29 Mart 2012 Perşembe

yedek kulübesi

amacım, dizilerimdendir, dediğim leyla ile mecnun'un ellinci bölümünde kamil'in söyledikleri üzerine konuşmaktır. ama kendimi biliyorsam, araya bir sürü şey sıkıştırır, bu yazıyı da uzattıkça uzatırım.

bu yüzden oyalanmadan son kısma atlarsanız, hem ben vicdan azabından kurtulurum hem de siz yazının özüne gelene kadar sıkılıp başka şeyler düşünmeye başlamazsınız.

*

leyla ile mecnun'u her ne kadar ah 'onur' muhsin ünlü yüzünden izlemeye başlasam da hala izliyor oluşumda oyunculukların ve burak aksak önderliğindeki senaryo ekibinin etkisi çoktur.

güzelliği bazan oyunculuk, bazan senaryo, bazan da her ikisinden kaynaklanan ve hakkında konuşulası yüzlerce sahne söylebilirim size.

ama ellinci bölüm, beni etkileyen dört sahne bırakıp gitti. ve benimle beraber bu parantezin içine dahil olanlar bilmelidir ki, "sadece kamil'den konuşmak diğer üçüne haksızlık olur," dediğim içindir bu parantez.

o sahnelerin birincisinde, şirin mecnun'un kapısına gelir ve adını değiştirdikten sonra aldığı yeni nüfus cüzdanını ona uzatır. (artık olmaz ama, yirmi beş ve otuz beş arası kadınlardan uzak dururum dediklerimden herhangi biri yaşını büyütmeyi akıl etseydi, ayaklarına kapanırdım. eminim...)

ikinci sahnede ise, her kilidi açabildiği halde talip olduğu kalpleri açamayan yavuz hırsız, "ben de sana karşı boş değilim," desin istediği eylül'ün saçmalamaları üzerine, "kendi açtığın yaraya pansuman mı yapıyorsun," der. (masadaki çiçeğin nergis olması bile bu diziyi izlemek için yeterli bana kalırsa)

üçüncü sahnede(benden başka kimselerin ilgisini çekmemiş olmalı ki, yutuplara konu olmamış), dünyalar güzeli bir adam olan ismail abi, yetki ve iktidar sahibi olmanın birey üzerindeki dayanılmaz ağırlığını gösteriyor cümle aleme. yeni hırsızlıklara engel olmak için mahalleye yerleştirilen kameralar için kurulan kontrol merkezinde iş başı yapan abimiz, bir süre sonra denize karşı meyve suyu(!) içenlere, bir bankta sarmaş dolaş oturmuş denizi seyreden çifte, çimende top oynayan çocuklara müdahale ederken yakalar kendini. ve çok utanır.

*

geldiğinize göre, devam edelim...

bu sahnede erdal bakkal'ın yeğeni leyla, güzelliğinin onaylanmasını istiyor. kamil de ona yedek olduğunu, bana da elizabethtown'u hatırlatır.

orada claire şöyle diyordu yanılmıyorsam: ikimiz de yedek insanlarız... insanların ihtiyaç duydukları zaman aradıkları... onları mutlu eder, onlara iyi geliriz. isteklerini yerine getirir, sorunlarını çözeriz. sonra da yeniden çağrılmayı beklemek için kenara çekiliriz.



notgibi: bu vesileyle, ismail dümbüllü ödülleri'nin otuz ikincisini kazanan serkan keskin'i ve onu bu ödüle layık gören juriyi tebrik ederim.

25 Mart 2012 Pazar

sis

bu sabah
bütün şehir,
yoğun bir sis tabakası altındaydı.
tıpkı duygularımız gibi...

bu vesileyle kalbine kireç dökülmüşlere selam olsun.

23 Mart 2012 Cuma

selahattin amca'nın sorusu

çocukluğumda da oralardaydı.

bazan fenerin yan tarafındaki kayalıkta olurdu, bazan fenerin bahçesinde. bazan kayığıyla sivrikaya'nın açığından geçer, bazan iskelenin orada balık satardı.

vaktinden önce beyazlamış saçları, güneşin ve rüzgarın izlerini ele veren esmer bir yüzü vardı. denizde yansıyarak çoğalan ışık yüzünden ışığa hassas gözleri için koyu renk, kocaman camları olan bir gözlük takardı. gömlek üzerine yıpranmış, eskimiş bisiklet yaka kazaklar giyerdi hep; sanki o kazakları öyle satan dükkanlar vardı.

fazla konuşmayan sessiz sedasız bir adamdı; arada, sağ el orta parmağının yokluğuna bakarak, en çok balık tuttuğu günü anlatırdı: sanki denizin bütün balığı ağa vurmuş, bedeli bir parmak olmuştu.

sonra babam, "ihtiyar," derdi. "sadece bu denizin değil, dünyanın bütün balıklarına değişmezdim parmağımı." selahattin amca ise cevap vermez, asla anlamayacaksın, der gibi başka şeylerle meşgul olur ya da konuyu kısa bir suskunluğun ardından başka denizlere taşırdı.

*

hani, hayatın sizi yorduğunu, kirlettiğini hissettiğiniz zamanlar vardır. kaçıp gitmek, içinizdeki kaybolma, yok olma arzusuyla başka iklimlerde, bambaşka şehirlerde yeniden başlamak istersiniz.

çocukluğumda da oralardaydı ama, öyle hissetiğim zamanların birinden hatırlıyorum selahattin amca'yı doğrusu.

filmlerde gördüğüm bilge denizci, feleğin çemberinden geçmiş balıkçı imajı, huzur veren sessizliği... ne etkili oldu bilmiyorum ama o dönem bulduğum her fırsatta soluğu yanında alırdım.

boş konuşmalarıma, aklıma gelen her şeyi sanki çok özelmiş gibi anlatışıma sesini çıkartmaz, bir yandan dinler, bir yandan başka işlerle meşgul olurdu. ağını onarır, müşteriyle ilgilenir, meydandaki büfeye uzun samsun gelmediği zamanlarda sigarasını sarar, denize bakardı.

bir gün, uzun uzun yakari'den bahsetmiştim: erkek dostluğunun güzelliğinden, bana bir kez olsun ihanet etmediğinden, eğer bir gün evlenirsem o kadının yakari'yle dost olmayı başarması gerektiğinden ve saire...

elindeki işi bıraktı. elini kazağının yakasından sokup gömleğinin cebindeki paketten bir sigara çıkarttı. yavaş hareketlerle yaktığı sigaradan derin bir nefes alıp, önce sigaranın o rüzgarsız günde havada asılı kalan dumanına sonra da bana baktı.

tam sırası diye düşünmüştüm. şimdi tıpkı filmlerde gördüğüm, öykülerde okuduğum gibi, o da hikmetli bir söz söyleyecek ve şu bomboş hayatım bir mana kazanacak. kaçmama, yok olmama gerek kalmayacak. belki geriye dönüp her şeye yeniden başlayacağım.

ama öyle olmadı. sadece bir soru sordu:

"hiç aynı kadına aşık oldunuz mu?"

"elbette hayır!" dedim, sesimin nasıl çıktığına aldırmadan. öfke ve şakınlıkla yüzüne baktım. "bizim dostluğumuzda böyle bir şey söz konusu bile olamaz."

itiraf etmeliyim, bu soru kalbimi kırmıştı. hem de çok kırmıştı.

aramıza giren mesafeyi farkeden babama, "vaktini aldığımı, ona yük olduğumu düşünüyorum," dedim. o da ikinci defa sormadı.

*

yıllarca bu soruyu düşündüm.

daha doğrusu, selahattin amca'nın bunu sormakla ne kastettiğini: dostlar aynı kişiye aşık olacak kadar çok birbirine benzemelidir mi, yoksa, aynı kişiye aşık olmanın sınavından geçmeden bir dostluk gerçek sayılamaz mı?

21 Mart 2012 Çarşamba

takip

şiirine* "ben ismet özel, şair, kırk yaşında" diye başlayan 'türkçenin en büyük şairi'nin açtığı yoldan hüseyin atlansoy da gidiyor:
"son dizelerini okudunuz şiirin
ben hüseyin atlansoy nisan altmış iki
haydi... allahaısmarladık
kalbinize bir kez olsun
bakın sizin mi"**


*:cellâdıma gülümserken çektirdiğim son resmin arkasındaki satırlar
**:acemi VI: keşif ve veda

ilkyaz gün no: bir

insanların çoğu kaç yaşında olduklarını doğduğu güne göre hesaplar.

ama herkes değil. onlar, gerçek anlamda varolmaya doğduktan çok sonra başlayanlardır.

kimi zaman ölümden döndüklerinde başlar hikaye; insan iki kere yaşar.

bazan onu görmek, aşık olmaktır. yeniden başlamaktır her şeye, yaşamaya da.

"evlendiğimde," der, kimileri. ya da ilk çocuğumu kucağıma aldığımda, teni teni tenime dokununca. yani, kalbinin saati kalbiminkine eşitlenince.

sonra biri çıkar, uzak bir pazartesi günü takvimler ilkyazın ilk gününü işaret ederken bütün cesaretimi toplayıp karşısına oturdum, diye anlatır. geçenlerde yaşça büyük bir mesai arkadaşım, taşralı edebiyat dergilerinin en güzeli olan ikindi yazıları'nın bir kaç nüshasını, "çok seveceksin," diyerek bana verdi. orada adınızı gördüm. belki bende eksik olan nüshalar sizde vardır.

sonrası bir milat.

bir tane de fetret.

17 Mart 2012 Cumartesi

günün sorusu: sızı

bazan mideniz sızlıyor, bazan kalbiniz...

ikisi arasında bu kadar az mesafe varken hangisinin sızladığını nasıl anlıyorsunuz?



notgibi: 'mideye yumruk yemiş gibi olmak' bu bahse dahil değildir.

15 Mart 2012 Perşembe

'paranoyak pérez' üzerine bir kaç not

kendimi beydeba gibi hissettiğimi itiraf etmeliyim. tıpkı kelile ve dimne'de olduğu gibi öykü öyküyü doğuruyor.

umarım bir yerlerde kaybolmayız.

*

bir... belki bir şey bulurum diye internetin derinliklerine daldığımda gördüm ki, paranoyak pérez'in öyküsünü, dolayısıyla kitabı, sadece benim gibi yazara iman ederek değil şüpheyle okuyanlar da varmış.

iki... özellikle, dokuz numaralı başlık için söylenenler başdöndürücü. gerçekten de sitedeki clément cadou fotoğrafı matas'ya ait.

üç... bunu yapmışsa, olmamış bir hayatı olmuşların arasına karıştırıp okuru ikna eden bir gerçeklik katmışsa enrique vila-matas'yı iyice açılmış alnından öperim.

dört... pessoa, karakter değil bir hayatı, tarzı ve felsefesi olan bir şair inşa edip, ricardo reis imzalı şiirler yazıyor. nobel ödüllü saramago, portekiz edebiyatını var eden yazarlardan fernando pessoa ve onun dış kimliklerinden ricardo reis'in romanını yazıyor. bir başkası saramago'yu öyküsüne ya da oyununa konu ediyor.

eğer yollar gerçekten bir çembere dönüşüyor ve başladığı yerde bitiyorsa, "bu"nun sonu nereye varacak?

beş... kim bilir, belki günün birinde birileri çıkar ve ruhu metropol hayatınca örselenmiş, yoruldum artık kendimi adımlamaktan diyerek doğduğu deniz fenerine, kaybettiği ebeveynlerinin yerine bekçilik yapmak için dönen bir adamın öyküsünü yazar.

14 Mart 2012 Çarşamba

paranoyak pérez

enrique vila-matas, tadınmaz yenmez eseri bartleby ve şürekâsı'nda bartleby sendromunun ilginç bir türü olarak paranoyak pérez'den bahseder.

anlatılanlarına bakılırsa paranoyak pérez, santander'li yazar antonio de la mota ruiz'in 'her zaman elini benden çabuk tutuyordu, tuhaftı, tuhafçacıktı' adlı öyküsünün baş kahramanıdır.

baştan sona lizbon yakınlarındaki bir akıl hastanesinde geçen bu öykünün ilk sahnesinde, 'akut nevrozlar' konusunda bilgi almak üzere ziyaretine geldiği doktor gama'yla birlikte hastaneyi dolaşan, aynı zamanda öyküyü anlatan ramón ros'la tanışırız. ansızın, deliler arasında eski roma giysileriyle göze çarpan çok uzun boylu, saygı uyandıran, canlı ve gözüpek bir genç dikkatini çeker. öykünün bundan sonrası, paranoyak pérez'in anlattıklarının ramón ros tarafından yazılmış bir kopyasıdır.

"nihayet ilk romanımı yazacaktım," diye anlatmaya başlar paranoyak pérez, "beni hayli uğraştıran bir konusu vardı ve tümüyle ama tümüyle sintra yolu üzerindeki o büyük manastırda geçiyordu, sintra'dan söz edecekti. bir gün ansızın, kitapçıların vitrinlerinde, saramago denilen biri tarafından yazılmış, baltasar ve blimundo adlı kitabı gördüm müthiş bir şaşkınlık içinde, annem, anneciğim..."

paranoyak pérez, anlattığı her şeye küçültmeler katmayı seviyordu, anlattığı her öyküyü uzattıkça uzatıyor, nasıl buz kestiğini, yazmayı planladığı kitabın "şaşılacak kadar derece benzeri, hatta tıpatıp aynıcığı" olduğunu gördüğünde nasıl korkuya kapıldığını anlatıyordu.

"ağzım açık kaldı. şaşakaldım ve tüm bunlarla ilgili ne düşüneceğimi bilemedim. nihayet bir gün, birinin, bazı öykülerin bize ses biçiminde ulaştığını, bunun içimizden konuşan bir ses olduğunu, oysa aslında onun bizim olmadığını, bizim sesciğimiz olmadığını söylediğini duydum. kendime bunun, başıma gelen bu sıradışı şeyi anlayabilmek için bulabileceğim en iyi açıklama olduğunu söyledim. kendime, romanım için tasarladığım her şeyin, içten gelen bir ses biçiminde, bay saramago'nun zihnine transfer edilmiş olmasının mümkün olduğunu söyledim..."

anlatmayı sürdürdükçe, bu şaşırtıcı olayın ardından gelen bunalımı atlattığını, neşeyle bir başka romanı düşünmeye başladığını ve fernando pessoa'nın heteronimolarından ricardo reis'i konu alan bir öyküyü planladığını öğreniriz. tahmin edeceğiniz üzere, öyküsünü tam kaleme almaya hazırlanırken, saramago'nun yeni kitabı ricardo reis'in öldüğü yıl kitapçılarda boy gösterir.

bu durumu, "her zaman elini benden çabuk tutuyordu, tuhaftı, tuhafçacıktı" diye anlatıyor ve bunu derken tabii ki saramago'yu kastediyordu. iki yıl sonra yitik adanın öyküsü piyasaya çıktığında, saramago'nun bu yeni kitabı karşısında taş kesildi. çünkü yalnızca birkaç gün önce bir düş gördüğünü ve ardından aklına çok benzer, benzer bir fikircik geldiğini anımsıyordu. bu fikir, inatçı ve tuhaf, tuhafçacık bir biçimde her şeyde öne geçmek gibi kötü bir alışkanlığı olan yazarın kitabında işlenen düşüncenin aynısıydı.

paranoyak pérez'in arkadaşları ona gülmeye ve yazmamasını haklı kılmak için daha iyi mazeretler bulmasını söylemeye başlar. o da onları, saramago'ya bilgi aktarmakla suçlayınca adının önüne 'paranoyak' gelip konuverir. onlara, "bir roman yazmak için yaptığım planlardan hiçbirini artık size anlatmayacağım. sonra gidip hepsini saramago'ya yetiştiriyorsunuz" der. arkadaşları tabii ki güldüler.

paranoyak pérez bir gün, çekingenliğini yenerek, saramago'ya bir gün mektup yazdı. bu mektupta, gelecekteki romanının konusuyla ilgilendiğini belirtiyor ve ona, kendisinin düşünmüş olduğu gibi, gelecekteki o kitabın lizbon kentinde geçip geçmeyeceğini sorarak, bu konuda çok ciddi önlemler alması konusunda onu uyarıyor. saramago'nun yeni kitabı lizbon kuşatması çıkınca, dostumuz deliye döner ve saramago'yu protesto etmek için romalı senatör giysisiyle evinin önüne dikilir. elinde bir pankart taşıyor ve saramago'nun bir sonraki romanının konusu olabilecek canlı bir karakatere dönüşmüş olmaktan duyduğu memnuniyeti ortaya koyuyordu. çünkü paranoyak, roma imparatorluğunun çöküşü üzerine bir öykü tasarlamıştı ve saramago'nun bu düşüncesini çalmış olduğundan ve o dönem işkenceci roma senatörlerinin dünyası üzerine yazacağından emindi.

saramago'nun gelecekteki romanının karakterine bürünmekle, onun gizlice hazırlamakta olduğu gizli romanı çok iyi bildiğini dünyaya göstermek isteyen paranoyak pérez, durumuyla ilgilenen bazı gazetecilere, "benim yazmama fırsat vermiyor," dedi. "hiç değilse gelecekteki romanının canlı bir karakteri olmama izin versin."

sonrasında akıl hastanesi ve bir öykünün daha sonu yaklaşıyor: "ben kindar değilim," diye sözlerini bitiriyor paranoyak pérez, "ona nobel ödülü verdiklerinden bu yana şuna tanık olmaktan sonsuz bir keyif duyuyorum: on dört honoris causa ünvanı taşımasına rağmen hala ondan, daha fazlasını bekliyorlar. bu onu o kadar meşgul ediyor ki, artık bir şey yazmıyor, edebiyatı bıraktı ve beyni yetersiz bir kişiye dönüştü. en azından böyle bir adaletin sağlanması ve onu cezalandırmayı bilmeleri beni çok mutlu ediyor."

13 Mart 2012 Salı

ödül

evlilik düşmanı değilim, ama bir kayanın üzerine çıkıp kalabalıklar karşısında evlilik güzellemeleri yapmam için başıma silah dayamanız gerekir.

orada diyeceğim tek şey, "üst geçitleri fethedin, dostlarım. çünkü oralar şehrin kaleleridir." olurdu. üstelik, evlenince eşimle yapamayacağım her şeyi terkederim, gibi cümlelerin büyük konuşmak olduğunu biliyorum. tıpkı, mesai çıkışı işyerinin önünde durup, bir sağa bir sola baktıktan sonra, duyulur duyulmaz bir sesle, "eve dönmek/ kendime sarkıntılık etmekten başka nedir?/ orada, arada bir beni yoklar/ intihara ayırdığım zamanlar"* diyenlerin olduğunu bildiğim gibi.

fakat, her zaman olduğu gibi bu konuşmada da birisi çıkar, genellemelerin yanlış olduğunu bir çırpıda ispat edip gider.

*

josé saramago, nobel edebiyat ödülü'nü kazandığını frankfurt kitap fuarı'ndan ayrıldıktan sonra havaalanına doğru giderken öğrenir. doğal olarak, ödülü kazandığı öğrenilince yetkililer onu tekrar fuara davet eder. ama o, "bırakın beni, karıma gideyim…" diye, adeta yalvarır.

bununla bitmez, ödülden hemen sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide, "nobel ödülü hakkındaki değerlendirmeniz?" sorusuna da, "hayatımda aldığım en büyük ödül karım pilar’dır. işin aslına bakılırsa, en büyük devrim aşktır." diye cevap verir.

*

farkında mısınız bilmem ama, ricardo reis'in öldüğü yıl'a adım adım yaklaşıyoruz.


*: ismet özel, of not being a jew

11 Mart 2012 Pazar

üçleme: yirminci yüzyılın en iyi romanı

doksan dokuz haziranında cebelitarık denizci'ni okuyup bitirdiğim de, tamam, demiştim, artık yirminci yüzyılın en iyi romanı üçlememi tamamladım: fransız teğmen'in kadını (j. fowles), dişi kurdun rüyaları (c. aytmatov), cebelitarık denizcisi (m. duras)...

sonrasında ise utanç (s. rushdie), yüzyıllık yalnızlık (g.g. márquez) ve mülksüzler (u.k. le guin)'in de aralarında olduğu bir kaç kitabı tutarlı olmak adına görmezden geldim. çünkü listem değişmez sanıyordum.

ama iki bin on ağustosunda, içinde pessoa geçiyor diye (ricardo reis beni bağışlasın) okumaya başladığım ve benim için muhteşem bir yeni yaş hediyesine dönüşen ricardo reis'in öldüğü yıl, bu üçlük listeyi darmadağın etti.

marguerite duras ve anna bağışlasın ama o zamandan bu yana üç numara josé saramago ve dönüp dönüp okuduğum cümlelerinin.

*

belki, tatar çölü'nü merak edenler olabilir: o, sıralama dışıdır. tıpkı aziz tom waits gibi.

7 Mart 2012 Çarşamba

baksana talihe*

fıroyd abimize sormaya gerek yok, ajda pekkan ilgimde etkili olan kişi ahmet dayımdır. tıpkı, eğlen güzelim dışında ajda90 ve sonrası hiç olmasaydı, düşüncemde olduğu gibi...

ve marilyn monroe olmak fırsatını kaçırmışsa da greta garbo gibi yapabilirdi, diye düşünür, hâlâ içten içe ajda pekkan'a sitem ederim.

anlatılanlara göre ahmet dayımın sevgisi o kadar büyükmüş ki odasının duvarları ajda pekkan posterleriyle kaplıymış. iş resmiyete dökülüp, nişan sonrası annanemlere girip çıkmaya başlayan gönül yengemin ilk işi posterleri sökmek olmuş.

bana gelince, ne vakit kendimi eski şarkılar, özellikle de "ajda şarkıları" arasında bulsam, ahmet dayım siyah beyaz bir fotoğraftan çıkar gelir -paçaları bol pantolon, ince uzun bedenine tam oturan yakası uzun bir gömlek, kapkara saçlarını yana taramış, favoriler uzun- ve duvarı 'ajda pekkan'larla kaplı bir odada hülyalı gözlerle sigarasının ağır ağır tavana doğru yükselen dumanını seyredip, hayaller kurar.

*ajda pekkan, baksana talihe

6 Mart 2012 Salı

pilav

karşımda deniz, arkamda şehir...

denizle şehir arasında, bulutlarla insanlar...

telefonda konuşuyoruz.

şikayetim yok. çünkü bu da yan yana durmak, yüz yüze konuşmak kadar muhteşem.

"eğer günlük tutuyor olsaydım," diyorum, "eğer günlük tutuyor olsaydım, bu ara çok mutlu olduğumu, yaşadığım tek sıkıntının üst üste üçüncü defa pilavı tutturamamak olduğunu yazardım."

yine gülüyor. kocaman gülüyor. o kadar güzel gülüyor ki, kelimelerle arası iyi olan biri, söz gelimi bir yazar, "insan bu gülüşü kulağına ulaşan ucundan tutup kaynağına kadar öpmek istiyor," diyerek anlatırdı. ve eklerdi; en çok da kaynağını...

bunu duysa yine öyle güler miydi bilmem ama, dördüncüsü olmadı, üçte kaldı.

4 Mart 2012 Pazar

cinnet*

her dem sarhoş olsa da, sokaktaki bütün kedilerin adını bilen, her gün aynı saatte hiç aksatmadan besleyen platin saçlı konsotmatris eskisi, elindeki bira şişesini başına dikip dudaklarından akıta akıta içer ve ona "cinnet ibnesi," derdi.

daha doğrusu, "en şereflisi sensin cinnet ibnesi!"

cinnet gündüzleri kaldırım kenarında kara bir taş gibi uyurdu. geceleri ise barın kapısında koca ayaklarını önde birleştirir, ucu kızıl kalın kuyruğunu bir kamçı gibi öne kıvırıp ayaklarına dolar, dar kalçasını yere yapışmışçasına kaldırıma dayayıp bekler ve sivri uçlarından kızıl tüyler fışkıran kulakları arkaya dönük, vahşi bir panter edasıyla, her an birinin üzerine atlamaya hazır, dimdik oturup etrafa kısıp kısıp açtığı zümrüt gözlerle bakardı.

sokaktaki kediler her doğumda mutlaka siyah bir kedi doğurur ama cinnet, o yavruları annesinin sakladığı delikte bulur ve birer birer boğardı.

arada bir zümrüt gözlerine yerleşen karanlığa bakılırsa, günün birinde kadının kendisini öldüreceğini seziyor. üstelik bunu nasıl yapacağını da...


*: deli kadın hikayeleri - iyi geceler ölü kediler, mine söğüt

2 Mart 2012 Cuma

ara sıra

bazan, yastığı yorganı alıp kendimden uzağa gidesim, tıpkı bir nasrettin hoca fıkrasında olduğu gibi yolda rastladığım birine, "falan şehirde şu adam var, onu bul ve sor bakalım: bu kadar yeter mi?" diyesim geliyor.

1 Mart 2012 Perşembe

o sahne: in treatment, s01e16

çocukluğu benim gibi eskilerde kalanlar o zamanlar televizyonun nadirattan olduğunu bilirler. üstelik bizim komşumuz yoktu ki, "alamancı komşumuzun siyah beyaz tevesi" olsun. hal böyle olunca bir "meksika sınırı"mız da olmadı. ama konumuz bu değil...

yatılı okul günlerinde ise, tv değil etüd saatlerimiz, her akşam erken yatmalarımız vardı.

bu yüzden bir televizyon kültürüm olmadı. herkesin ezbere bildiği türk filmlerini bilemeyişim, bazı klasik filmler için festival yolu gözlemekten helak oluşum yine aynı sebeptendir.

yine aynı sebeplerden, bir dizimin olması için beklemem ve bir arkadaşımın illegal yoldan çoğaltılmış six feet under cdlerini bana vermesi gerekti. peşi sıra dexter, mad men. şimdilerde ise shameless, behzat ç., leyla ile mecnun.

bir de in treatment...

*

israil televizyonunda yayınlanan betipul adlı dizinin aslına sadık, neredeyse bire bir uyarlaması olan in treatment, çoğunlukla tek mekanda ve iki kişi arasında geçen yirmi beş dakikalık bir drama. ve bölümlerin süresinin kısa oluşu sıkıcılık ihtimalini ortadan kaldıran bir etken.

senaryo çok iyi ve iyi yazılmış diyaloglar, işin içine bir de görüşme odasının mahremiyeti girince dizinin çekiciliği tavan yapıyor. tıpkı günah çıkartma seansını dinlemek, bir günlüğü okumak, gizlice bir soyunma kabinini seyretmek gibi. sırlar, bir türlü ifade edilemeyen duygular, saklı öfkeler, ihanetler, kısaca insanları maskeleri olmadan görmenin cazibesi.

esas oğlan, yani dr. paul weston'ı miller's crossing, dead man ve the usual suspects'te oynayan ve hollywood muktedirlerince al pacino'nun yedeği olarak saklandığını düşündüğüm gabriel byrne canlandırıyor. belki the usual suspects sayesinde yedek kulübesinden kurtulabilir ya da başka bir takıma transfer olabilirdi ama kimin gözü kevin spacey'den başkasını görebildi ki?

fakat 'terapi'de çok iyi; hem de altın küre kazanacak kadar. yine, paul'ün iki sezon boyunca haftanın son günü terapiye gittiği, aynı zamanda hocası da olan gina'ya hayat veren diane wiest de bu rolüyle emmy kazandı.

sadece bu iki oyuncu değil diğer oyuncular da övgüyü hak ediyor. öyle ki, ilk sezonun hastalarından sophie'yi canlandıran mia wasikowska, bilindiği gibi iyileştikten sonra tim burton'u takip ederek "harikalar diyarı"na gitmişti.

*

laura da yolu bu odaya düşen hastalardan biri. nemfomaniden muzdarip. sonu evlilikle bitecekken erkek arkadaşının, tanrıya "beni seninle birlikte uzun ve sonsuz bir ölümden beni kurtardı," diye şükrederek sonlandıracağı bir ilişkisi var. bir gün doktoruna, uzun zamandır ona meftun olduğunu açıklar. etik olmayan bu durum karşısında, hastasını başka bir doktora yollamayı düşünen doktorumuz bundan bahsedecek olduğunda muazzam bir 'defans'la karşılaşır.

bu defans italyanların 'catenaccio'su kadar sağlam olduğu için o sahnede:

"- i know that as a therapist, you tell yourself it's part of therapy to find out why i'm in love with you and how that's linked to my past and all that. but isn't that always the way it works? doesn't our past always determine who we fall in love with? what if you can trace it back to the withholding mother, the narcissistic father, the parent who's missing in action. does that make our love any less real?

- but sometimes circumstances are, let's say, less than ideal.

- i know that. i know you can delude yourself into think. only i am not deluded. not about you, not about how i feel about you, why i feel it. there's always got to be an explanation, but that i feel it is irrefutable. i don't know how to convince you anymore. i mean, you think that i've imagined this fairy tale, this happily-ever-after. that i've idealized you. you think this is a case of a miserable patient sitting in front of her...hertherapist imaging that you're my superman perfect, savior, mentor. i don't see you that way at all.

- how do you really see me?

- i see you the way you are. your imperfections. you're not at ease with your body, with your profession, with who you've become. i don't know much about your life, but i, i imagine you're not happy at home. something in you is restless, damaged. there's a yearning there, and i know it when i see it. and i want you just the way you are i damaged and restless, yearning... warts and all.
"*



*serbest çeviri:

(laura, konuşma boyunca kocaman gözleriyle şefkat dolu bakacaktır. seni görüyorum, der gibi...)
"- bir terapist olarak kendine, bunun terapinin bir parçası olduğunu söyğediğini biliyorum. ve sana aşık oluşumun geçmişimle nasıl bir ilişkisi olduğunu bulmaya çalışman gerektiğini... ama bu her zaman işe yarar mı paul? geçmişimiz her zaman kime aşık olacağımızı belirler mi? varsalım, kaybedilen bir anne, narsist bir baba, görevini yerine getiremeyen bir ebeveyn hakkında geriye doğru iz sürüyorsun. bu bizim aşkımızı daha az mı gerçek yapar?

-ama bazan şartlar düşündüğümüzden daha zordur.
(paul, direnir.)

- bunu biliyorum. senin kendini yanılttığını biliyorum düşü... (cümlesini bitiremez, aklına daha iyi bir şey gelmiş ya da gittiği yoldan memnun değil gibidir) kendimi yanıltmıyorum. ne senin hakkında, ne sana olan duygularım hakkında, ne de niçin böyle hissettiğim hakkında. belki her zaman bir açıklaması vardır ama hissettiklerim inkâr edilemez. artık seni nasıl ikna edebilirim bilmiyorum. sonsuza kadar sürecek bir peri masalını hayal ettiğimi düşünüyorsun. seni idealleştirdiğimi. sence bu, zavallı bir hastanın önünde oturduğu terapistini bir süpermen, mükemmel kurtarıcı, bir akıl hocası gibi hayal etme vakası mı? ben seni böyle görmüyorum.

- beni nasıl görüyorsun?
(ama bu soru, artık bir doktorun sorusu değildir.)

- seni olduğun gibi görüyorum. kusurlarını görüyorum. varlığınla, mesleğinle, olduğun kişiyle rahat değilsin. hayatın hakkında fazla şey bilmiyorum ama evde mutlu olmadığını anlayabiliyorum. seni huzursuz eden, yaralayan bir şeyler var. sana baktığımda gördüğüm bir özlemin var. ben seni olduğun gibi istiyorum yaralı, huzursuz, özlem çeken... yani bütün hallerinle."