bu deyişi nerede duyduğumu, nereden çalıp buraya taşıdığımı bilemesem de galiba içimde nereye denk düştüğünü söyleyebilirim.
kitaplığın önünde dikilip bir süre kitapların, duvarın da ötesine bakar,ardından okuduğunuz* kitaplardan birini elinize alırsınız. okunmuş kitabın sayfalarını karıştırırken o zamanlardaki 'siz'i anar, o günlerdeki 'siz'i özlersiniz. bizi anbean değiştirip duran şu hayatın kitaplığın karşısında geçen o kısa anında 'eski siz' olabilmeyi boş bir iyimserlikle istersiniz. ya da okumadığınız** kitapları elinize alır çoğunlukla uyul(a)mayan okuma planları yaparsınız.
bütün bunlar için 'istanbulu yanınızda taşımak' istersiniz, bir gün yerleşik hayata geçip şu hayatta en çok istediğiniz üç şeyden biri olan duvarları kitaplarla örülmüş bir odanın hayalini kurarsınız.
birden aklınıza 'upuzun kirpikleri havayı süpüren, kocaman gözleriyle size şefkat dolu baktığında ne yapacağınızı bilemediğiniz' güzel kadının hatırası körleşmenin kahramanı profesör kien gelir ve okurken öfke, kitap bitip roman üzerine düşünürken şefkat duyduğunuz elias canetti kahramanı profesör kien gibi kitaplığınızı kafanızda taşımak istersiniz.
ama istanbul kilometrelerce uzaktadır, yerleşik hayat belirsiz bir tarih..
profesör kien ise bir roman kahramanı.
siz de oturup 'kitaplığın raflarını yormak' başlıklı bir yazı yazarsınız.
*: altını çizdiğimiz satırlar ya da derkenara düştüğümüz notlar, gelecekteki kendimize yazdığımız mektuplardan başka nedir ki?
**: kitap okumayı bilmeyenlerin sorusudur 'bunların hepsini okudun mu?' ve erbabı bilir mümkün değildir 'hepsi'ni okumak.
30 Eylül 2009 Çarşamba
29 Eylül 2009 Salı
şehir
ya da kasaba...
neredeyse yarım daire biçimindeki bir koyun etrafına kurulmuş küçük bir yer burası. ve gökyüzünden seyretme şansı olanlara ise evlerin dizilişi en çok bir hilali anımsatırdı.
sırtını denizi seyre durmuş tepelere yaslamış, eskisi kadar ışıltılı olmayan şimdiki halini unutmaya çabalıyor.
bir ırmak o tepelerin arasında bulduğu bir boşluktan denize yürür. şehir en çok bu yüzden burada belki de. şehirlerin ortasından bir nehir akmaz, eskiler şehirleri nehrin kenarına kurarmış çünkü.
ırmağın kenarında bir yol var ona eşlik eden. dağların ardını denize getiren. ya da denizi "dünyanın sonunu karşı dağların bittiği yer sanırdım"* diyen çocuklara götüren.
yüzünüzü denize döndüğünüzde koyun sağ yanında bir balıkçı sığınağı vardır. gidip de dönmemek isteyenlerin her defasında gidemeyip döndüğü limanlar gibidir. arkanızda yüzyıllık seslerin yankılandığı çarşıda insanlar biteviye gelip gider. bütün mavi gözlü şehirler gibi sokaklar denize dik iner. sol tarafta kalan tepede önceden nato üssü olan, bugünlerde ise bir kaç askerin eski bir anıyı korumaya çalıştığı askeri bölge denizi seyreder durur.
deniz feneri ise hilalin sol ucundadır. burası aynı zamanda nato üssünün alt tarafından geçerek başka şehirlere giden sahil yolunun denizden en çok uzaklaştığı yerdir. dikenlerle kaplı, neredeyse taşlık dümdüz bir toprak parçası denizin içine doğru uzanır. bu toprağın denizdeki uzantısı kayalık olarak devam ettiği için de sığ sulardan ve görünür görünmez kayalıklarla tehlikeye dönüşen bu yerden gemiler uzak dursun diye orada yüzyıllar boyu her akşam devasa ateşler yakılmış.
nihayetinde oraya bir deniz feneri kurulmasına karar verilmiş.
ve büyük dedemin bu işle meşgul olmasına.
belki de bir 'yazgı'ya...
*:ahmet uluçay, davet
neredeyse yarım daire biçimindeki bir koyun etrafına kurulmuş küçük bir yer burası. ve gökyüzünden seyretme şansı olanlara ise evlerin dizilişi en çok bir hilali anımsatırdı.
sırtını denizi seyre durmuş tepelere yaslamış, eskisi kadar ışıltılı olmayan şimdiki halini unutmaya çabalıyor.
bir ırmak o tepelerin arasında bulduğu bir boşluktan denize yürür. şehir en çok bu yüzden burada belki de. şehirlerin ortasından bir nehir akmaz, eskiler şehirleri nehrin kenarına kurarmış çünkü.
ırmağın kenarında bir yol var ona eşlik eden. dağların ardını denize getiren. ya da denizi "dünyanın sonunu karşı dağların bittiği yer sanırdım"* diyen çocuklara götüren.
yüzünüzü denize döndüğünüzde koyun sağ yanında bir balıkçı sığınağı vardır. gidip de dönmemek isteyenlerin her defasında gidemeyip döndüğü limanlar gibidir. arkanızda yüzyıllık seslerin yankılandığı çarşıda insanlar biteviye gelip gider. bütün mavi gözlü şehirler gibi sokaklar denize dik iner. sol tarafta kalan tepede önceden nato üssü olan, bugünlerde ise bir kaç askerin eski bir anıyı korumaya çalıştığı askeri bölge denizi seyreder durur.
deniz feneri ise hilalin sol ucundadır. burası aynı zamanda nato üssünün alt tarafından geçerek başka şehirlere giden sahil yolunun denizden en çok uzaklaştığı yerdir. dikenlerle kaplı, neredeyse taşlık dümdüz bir toprak parçası denizin içine doğru uzanır. bu toprağın denizdeki uzantısı kayalık olarak devam ettiği için de sığ sulardan ve görünür görünmez kayalıklarla tehlikeye dönüşen bu yerden gemiler uzak dursun diye orada yüzyıllar boyu her akşam devasa ateşler yakılmış.
nihayetinde oraya bir deniz feneri kurulmasına karar verilmiş.
ve büyük dedemin bu işle meşgul olmasına.
belki de bir 'yazgı'ya...
*:ahmet uluçay, davet
27 Eylül 2009 Pazar
bir masada iki kişi: şımarık
çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti.bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı.bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:
- varlığınız hayatı daha anlaşılır ve katlanılır kılıyor.
- yapmayın...beni şımartıyorsunuz ama.
- şımartılmayı hakediyorsunuz demek ki. aksi takdirde şımartmazdım.
- haklısınız. zaten beni 'bütün kızlar' şımartır.
- belki de diğer hallerinize tahammül edemiyoruzdur.
- ...
(tahmin edilemeyecek kadar uzun bir sessizliğin ardından konuşmaya çabaladım)
-umarım yerlerde sürünen birini elinizi uzatıp kaldıracak kadar şefkatli bir kalbiniz vardır.
- varlığınız hayatı daha anlaşılır ve katlanılır kılıyor.
- yapmayın...beni şımartıyorsunuz ama.
- şımartılmayı hakediyorsunuz demek ki. aksi takdirde şımartmazdım.
- haklısınız. zaten beni 'bütün kızlar' şımartır.
- belki de diğer hallerinize tahammül edemiyoruzdur.
- ...
(tahmin edilemeyecek kadar uzun bir sessizliğin ardından konuşmaya çabaladım)
-umarım yerlerde sürünen birini elinizi uzatıp kaldıracak kadar şefkatli bir kalbiniz vardır.
nehir
bir nehir denize ölmeye gider gibi...
uzadıkça uzamış bir yazın sonunda üzerine düşen bir söğüt yaprağını taşımaktan aciz, yorgun ırmaklar gibi değil.
bahar yağmurları yetmezmiş gibi, bir de dağların sakladığı ama artık erimeye başlayan kar sularını da yüklenip önüne ne gelirse sürükleyen gemini azıya almış ırmaklar gibi de değil.
biraz uzaktan bakıldığında sanki duruyormuş gibi görünen ve "atalet" kelimesini zihne düşüren, neredeyse dümdüz bir coğrafyada toprağı kıvrıla kıvrıla yenerek denize yol olan bir menderes gibi...
uzadıkça uzamış bir yazın sonunda üzerine düşen bir söğüt yaprağını taşımaktan aciz, yorgun ırmaklar gibi değil.
bahar yağmurları yetmezmiş gibi, bir de dağların sakladığı ama artık erimeye başlayan kar sularını da yüklenip önüne ne gelirse sürükleyen gemini azıya almış ırmaklar gibi de değil.
biraz uzaktan bakıldığında sanki duruyormuş gibi görünen ve "atalet" kelimesini zihne düşüren, neredeyse dümdüz bir coğrafyada toprağı kıvrıla kıvrıla yenerek denize yol olan bir menderes gibi...
26 Eylül 2009 Cumartesi
altı çizili satırlar: pedro paramo
belki de enrique vila-matas'ın mucize kitabı bartleby ve şürekası olmasaydı, yalnızca iki kitapla (kızgın ova, pedro paramo) neredeyse bütün bir latin edebiyatını derinden etkileyen, neden yazmadığı sorulduğunda, "yazmıyorum, çünkü bana bu öyküleri anlatan celerino amcam öldü," yanıtını veren juan rulfo'yu hiç tanımayacaktım.
zalim bir köy ağasının öyküsü olarak özetlenebilecek pedro paramo ise, düşle gerçek arasında salınıp duran bir romandır.
romana da adını veren zalim köy ağası pedro paramo, işlediği günahların ağırlığını taşıyamaz olunca kiliseye gider ve tanrının günahlarını bağışlaması için rahibe yüklü bir bağışta bulunur.
bu altı çizili satırlar hemen sonrasından:
"rahip renteria birer birer aldı altınları, mihraba yanaştı.
"bunlar senindir," dedi. "o, günahlarını parayla ödeyebilecek güçte; bu altınların yeterli olup olmadığını ancak sen bilirsin. bana gelince tanrım, ben burada ayaklarına kapanıp hak istiyorum senden, ya da haksızlık, çünkü yalnız istemeye gücümüz yetiyor."
"bana sorarsan, cehenneme yolla onu tanrım."
odasına girerek bir köşeye çöktü; utancından, üzüntüsünden gözyaşları tükeninceye kadar ağladı.
"haklısın tanrım...sen kazandın," dedi."*
*çeviren: tomris uyar (can yayınları, 1983)
zalim bir köy ağasının öyküsü olarak özetlenebilecek pedro paramo ise, düşle gerçek arasında salınıp duran bir romandır.
romana da adını veren zalim köy ağası pedro paramo, işlediği günahların ağırlığını taşıyamaz olunca kiliseye gider ve tanrının günahlarını bağışlaması için rahibe yüklü bir bağışta bulunur.
bu altı çizili satırlar hemen sonrasından:
"rahip renteria birer birer aldı altınları, mihraba yanaştı.
"bunlar senindir," dedi. "o, günahlarını parayla ödeyebilecek güçte; bu altınların yeterli olup olmadığını ancak sen bilirsin. bana gelince tanrım, ben burada ayaklarına kapanıp hak istiyorum senden, ya da haksızlık, çünkü yalnız istemeye gücümüz yetiyor."
"bana sorarsan, cehenneme yolla onu tanrım."
odasına girerek bir köşeye çöktü; utancından, üzüntüsünden gözyaşları tükeninceye kadar ağladı.
"haklısın tanrım...sen kazandın," dedi."*
*çeviren: tomris uyar (can yayınları, 1983)
abla
kocası denize açılan terasın kenarlarına dizdikleri sardunya saksılarının dibindeki toprakla ilgileniyor. biz onu seyrederek içeride oturuyoruz.
aklımda az önce sorduğu, "bunu neden yapmak istiyorsun," sorusunun cevapları. içimde bu cevapları ona söylemek ve söylememek arasında derin bir uçuruma dönüşen kararsızlık...
ona bakıyorum. geçen zamanın ve erken başladığı bir hayatın hırpaladığı zarif yüzü sol yandaki pencereden içeriye dolan ışık altında daha da yorgun ve yaşlı görünüyor.
*
henüz ilkokul öğrencisiyken de ona böyle bakardım. üstelik ona bakmayı, onu seyretmeyi severdim. iki örgü yaptığı saçlarını bir kordela ile bağlar ve başının iki yanından önüne doğru salardı. kitap ve defterlerini iki eliyle göğsünün üzerinde tutar, daima önüne bakarak yürürdü. geride kaldığım zamanlarda ise hafifçe geriye döner ve başını kaldırıp bana kısa bir süre bakar ardından da yerdeki bir şeylere bakarak hiçbir şey söylemeden beni beklerdi.
daha küçüktüm. ben ilkokul üçüncü sınıftayken o lise sondaydı. sadece küçük olduğum için değil, onun güzelliğini görebilmek, tepedeki nato üssüne çıkan yolun fenerden şehre okula gitmek için yürüdüğümüz yola bağlanan girişindeki nöbet tutan askerlerin ya da yol üzerindeki esnafın ona nasıl da hayranlıkla baktıklarını görmek için bilerek geride kalırdım. ablam güzeldi. ve bunu çok duyacaktım.
ama hikayesi "onu kimler istedi de..." şeklinde devam etmedi. liseyi bitirdiği yaz, izmirli bir teğmenden bahsetti. ilerde eniştem olacak bu teğmen askeri okuldan mezun olduktan sonra tepedeki üsse atanmış, nasılsa gördüğü ablamı bir kaç dakika da olsa durup kendini dinlemesi için ikna etmişti. sonrası bütün hikayeler gibi.
annem ablamı yolundan döndüremeyeceğini anladıktan sonra günlerce ağladı.
babamsa, "ben aşka inanırım," diyerek, kızının aldığı kararın daima arkasında olduğunu söyledi.
ve ablam bahçeyi çıplak ampullerin aydınlattığı bir yaz gecesi, "bu hayata geliş sebebim" dediği eniştemle evlendi.
merkezde tutulan bir evde iki yıl yaşadıktan sonra haritanın doğusuna doğru eniştemin mecburi hizmeti için yola çıktılar. ilk önce kızları oldu. hemen ardından bir tane daha. çünkü ablam bizimki gibi arada yaş farkı olmasın, birlikte büyüsünler istemişti.
onlara bakınca yeğenlerimi bu kadar seviyorsam kendi çocuklarımı ne kadar ve nasıl severim sorusu büyürdü içimde. ama bu sorunun cevabını bilmek mümkün olmadı.
kızların büyüğü kendisine duyulan güveni boşa çıkartmayarak, başarılarla dolu bir üniversite hayatının ardından brüksel'de dünyaya yön veren kuruluşlardan birinde çalışmaya başladı. küçük olan ise öğretmen oldu. üniversitede tanıştığı bir çocukla mezun olur olmaz, yaşınız daha çok küçük uyarılarına aldırmadan evleniverdi. şimdi benim adımı taşıyan bir çocukları var. itiraf etmeliyim, daha bu sabah yola çıkmalarına rağmen hem ufaklığı, hem de annesini çok özledim.
anlayacağınız eksilişim devam ediyor.
oysa yarın sabah da ben kendimi yollara vurmuş olacağım. bu bayramı bahane ederek verdiğim son molanın ardından.
*
dönüp yeniden ablama bakıyorum. dediğim gibi hep güzel bir kadın oldu. ama şimdi onu sol yandaki pencereden içeriye dolan ışık altında tanımlamaya kalksam, acı da olsa güzel yerine zarif ya da hoş derdim.
aklımda az önce sorduğu, "bunu neden yapmak istiyorsun," sorusunun cevapları. içimde bu cevapları ona söylemek ve söylememek arasında derin bir uçuruma dönüşen kararsızlık...
ona bakıyorum. geçen zamanın ve erken başladığı bir hayatın hırpaladığı zarif yüzü sol yandaki pencereden içeriye dolan ışık altında daha da yorgun ve yaşlı görünüyor.
*
henüz ilkokul öğrencisiyken de ona böyle bakardım. üstelik ona bakmayı, onu seyretmeyi severdim. iki örgü yaptığı saçlarını bir kordela ile bağlar ve başının iki yanından önüne doğru salardı. kitap ve defterlerini iki eliyle göğsünün üzerinde tutar, daima önüne bakarak yürürdü. geride kaldığım zamanlarda ise hafifçe geriye döner ve başını kaldırıp bana kısa bir süre bakar ardından da yerdeki bir şeylere bakarak hiçbir şey söylemeden beni beklerdi.
daha küçüktüm. ben ilkokul üçüncü sınıftayken o lise sondaydı. sadece küçük olduğum için değil, onun güzelliğini görebilmek, tepedeki nato üssüne çıkan yolun fenerden şehre okula gitmek için yürüdüğümüz yola bağlanan girişindeki nöbet tutan askerlerin ya da yol üzerindeki esnafın ona nasıl da hayranlıkla baktıklarını görmek için bilerek geride kalırdım. ablam güzeldi. ve bunu çok duyacaktım.
ama hikayesi "onu kimler istedi de..." şeklinde devam etmedi. liseyi bitirdiği yaz, izmirli bir teğmenden bahsetti. ilerde eniştem olacak bu teğmen askeri okuldan mezun olduktan sonra tepedeki üsse atanmış, nasılsa gördüğü ablamı bir kaç dakika da olsa durup kendini dinlemesi için ikna etmişti. sonrası bütün hikayeler gibi.
annem ablamı yolundan döndüremeyeceğini anladıktan sonra günlerce ağladı.
babamsa, "ben aşka inanırım," diyerek, kızının aldığı kararın daima arkasında olduğunu söyledi.
ve ablam bahçeyi çıplak ampullerin aydınlattığı bir yaz gecesi, "bu hayata geliş sebebim" dediği eniştemle evlendi.
merkezde tutulan bir evde iki yıl yaşadıktan sonra haritanın doğusuna doğru eniştemin mecburi hizmeti için yola çıktılar. ilk önce kızları oldu. hemen ardından bir tane daha. çünkü ablam bizimki gibi arada yaş farkı olmasın, birlikte büyüsünler istemişti.
onlara bakınca yeğenlerimi bu kadar seviyorsam kendi çocuklarımı ne kadar ve nasıl severim sorusu büyürdü içimde. ama bu sorunun cevabını bilmek mümkün olmadı.
kızların büyüğü kendisine duyulan güveni boşa çıkartmayarak, başarılarla dolu bir üniversite hayatının ardından brüksel'de dünyaya yön veren kuruluşlardan birinde çalışmaya başladı. küçük olan ise öğretmen oldu. üniversitede tanıştığı bir çocukla mezun olur olmaz, yaşınız daha çok küçük uyarılarına aldırmadan evleniverdi. şimdi benim adımı taşıyan bir çocukları var. itiraf etmeliyim, daha bu sabah yola çıkmalarına rağmen hem ufaklığı, hem de annesini çok özledim.
anlayacağınız eksilişim devam ediyor.
oysa yarın sabah da ben kendimi yollara vurmuş olacağım. bu bayramı bahane ederek verdiğim son molanın ardından.
*
dönüp yeniden ablama bakıyorum. dediğim gibi hep güzel bir kadın oldu. ama şimdi onu sol yandaki pencereden içeriye dolan ışık altında tanımlamaya kalksam, acı da olsa güzel yerine zarif ya da hoş derdim.
23 Eylül 2009 Çarşamba
se7en
günlerdir biteviye yağan bir yağmur.
ve ben kendimi se7en filminde gibi hissediyorum.
yazdan sonra değişen mevsimin habercisi olan ilk yağmurlardan farklı, apansız başlayarak yazdan arda kalan bir güneşe aldanan kafe sahiplerinin dışarıya attığı masaları ıslatan yağmurlardan da...
şehre dönmeden önce son defa kumsala inen boğazlı siyah kazağını giymiş güzel kadınların kirpiklerini ıslatarak bir kaç tel saçını yüzüne yapıştıran yağmurlardan da farklı.
tıpkı se7en filmindeki gibi gri bir gökyüzü altında, tekinsizlik ve rahatsızlık hissi veren bir yağmur bu.
bu hava kendi kendime, "sanatın hayatı taklit ettiği gibi hayat da sanatı taklit eder mi," diye sorduruyor.
belki de şu an , incilden etkilenen bir seri katil bir yerlerde baba, oğul ve kutsal ruh adına sanatsal cinayetler tasarlıyordur.
belki de ben. kim bilebilir?
bilinçaltı dedikleri... bir kara delik.
ve ben kendimi se7en filminde gibi hissediyorum.
yazdan sonra değişen mevsimin habercisi olan ilk yağmurlardan farklı, apansız başlayarak yazdan arda kalan bir güneşe aldanan kafe sahiplerinin dışarıya attığı masaları ıslatan yağmurlardan da...
şehre dönmeden önce son defa kumsala inen boğazlı siyah kazağını giymiş güzel kadınların kirpiklerini ıslatarak bir kaç tel saçını yüzüne yapıştıran yağmurlardan da farklı.
tıpkı se7en filmindeki gibi gri bir gökyüzü altında, tekinsizlik ve rahatsızlık hissi veren bir yağmur bu.
bu hava kendi kendime, "sanatın hayatı taklit ettiği gibi hayat da sanatı taklit eder mi," diye sorduruyor.
belki de şu an , incilden etkilenen bir seri katil bir yerlerde baba, oğul ve kutsal ruh adına sanatsal cinayetler tasarlıyordur.
belki de ben. kim bilebilir?
bilinçaltı dedikleri... bir kara delik.
18 Eylül 2009 Cuma
boş ev
belki de başlığı hayranı bol kim ki-duk filmi bin-jip'le karışmasın diye, 'boş ev' yerine 'bomboş ev' seçmeliydim ama oldu bir kere. o niyetle burada olanlardan özür dilerim.
'onur ikinci el eşya', dükkanın açıldığı iki bin üç yılından bu yana en karlı işini bugün yapmış olmalı. para kazanmayı değil, benden kalanların başka başka evlere dağılmasını arzuladığım için söylenen rakamların hiçbirine itiraz etmedim. iki bin üç yılından bu yana bütün müşterilerine en iyi fiyatı verdiklerine, zaten piyasanın durgun olduğuna, belki eşyaların satılmadan dükkanın bir köşesinde çürüyüp gideceğine, bu, bir de şunun satılırsa satılabileceğine inanıverdim.
işlerini bitirip az önce gittiler.
bomboş ev: kalkan eşyaların artık gizleyemediği toz yığınları. duvarda orada bir zamanlar tablo ya da afiş olduğunu belli eden izler. aralık kapısından görünen beyazlığı soğuk hissi uyandıran banyo. ve bilgisayarın tuşlarına dokunan parmaklarımın çıkarttığı ses dışında büyük bir sessizlik. biraz da hüzün.
bana zaman zaman fight clubı hatırlatan eşyalardan geriye sadece karton kutulara doldurulmuş kitap,kaset ve cdler, iki tane başucu lambası, ilk evimden bu yana nergisleri özellikle içine koyduğum bir vazo, lula'nın en çok sevdiğim tablosu 'dans et' ve iki tane bonzai kalsın istedim.
bütün arzum başka ne varsa kurtulmaktı. sonsuz bir hevesle aldığım ama dekoratif bir unsur olmaktan öteye geçmeyen remington daktilom, ıssız bir adaya düşsem yanıma alacağım üç şeyden biri olan 'çok kaliteli' müzik setim, elde edebilmek için sinemayı işleten kadına açıkca kur yaptığım ve ikna edince yeni bir çerçeveyle duvarıma astığım ve bana kalırsa sinema tarihinin en güzel afişi olan a perfect worldun afişi ve şimdi bahsi gereksiz bir yığın şey...
bu akşamdan itibaren bu evde olamayacağıma göre bunlar bu evde kendimden kendime yazdığım son mektup.
bazan kucağıma aldığım, bazan karton kutulardan birinin üzerine koyduğum şu aletle bu anı kayıtlara geçirmemi sağlayan 'matrixxx'e şükranlarımı sunarım. 'matrixxx' uzaktan bağlanılabilir internetine şifre koymayan komşumun adı değilse de en azından bağlantıya koyduğu ad ve teşekkürü fazlasıyla hakediyor.
o halde atımızı gün batımına doğru sürmenin sırasıdır.
bakalım o uzak iklimde ne olur?
bu sayfalara kayıt düşmeler dışında...
'onur ikinci el eşya', dükkanın açıldığı iki bin üç yılından bu yana en karlı işini bugün yapmış olmalı. para kazanmayı değil, benden kalanların başka başka evlere dağılmasını arzuladığım için söylenen rakamların hiçbirine itiraz etmedim. iki bin üç yılından bu yana bütün müşterilerine en iyi fiyatı verdiklerine, zaten piyasanın durgun olduğuna, belki eşyaların satılmadan dükkanın bir köşesinde çürüyüp gideceğine, bu, bir de şunun satılırsa satılabileceğine inanıverdim.
işlerini bitirip az önce gittiler.
bomboş ev: kalkan eşyaların artık gizleyemediği toz yığınları. duvarda orada bir zamanlar tablo ya da afiş olduğunu belli eden izler. aralık kapısından görünen beyazlığı soğuk hissi uyandıran banyo. ve bilgisayarın tuşlarına dokunan parmaklarımın çıkarttığı ses dışında büyük bir sessizlik. biraz da hüzün.
bana zaman zaman fight clubı hatırlatan eşyalardan geriye sadece karton kutulara doldurulmuş kitap,kaset ve cdler, iki tane başucu lambası, ilk evimden bu yana nergisleri özellikle içine koyduğum bir vazo, lula'nın en çok sevdiğim tablosu 'dans et' ve iki tane bonzai kalsın istedim.
bütün arzum başka ne varsa kurtulmaktı. sonsuz bir hevesle aldığım ama dekoratif bir unsur olmaktan öteye geçmeyen remington daktilom, ıssız bir adaya düşsem yanıma alacağım üç şeyden biri olan 'çok kaliteli' müzik setim, elde edebilmek için sinemayı işleten kadına açıkca kur yaptığım ve ikna edince yeni bir çerçeveyle duvarıma astığım ve bana kalırsa sinema tarihinin en güzel afişi olan a perfect worldun afişi ve şimdi bahsi gereksiz bir yığın şey...
bu akşamdan itibaren bu evde olamayacağıma göre bunlar bu evde kendimden kendime yazdığım son mektup.
bazan kucağıma aldığım, bazan karton kutulardan birinin üzerine koyduğum şu aletle bu anı kayıtlara geçirmemi sağlayan 'matrixxx'e şükranlarımı sunarım. 'matrixxx' uzaktan bağlanılabilir internetine şifre koymayan komşumun adı değilse de en azından bağlantıya koyduğu ad ve teşekkürü fazlasıyla hakediyor.
o halde atımızı gün batımına doğru sürmenin sırasıdır.
bakalım o uzak iklimde ne olur?
bu sayfalara kayıt düşmeler dışında...
o sahne: annie hall (1977)
filmin ilk sahnesidir.
woody allen olduğunu hiçbir zaman inkar etmeyen alvy singer seyirciyle konuşmaya başlar. birinci esprisi hayat hakkındaki düşüncesinin kısa bir özeti ile sonlanır: "yalnızlık, sefillik, acılar ve mutsuzluklarla doludur ama keşke bu kadar kısa olmasaydı!"
ardından o sahne başlar; daha doğrusu o konuşma:
'the other important joke for me is one usually attributed to groucho marx but, it appears originally in freud' s ''wit and it' s relation to the unconscious...'' it goes like this, i' m paraphrasing: i never want to belong to any club thatwould have someone like me for a member.that's the key joke of my adult life in terms of my relationships with women.'*
serbest çeviri*: benim için diğer önemli fıkra ise, genellikle groucho marx' a atfedilen ama freud' un "zeka ve bilinçsizlikle olan ilişkisi" kitabındaki bir fıkradır.
şöyle ki: benim gibi birini bile üyeliğe kabul edecek hiçbir derneğe asla üye olmazdım. bu espri de, benim yaşamımda kadınlarla olan ilişkilerimin bir özeti sayılabilir.
woody allen olduğunu hiçbir zaman inkar etmeyen alvy singer seyirciyle konuşmaya başlar. birinci esprisi hayat hakkındaki düşüncesinin kısa bir özeti ile sonlanır: "yalnızlık, sefillik, acılar ve mutsuzluklarla doludur ama keşke bu kadar kısa olmasaydı!"
ardından o sahne başlar; daha doğrusu o konuşma:
'the other important joke for me is one usually attributed to groucho marx but, it appears originally in freud' s ''wit and it' s relation to the unconscious...'' it goes like this, i' m paraphrasing: i never want to belong to any club thatwould have someone like me for a member.that's the key joke of my adult life in terms of my relationships with women.'*
serbest çeviri*: benim için diğer önemli fıkra ise, genellikle groucho marx' a atfedilen ama freud' un "zeka ve bilinçsizlikle olan ilişkisi" kitabındaki bir fıkradır.
şöyle ki: benim gibi birini bile üyeliğe kabul edecek hiçbir derneğe asla üye olmazdım. bu espri de, benim yaşamımda kadınlarla olan ilişkilerimin bir özeti sayılabilir.
bir masada iki kişi: eskiden
çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti.bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı.bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:
-o zamanlar gençtik…
*
sanırım "eskiden" ya da "o zamanlar" ifadeleri böyle kullanıldığında insan lügatindeki en can yakan kelimelerdir.
geçen zaman ve onunla birlikte değişen koşullar.
muktedir olduğumuz ne varsa artık anlamını yitirmesi.
"sen çok değiştin"lerin ardına saklanan "aslında değişen benim"ler.
hiç şüphesiz o gün orada onun da işi kolay değildi. çünkü bergson'un dediği gibi "ister atan olun ister tutan, gerçek sert bir elmadır".
-o zamanlar gençtik…
*
sanırım "eskiden" ya da "o zamanlar" ifadeleri böyle kullanıldığında insan lügatindeki en can yakan kelimelerdir.
geçen zaman ve onunla birlikte değişen koşullar.
muktedir olduğumuz ne varsa artık anlamını yitirmesi.
"sen çok değiştin"lerin ardına saklanan "aslında değişen benim"ler.
hiç şüphesiz o gün orada onun da işi kolay değildi. çünkü bergson'un dediği gibi "ister atan olun ister tutan, gerçek sert bir elmadır".
17 Eylül 2009 Perşembe
o sahne: barfly (1987)
oscarları ciddiye almam; çoğu zaman kazananların sinemayı sinema yapan güzelliklerin dışında belirlendiğine inanırım çünkü.
bu yıl milkdeki oyunculuğuyla sean penn' in oscarı hakettiğinden hiç şüphem olmadı, ama bu performansın sin city ve domino ile başladığı geriye dönüş yürüyüşünü the wrestler ile taçlandıran mickey rourke' un randy 'the ram' robinson' uyla aynı yıla denk gelmesine çok üzülmüştüm. en az birine yazık olacaktı.
dün akşam evde son kalan şeyleri toplarken elime geçen barflyı izleyeyim dedim ve görüntünün küçücük bir ekrana sıkışmasına razı gelerek izlemeye koyuldum. yanılmıştım. eğer oscar oyunculuğa veriliyorsa ödül doğru adresi bulmuştu. mickey rourke' un yaptığı o zamandan bu zamana kendi hallerini ortaya koymaktan başka bir şey değil çünkü. buna çok sevdiğim rumble fish ve angel heart da dahil.
yine de oyunculuğunun her zaman kendinden izler taşıdığını bildiğimiz mickey rourke' un barflydaki henry chinaski performansı, kusursuz bir beden diliyle hayat verdiği kahramanın ruhunu nasıl da derinden kavradığını ortaya koyuyordu. her halde charles bukowski' nin yarı otobiyografik kahramanı henry chinaski' yi huysuz ihtiyar bukowski' nin de bir yerlerde itiraf ettiği gibi kimse ondan daha iyi oynayamazdı.
buraya ara sıra not düşmeyi planladığım 'o sahne' lerin ilkini de o filmden seçtim.
işte o sahne:
bir barda tanışan henry ve wanda, bir markete girip bir yığın içki satın aldıktan sonra wanda' nın evine giderler. niyetleri içmeye orada devam etmektir.
içmeye başlamadan önce karşı karşıya otururlar ve wanda söze başlar.
'just one thing. i want never fall in love. i don' t wanna go through that. i can' t..'
şefkatle wanda' nın gözlerine bakan henry, hayata karşı bütün kayıtsızlığıyla
'don' t worry. nobody' s ever loved me yet.'*
der..
serbest çeviri*:
w - tek bir şey.. asla aşık olmak istemiyorum. buna yeniden girmek istemiyorum. bunu yapamam.
h - endişelenme... bana şimdiye kadar kimse aşık olmadı.
bu yıl milkdeki oyunculuğuyla sean penn' in oscarı hakettiğinden hiç şüphem olmadı, ama bu performansın sin city ve domino ile başladığı geriye dönüş yürüyüşünü the wrestler ile taçlandıran mickey rourke' un randy 'the ram' robinson' uyla aynı yıla denk gelmesine çok üzülmüştüm. en az birine yazık olacaktı.
dün akşam evde son kalan şeyleri toplarken elime geçen barflyı izleyeyim dedim ve görüntünün küçücük bir ekrana sıkışmasına razı gelerek izlemeye koyuldum. yanılmıştım. eğer oscar oyunculuğa veriliyorsa ödül doğru adresi bulmuştu. mickey rourke' un yaptığı o zamandan bu zamana kendi hallerini ortaya koymaktan başka bir şey değil çünkü. buna çok sevdiğim rumble fish ve angel heart da dahil.
yine de oyunculuğunun her zaman kendinden izler taşıdığını bildiğimiz mickey rourke' un barflydaki henry chinaski performansı, kusursuz bir beden diliyle hayat verdiği kahramanın ruhunu nasıl da derinden kavradığını ortaya koyuyordu. her halde charles bukowski' nin yarı otobiyografik kahramanı henry chinaski' yi huysuz ihtiyar bukowski' nin de bir yerlerde itiraf ettiği gibi kimse ondan daha iyi oynayamazdı.
buraya ara sıra not düşmeyi planladığım 'o sahne' lerin ilkini de o filmden seçtim.
işte o sahne:
bir barda tanışan henry ve wanda, bir markete girip bir yığın içki satın aldıktan sonra wanda' nın evine giderler. niyetleri içmeye orada devam etmektir.
içmeye başlamadan önce karşı karşıya otururlar ve wanda söze başlar.
'just one thing. i want never fall in love. i don' t wanna go through that. i can' t..'
şefkatle wanda' nın gözlerine bakan henry, hayata karşı bütün kayıtsızlığıyla
'don' t worry. nobody' s ever loved me yet.'*
der..
serbest çeviri*:
w - tek bir şey.. asla aşık olmak istemiyorum. buna yeniden girmek istemiyorum. bunu yapamam.
h - endişelenme... bana şimdiye kadar kimse aşık olmadı.
16 Eylül 2009 Çarşamba
son gün
yaşamın ne denli şaşırtıcı, 'yaşamak' ın ne denli heyecanlı olduğunu sonradan öğrenen herkes gibi ben de erken tanıştım kitaplarla. okuyordum çünkü insanlara anlatacak bir şeylerim olsun istiyordum. hayatımdan, kendimden bahsedemezdim çünkü ben dahi sıkılıyordum.
yazarın tanrı rolüne soyunup karakterler, başka evrenler oluşturması ne kadar güzeldi, bir mucizeye şahit olmaktı. bunu ben de yapmak isterdim. ayrıca yazdığım kırık dökük şeyleri okuyanlar 'yetenek' denilen bir özellikten bahsedip, onun bende de olduğunu söylemiyorlar mıydı?
ama öyle olmadığını, eğer o 'şey' e sahipsem bile bunun tek başına yeterli olmadığını anlamam uzun sürmedi. ben hiçbir şey yazamazdım; belki mektup.
kitapları, okumayı, yazar hikayelerini seviyordum. bu yüzden de hiç olmazsa bunlara yakın olabileyim diye aldığım eğitimden başka bir meslek seçtim kendime. editör olacaktım.
bir gün 'kader attığımız her adımla gerçekleşiyor' diyenleri haklı çıkaracak bir şey oldu. sıkı sıkıya takip ettiğim, neredeyse sayfa numaralarını bile okuduğum edebiyat dergilerinden birinde bir ilan gördüm ve kelimenin tam anlamıyla çarpıldım. yayınevinin adını bilmiyordum, yeni ve küçük bir yayıneviydi ama ''mac'e takla attırabilecek elemanlar arıyoruz...'' diye başlayan o ilanın ardından çalışmak istediğim yerin neresi olduğunu kesinlikle biliyordum.
gerçi ben de yazar olma hevesindekilerin hep yaptığı gibi daktilo kullanıyor, baştan ayağa asil bir siyahı giyinmiş remingtonumu herkesten kıskanıyor, onu bitimsiz bir aşkla seviyor olsam da bilgisayardan anlardım.
ertesi gün patronum olacak kişinin karşısındaydım; irfan bey... ilk fırsatta emekli olmuş bir askerdi. insanı gören bakışları, kişiyi özgürleştiren bir yanı vardı. ne istediğini biliyordu. çok şey yaşamış, çok şey görmüştü. başlangıç ve bitişlerle dolu hayatının her anını yeniden yaşamaya hazırdı. korkmuyordu. üstelik iş ilanının metnini de o yazmıştı.
gerisinin bir önemi yoktu artık; yeni açılan küçük bir yayın evi olmanın, şimdilik önümüzü görememenin, hiçbirinin..
irfan bey ise diplomam ve geçmişim dışında, bu işe tutkuyla bağlanışımı farkettiğini ve araya kimseyi sokmadan dostoyevski okuyabilmek için rusça öğrenme hayalimden etkilendiğini söyleyecekti bir süre sonra.
ben işe başladım, herkes çok çalıştı. bugün yayınevi artık piyasanın en iyilerinden biri haline dönüştü. günler, aylar, yıllar boyu aynı manzarayı izleyip önce büyüdük, ardından olgunluğa yol aldık.
ben konuşamasam bile okuduğumu anlayacak kadar rusça öğrendim. karmazov kardeşler'i ilk defa okuduktan sonra her şeyden nefret ettim; bir daha asla 'ilk defa' okuyamayacaktım.
irfan bey bir tekkeye gidip gelmeye başladı. yine de hep aynı adam kaldı. gülmekten, güldürmektan haz alan, güzel kadınları ve güzel yemekleri seven, insanı daima özgürleştiren yanlarıyla.
bir gün bana "çocuk," demişti. "etrafıma bakıyorum da insanlar yaşlandıkça kendilerine bir çıkış bir kurtuluş yolu arıyor. hindistan'a gidip oraya yerleşmekten bahseden arkadaşlarım var. zen öğretilerinden başka bir şey konuşmayanlar, huzuru budizmde bulduğunu söyleyenler var. benim o kadar uzağa gitmeme gerek kalmadı. sadece bu."
dün ben ve sevgi onun odasındaydık. hepimizden genç olmasına rağmen benim bıraktığım işi en iyi yapacak olanın sevgi olduğunu bir defa daha söyledim. ben de onun pozisyonuna geçer, büroda olmama gerek kalmadan bana düşen işleri yapabilirdim. zaten işi bırakmıyordum, sadece büroda olmayacaktım.
o halde geriye her hangi bir problem kalmıyordu.
ve şimdi masamı toplamış, yıllardır oturduğum masanın çıplaklığında bunları yazarken bazan başımı kaldırıp pencereden görünen çatılara ve bir parça denize bakıyorum. biraz da geçmişe.
biliyorum, yine burada çalışırdım.
yazarın tanrı rolüne soyunup karakterler, başka evrenler oluşturması ne kadar güzeldi, bir mucizeye şahit olmaktı. bunu ben de yapmak isterdim. ayrıca yazdığım kırık dökük şeyleri okuyanlar 'yetenek' denilen bir özellikten bahsedip, onun bende de olduğunu söylemiyorlar mıydı?
ama öyle olmadığını, eğer o 'şey' e sahipsem bile bunun tek başına yeterli olmadığını anlamam uzun sürmedi. ben hiçbir şey yazamazdım; belki mektup.
kitapları, okumayı, yazar hikayelerini seviyordum. bu yüzden de hiç olmazsa bunlara yakın olabileyim diye aldığım eğitimden başka bir meslek seçtim kendime. editör olacaktım.
bir gün 'kader attığımız her adımla gerçekleşiyor' diyenleri haklı çıkaracak bir şey oldu. sıkı sıkıya takip ettiğim, neredeyse sayfa numaralarını bile okuduğum edebiyat dergilerinden birinde bir ilan gördüm ve kelimenin tam anlamıyla çarpıldım. yayınevinin adını bilmiyordum, yeni ve küçük bir yayıneviydi ama ''mac'e takla attırabilecek elemanlar arıyoruz...'' diye başlayan o ilanın ardından çalışmak istediğim yerin neresi olduğunu kesinlikle biliyordum.
gerçi ben de yazar olma hevesindekilerin hep yaptığı gibi daktilo kullanıyor, baştan ayağa asil bir siyahı giyinmiş remingtonumu herkesten kıskanıyor, onu bitimsiz bir aşkla seviyor olsam da bilgisayardan anlardım.
ertesi gün patronum olacak kişinin karşısındaydım; irfan bey... ilk fırsatta emekli olmuş bir askerdi. insanı gören bakışları, kişiyi özgürleştiren bir yanı vardı. ne istediğini biliyordu. çok şey yaşamış, çok şey görmüştü. başlangıç ve bitişlerle dolu hayatının her anını yeniden yaşamaya hazırdı. korkmuyordu. üstelik iş ilanının metnini de o yazmıştı.
gerisinin bir önemi yoktu artık; yeni açılan küçük bir yayın evi olmanın, şimdilik önümüzü görememenin, hiçbirinin..
irfan bey ise diplomam ve geçmişim dışında, bu işe tutkuyla bağlanışımı farkettiğini ve araya kimseyi sokmadan dostoyevski okuyabilmek için rusça öğrenme hayalimden etkilendiğini söyleyecekti bir süre sonra.
ben işe başladım, herkes çok çalıştı. bugün yayınevi artık piyasanın en iyilerinden biri haline dönüştü. günler, aylar, yıllar boyu aynı manzarayı izleyip önce büyüdük, ardından olgunluğa yol aldık.
ben konuşamasam bile okuduğumu anlayacak kadar rusça öğrendim. karmazov kardeşler'i ilk defa okuduktan sonra her şeyden nefret ettim; bir daha asla 'ilk defa' okuyamayacaktım.
irfan bey bir tekkeye gidip gelmeye başladı. yine de hep aynı adam kaldı. gülmekten, güldürmektan haz alan, güzel kadınları ve güzel yemekleri seven, insanı daima özgürleştiren yanlarıyla.
bir gün bana "çocuk," demişti. "etrafıma bakıyorum da insanlar yaşlandıkça kendilerine bir çıkış bir kurtuluş yolu arıyor. hindistan'a gidip oraya yerleşmekten bahseden arkadaşlarım var. zen öğretilerinden başka bir şey konuşmayanlar, huzuru budizmde bulduğunu söyleyenler var. benim o kadar uzağa gitmeme gerek kalmadı. sadece bu."
dün ben ve sevgi onun odasındaydık. hepimizden genç olmasına rağmen benim bıraktığım işi en iyi yapacak olanın sevgi olduğunu bir defa daha söyledim. ben de onun pozisyonuna geçer, büroda olmama gerek kalmadan bana düşen işleri yapabilirdim. zaten işi bırakmıyordum, sadece büroda olmayacaktım.
o halde geriye her hangi bir problem kalmıyordu.
ve şimdi masamı toplamış, yıllardır oturduğum masanın çıplaklığında bunları yazarken bazan başımı kaldırıp pencereden görünen çatılara ve bir parça denize bakıyorum. biraz da geçmişe.
biliyorum, yine burada çalışırdım.
15 Eylül 2009 Salı
geri sayım
iki dersim kalmıştı...
iki bütünleme. iki sınav.
ve hatta rahat ders çalışabilmek, çalışmaktan kaçış yollarımı kapatabilmek için erbain'i bile başucumdan kaldırmıştım.
yine de bir pazar akşamı apansız başlayan bir sonbahar yağmuru altında şehri bir baştan bir başa yürüdükten sonra okulu bitirmemeye karar verdim. derslerden biri kaldı.
işte o son dönem; okulun artık biteceğini biliyordum. üstelik garip bir biçimde öğrencilikten yorulduğumu hissedip okulun bitmesini istiyordum.
okula gittiğim ender günlerde, sabahları durağa vaktinde yetişebilmek için her zaman o küçük mescidin avlusuna açılan kapılardan birinden girer, diğerinden çıkar, yoldan değil mescidin geniş avlusundan geçerdim. öylesi sabahlardan birinde avlunun bir köşesinden gökyüzüne doğru uzanmış çınar ağacına takılmıştı gözüm. ne tuhaftı; bu çınarın artık sararmaya başlamış yapraklarının bambaşka bir oluşla tekrar yeşile durmasını göremeyecektim. aklıma o yaşlı çınarı takvim olarak kullandığım yıllar gelmiş, hüzünlenmiştim.
şimdi işteki değil de iş yerindeki son günüm için yayınevine giderken, yılların alışkanlığı ile uğradığım bu eski zaman pastanesinden her zamanki iki tane zeytinli poğaça alıp, biri paket yapılmış diğerini ise yiyerek çıkarken köşedeki limonata yapan makineyi gördüm.benzer şeyleri hissederek o günü hatırladım.
limonata yapan bu makinenin yakında kaldırılacağını, yerine sahlep için bir şeylerin konulacağını biliyordum. bunların olup bittiği o günlerde ben bambaşka bir denize yüzümü dönmüş, belki de özlemeyeceğimi sandığım bir çok şeyi özlüyor olacaktım.
söz gelimi karanlığın erken çöktüğü kış günlerinde iş çıkışı hava kararmış olurdu. bir yandan içimde "eve dönmek / kendime sarkıntılık etmekten başka nedir? / orada, arada bir beni yoklar / intihara ayırdığım zamanlar"* mısraları yankılanırken ev yalnızlığına biraz daha geç bulaşmak için orada hiç olmazsa bir sahlep içer, halden anlayan pastane sahibiyle ya da garsonlarla yerine göre ekonomiden, futboldan, değişen istanbuldan konuşurduk.
eğer bir gün yolunuz oraya düşerse dünyanın en güzel zeytinli poğaçalarının tadına bakmayı ihmal etmeyin derim. ki üzerindeki erimiş kaşar poğaçalara bambaşka bir tat katar.
bir de bu adamın oradan gelip geçtiğini hatırlayın.
*: ismet özel, of not being a jew
iki bütünleme. iki sınav.
ve hatta rahat ders çalışabilmek, çalışmaktan kaçış yollarımı kapatabilmek için erbain'i bile başucumdan kaldırmıştım.
yine de bir pazar akşamı apansız başlayan bir sonbahar yağmuru altında şehri bir baştan bir başa yürüdükten sonra okulu bitirmemeye karar verdim. derslerden biri kaldı.
işte o son dönem; okulun artık biteceğini biliyordum. üstelik garip bir biçimde öğrencilikten yorulduğumu hissedip okulun bitmesini istiyordum.
okula gittiğim ender günlerde, sabahları durağa vaktinde yetişebilmek için her zaman o küçük mescidin avlusuna açılan kapılardan birinden girer, diğerinden çıkar, yoldan değil mescidin geniş avlusundan geçerdim. öylesi sabahlardan birinde avlunun bir köşesinden gökyüzüne doğru uzanmış çınar ağacına takılmıştı gözüm. ne tuhaftı; bu çınarın artık sararmaya başlamış yapraklarının bambaşka bir oluşla tekrar yeşile durmasını göremeyecektim. aklıma o yaşlı çınarı takvim olarak kullandığım yıllar gelmiş, hüzünlenmiştim.
şimdi işteki değil de iş yerindeki son günüm için yayınevine giderken, yılların alışkanlığı ile uğradığım bu eski zaman pastanesinden her zamanki iki tane zeytinli poğaça alıp, biri paket yapılmış diğerini ise yiyerek çıkarken köşedeki limonata yapan makineyi gördüm.benzer şeyleri hissederek o günü hatırladım.
limonata yapan bu makinenin yakında kaldırılacağını, yerine sahlep için bir şeylerin konulacağını biliyordum. bunların olup bittiği o günlerde ben bambaşka bir denize yüzümü dönmüş, belki de özlemeyeceğimi sandığım bir çok şeyi özlüyor olacaktım.
söz gelimi karanlığın erken çöktüğü kış günlerinde iş çıkışı hava kararmış olurdu. bir yandan içimde "eve dönmek / kendime sarkıntılık etmekten başka nedir? / orada, arada bir beni yoklar / intihara ayırdığım zamanlar"* mısraları yankılanırken ev yalnızlığına biraz daha geç bulaşmak için orada hiç olmazsa bir sahlep içer, halden anlayan pastane sahibiyle ya da garsonlarla yerine göre ekonomiden, futboldan, değişen istanbuldan konuşurduk.
eğer bir gün yolunuz oraya düşerse dünyanın en güzel zeytinli poğaçalarının tadına bakmayı ihmal etmeyin derim. ki üzerindeki erimiş kaşar poğaçalara bambaşka bir tat katar.
bir de bu adamın oradan gelip geçtiğini hatırlayın.
*: ismet özel, of not being a jew
13 Eylül 2009 Pazar
dibace
ya da alt başlık olarak sebeb-i telif...
bu yolun nereye gittiğini bilmiyorum. tıpkı gece karanlığında yol alan bir vasıtanın yolcusu gibi ancak farların aydınlattığı kadarını görebiliyorum. varmak ya da ulaşmanın boşluğu, aslolanın yolculuğun bizzat kendisi olduğu inancıyla tek bildiğim; gideceğim...
verbum non facta latince bildiğim için değil, başkasından ödünç alınma; belki de bu yolculuğa ön hazırlık olsun diye okuduğum g. cabrera infante kitabı şehirler kitabı'ndan. söylenmemiş söz ise 'çevirenin notu'dur.
ardından aklıma düşen tabula rasa imgesi defter değil de bu sayfalara yazılacakları işaret edince, yıllardır belleğimde sakladığım bir yaşar bedri mısrası toprağın altından başını kaldırıverdi: sancılı bir rotanın seyir defteri...
sanırım bu kadar.
bu yolun nereye gittiğini bilmiyorum. tıpkı gece karanlığında yol alan bir vasıtanın yolcusu gibi ancak farların aydınlattığı kadarını görebiliyorum. varmak ya da ulaşmanın boşluğu, aslolanın yolculuğun bizzat kendisi olduğu inancıyla tek bildiğim; gideceğim...
verbum non facta latince bildiğim için değil, başkasından ödünç alınma; belki de bu yolculuğa ön hazırlık olsun diye okuduğum g. cabrera infante kitabı şehirler kitabı'ndan. söylenmemiş söz ise 'çevirenin notu'dur.
ardından aklıma düşen tabula rasa imgesi defter değil de bu sayfalara yazılacakları işaret edince, yıllardır belleğimde sakladığım bir yaşar bedri mısrası toprağın altından başını kaldırıverdi: sancılı bir rotanın seyir defteri...
sanırım bu kadar.