıyoruz. görevimiz her şikayeti takip etmek ama bazan inisiyatif kullanıyoruz."

bu defa, "peki, neden ben?" diye baktım.

"sizinle ilgili daha önce de şikayet almıştık. ama dedeniz ömer bey'in hatırası var. ahmet dayınızla konuşmakla yetindim. hatta dayınızın ricası üzerine alman dilcilerden gelen bir şikayeti sümen altı etmişliğim bile var. neymiş, her türden ismin mutlaka büyük yazılması icap eden ilk harflerini küçük yazmakta diretiyormuşsunuz."

bir şeyler arıyormuş gibi yapıp, nihayet bulduğu, üstü çay lekeleri ile dolu, buruşuk bir kağıdı önüne koyup devam etti.

"kayıtlarımızda, muhtelif zamanlarda "ben bir horozum ve kelimeler benim çöplüğüm," dediğiniz de var. geçmek bilmez ergen hali deyip üzerinde durulmamış. şahsi kanaatim, size isnat edilen suçların hiçbiri önemli değil. sadece bu son şikayet üzerine, vesile olsun, tanışalım istedim."

şaşkındım. ne diyeceğimi bilmez halde çayın son yudumunu kafama diktim. anlaşılan bu ziyaretin sonuna gelmiştik.

"yine de size ulaşabileceğimiz bir telefon numarası bırakın ve bize haber vermeden şehirden ayrılmayın. telefonunuz her zaman açık olsun," dedi ve ceketinin ceplerinde çakmak aramaya başladı.

çakmağını kapının yanındaki askılığa astığı, eteğinde sigara külünden desenler oluşmuş paltosunun cebinde bulduğunda ben odadan çıkmış, son yarım saat boyunca tek kelime konuşmamıştım.

*

oradan çıkınca hemen telefona sarıldım. birileriyle konuşmalıydım. avukat arkadaşlardan birini aradım. bilirsiniz, herkesin mutlaka bir polis, bir doktor, bir avukat, hatta çocukları üniversite hazırlık çağına geldiğinde konuşabileceği dersane öğretmeni bir arkadaşı olmalı. dikkatli bakarsanız, her arkadaş grubunda bunlardan en az bir adet bulunduğunu görürsünüz.

arkadaşıma durumu anlattım. her zaman olduğu "anayasa" diye başladı. bir sürü numara falan. sanki önünde ciltli, kalın, siyah bir kitap vardı ve oradan okuyordu. ben ki, adres sorduğumda bile üçüncü cümleden sonrasını dinleyemiyorum. o üç cümleyle adresi bulamazsam ilerde bir defa daha sonra soruyorum.

"dinlemiyorsun değil mi?" dedi.

"yok dinliyorum da televizyonda lemurlarla ilgili bir belgesel çıktı. ona baktım bir an."

"lemuru yazmaya büyük harfle mi başladın?"

"hayır. bildiğim kadarıyla eğer özel bir durum yoksa büyük harfe gerek yok. üstelik az önce türk dil kurumunun internet sayfasına baktım. bu sayede lemurlara türkçe'de maki denildiğini de öğrendim."

"gerçekten mi? bak, onu ben de bilmiyordum," dedi ve en kısa sürede görüşmek üzere vedalaştık.

*

evdeyim. telefon şarjda, sesi açık. önümde bulut gözlemcisinin rehberi.

bekliyorum.

2 Mart 2016 Çarşamba

ve

"çoğu zaman 'bir'i incelemeyi tamamladığımızda 'iki'ye ilişkin her şeyi bildiğimize inanırız. çünkü, 'iki', 'bir' ve 'bir'dir. ne var ki böyle düşündüğümüzde 've'yi henüz incelememiş olduğumuzu unuturuz."*


*: eddington