30 Aralık 2011 Cuma

herkes aynı hayatta*

yeni yıl şarkısı.

yani evlerin duvarlarında takvimler değiştiğinde dinlensin diye.

tıpkı çarpacak gezegen arayan kuyruklu yıldızlar gibi. ama o muhatabını biliyor. belki de, farkında olmadan çember tamamlanıyor.

*mehmet erdem, herkes aynı hayatta

20 Aralık 2011 Salı

ilk izlenim için tek bir şansın vardır: beş

"- günaydın.

bakakaldım eşşizliğine. kutsal yüküne. sırtındaki her bir ok, göğe yükselen minareler gibi parıldıyordu. bu minareler kimi zaman devriliyor, yan yatıyor, kimi zaman dimdik duruyordu üstünde. yeterince uzaktan baktığınızda, bir kubbenin üstünden yükselen minareler bize benziyordu. karşımda ihtişamı ile duran erkek kirpi güçlü ve ihtişamlıydı. benden de hayli iriydi. zamanı tökezleten bir karşılaşmaydı bu. ben onu seçtim orada, o beni. aşkın kalbe düştüğü böyle anlarda ikna olmak için beş duyuya birden ihtiyaç duyarsınız. birden bir koku gelir, bir ses duyulur, tatlı-ekşi bir şeyler dolaşır dilinizin üstünde. bu güzelliği gören gözlerinizle gurur duyar, bastığınız yerlerin ayaklarınızın altından ipek gibi kayıp gittiğini hissedersiniz.

sevgilim bütün dünyanın kalbi adına bakıyordu bana. bin dehlizli bir yeraltı şehrinden getirilmişti gözleri, onlarla kötü bir şey yapması mümkün değildi. dünyanın bütün ışıklı varlıklarının içinden sevgilimin gözlerini hemen seçerdiniz. gelişigüzel dağılmış otları bir bakışıyla şifalı hale getirir, değersiz taşları bir hazineye dönüştürebilirdi. sevgilim bunu öyle kolay yapardı ki, siz bütün bunlar olurken tek bir çıtırtı bile duymazdınız. her an söyleyecek sözü olan biriydi. şöyle demişti işte:

- günaydın."*




*: bedia ceylan güzelce, 1473

19 Aralık 2011 Pazartesi

kar altında

kar usul usul yer yüzüne düşerken ait olmadığım bir şehrin ıssız sokaklarında yürüyorum.

biraz soluklanmak, biraz da karı izlemek için alçak bir bahçe duvarı bulup oturdum. orada, tıpkı bu bahçe duvarı, bu ıssız sokak, ait olmadığım bu şehir gibi ben de ağır ağır beyazlaşırken kaldığım otelin resepsiyonunda çalışan yaşlı adamın dediklerini düşündüm. ait olmadığım bir şehirde, kimsenin geçmediği ıssız bir sokakta, yapayalnız...

havaalanında bindiğim taksinin şoförü, şehrin en iyi küçük otelidir, diyerek yolculuk çantamı kaldırıma bıraktığında gözlerim boşuna bir giriş aramıştı. meğer eski bir apartmandan dönüştürülen otel, bodrum kattan başlıyormuş. adını da buradan alıyormuş şehrin -tabeladaki iki harfi karanlık- en iyi küçük oteli.

basamakları, kaldığım en kötü yer rekoru bir daha kırılmayacak biçimde yıllar evvel kırıldığı için, ne ile karşılaşacağımı umursamadan birer birer indim. beni orada, yemek yemeyi sevdiğini belli eden bedeniyle güler yüzlü bir ihtiyar karşıladı. dökülmüş saçlarından arda kalana ve kirli sakalına beyazlar bulaşmıştı. ortak bir dil bulup fiyatta anlaştık ve adımı, ne yaşlılığını ne de zerafetini saklamayan zarif ama yaşlı elleriyle üç yüz sekiz numaranın yanındaki boşluğa kaydetti. harfler kadınsı bir biçimde yuvarlak, noktalar bir kalem ucundan ibaret.

gece sıradan, bütün ilk geceler gibi. biraz yorgunluk, bir o kadar da bölük pörçük bir uyku. sabaha kahvaltı. resepsiyonun olduğu bodrum katında. acele etmeksizin, bir yere varmayı amaçlamayan adımlar gibi.

masama oturdu ve dün akşam bulduğumuz ortak dille anlatmaya başladı: eski arkadaşlarından birine ait bu otelde yiyecek yemek ve yatacak bir yer için çalıştığını, özellikle gece çalışmayı tercih ettiğini, artık yaşlandığı için az uyuduğunu ve uyuması gereken zamanlarda uyumak yerine müşterilerle sohbet ettiğini... ya ben, ben ne arıyordum haritanın bu köşesinde?

kaçtım, dedim. alnımdaki ateşi söndürsün diye rüzgara bıraktım kendimi. o da beni buraya savurdu.

bir süre sustu, sonra izin istermiş gibi yüzüme baktı. aradığını yüzümde görmüş olmalı ki konuşmaya başladı: daha çok gençsin, bir sürü kadın tanıyacaksın. her defasında ilkmiş gibi hissedeceksin ve sana ilk defa aşık oluyormuşsun gibi gelecek. rüzgara gelince, ancak durursan söndürür alnındaki ateşi. öbür türlü, seni terkisine alan atlar gibidir. sadece sürükler.

oturduğum yerden kalktım, geldiğim yolu geriye yürüdüm. ait olmadığım bir şehirde, kimsenin geçmediği ıssız bir sokakta, yapayalnız.

16 Aralık 2011 Cuma

bilirim bir kışa hazırlanmayı*

mevsimin ilk karı sulu sepken de olsa bir defa daha nergisleri beklemeden yağıyorsa kitaplığın raflarını yormanın zamanı gelmiş demektir.

*

sana bir boyun atkısı gerek. çünkü kış geldi.
ve sular bir uzun geçmişe hazırlanır. nerdeyse.
bir çocuk ölür. bir kadın hastalanır. odalar
bulutlanır.
su içmekten. uzak. bir köfte kokusundan
insan
uzak
bir memleket havasından.
belli belirsiz bir şeylerden utanır.
yapışkan ve dayanıksız bir vidanın eşliğinde
gece.
hatırlarız bir günlerde üşümediklerimizi.
üşümeyeceklerimizi.

kimilerine bir şarkı gibi gelir bütün bunlar. oysa.
bir kez daha söylüyorum üstümüze yağanları.
uzuneski.
olumsuz. güneşlere aykırı.
haziran mintanları. kopkoyu kent garları.
alınıp götürülenler. yerlerine konanlar.
anladığımız ve.
şaştığımız kalabalıklar. bir korku
aşka benzer yalınlığı. bir korku.
kuduz korkusu gibi sudan.
bir korku.
semercilerin. bakırcıların. nalbantların. arzuhalcilerin.
kantarcıların ve demircilerin ve çilingirlerin.
parmakçıların dinsizlik korkusu. takunyecilerin.
bir odada kalanların ölüm korkusu.
bileycilerin, bezzazların ve ölü yıkayıcıların.
ve pazarcıların. gökyüzü korkusu.
bütün garipliğiyle esnaf çarşılarının
ve uygunluğuyla ve yenilmişliğiyle
bir sancı gibi dolanır içimizi.
yarı aç yarı tok dolaştığımız bir ankara’da
bir haşhaş gibi sanki. bir acı su.
bir yağmur cömertliğiyle anadolu’dan
dolaşır içimizi.
onların akşamları.

(yaralı olmak
yerinde olmamak
uzun gecikmesi son kesinliğin
bir sabah biliyoruz elbet neyi bölüştüğümüzü
göz göze
bakışınca. biliyoruz
neyi bölüştüğümüzü.
konuşmasak da.)

şimdi tutalım bu diriliği artık. zamanıdır.
zamanıdır. neredeyse kar başlar. küçük kuşlar ölür.
semerciler ve dilsizler ölür.
seninle ben kalırız. yeni bir yaşamaya.
gökler ve kentler ufalır. seninle ben kalırız.
o şarkı sanılanlar bir kavga halini alır.
neredeyse kar başlar.
birini düşünür gibi oluruz. biliyorum
ellerin de üşür. biliyorum ama
isıtabilirsin onları. o ateşte.
hazırsın da. biliyorum. ama
sana bir boyun atkısı gerek. kış geldi.

*

biliyorum, bana bir boyun atkısı gerek...



*turgut uyar: her pazartesi, 62–67 notları

günün sorusu: kararsızlık

neden kararsız kalarak kaybettiklerimiz yanlış kararlarla kaybettiklerimizden daha çoktur?

15 Aralık 2011 Perşembe

behzat ç.'nin kadınları

'giriş' yerine: bir süredir yazmayı düşündüğüm bu yazıyı kırk ikinci bölümde mevzuya dahil olan suna'dan sonra yazmaya başladım. her zaman olduğu gibi, "hırsızın hiç mi suçu yok," diye soracak birileri çıkacaktır. vardır elbette, ama konumuz bu değil.

*

gençlik aşkı ve şule'nin annesi olmasına rağmen ilişkilerine dair bir şey bilmediğimiz mine'yi de sayarsak, hikayesi behzat ç.'nin hikayesine karışan altı kadın var.

behzat ç.'nin gerçek* ergenliğine denk gelen mine, muhtemelen yürüyeceği çok yolu olduğuna inanan, olası hatalarını telafi etmek için bol vaktinin olduğunu düşünen ve sadece ardına değil, yanına ve yöresine bakmadan yolunu yürüyen behzat ç. tarafından terk edilmiştir.

bu düzen değişmeli, diyerek, düzenin çarklarına çomak sokmaya çalışan devrim sevdalısı genç bahar, kadın bahsinde şanslı bu adamı anarşist yanından ötürü sever ve bir yüzbaşıya yumruk atabilen askeri lise öğrencisi kesinlikle bir cazibe merkezidir. aynı bahar, askeri liseden atılan ama babasının hatırlı dostları sayesinde polis akademisine giren behzat ç.'nin düzenle uzlaştığını ve düzenin bir parçasına dönüştüğünü düşünerek onu terkedecektir. yıllar sonra behzat ç. ona evlenme teklif ettiğinde ise, zaten iki tane çocuğu olduğu ve üçüncü bir çocukla uğraşmak istemediği için, "hayır," der.

behzat ç.'nin eski karısı ceyda ise, banka müdürü bir babanın gözü yükseklerde kızı olarak behzat ç.'ye baktığında, herhalde henüz yolun başında olsa da önü açık, istikbali parlak, geleceğin şube müdürlerinden yakışıklı bir adam görmüştü. zamanla bu adamın düzenle uzlaşmasının mümkün olmadığını, kafasında yaptığı hesabın çarşıya uymadığını anlar ve yıkılan hayalleriyle baş edemediği için soluğu psikiyatristte alır. sonra da 'o dal'a tutunur.

'vesikalı yarim'iz, bir pavyonda assolistlik yapan gönül ise, bu altı kadın arasında behzat ç.'nin hayatına sokulmayı en çok başarandır. aynı zamanda, bu hikayedeki en güçlü kadın figürü olarak, hayat ne getirirse getirsin üstesinden gelecek kadar ayakları yere sağlam basar. behzat ç. pavyona gelmezse dert etmez, aylar sonra baş komiserin yolu kapısına düşerse, nerelerdeydin, diye sormaz. behzat ç.'den bir şey talep etmez, beklemez, onunla ilgili hayal kurmaz. ona ve dünyanın geriye kalanına eyvallah etmez. ona ağzı sulanarak bakan, sahip olduğu ne varsa önüne serecek onca erkek varken, behzat ç.'yi seçer. onu tanır, zaaflarını ve karanlık yanını iyi bilir, ama doğrusunu öğretmeye çalışmaz, değişsin diye uğraşmaz. dedim ya, onu olduğu gibi sever. bu yüzden, behzat ç. en çok onun yanında mutludur, behzat ç.'nin yanında olmayı en çok o hak eder.

bir filmlik saltanatı olan olay yeri inceleme şubesi’nin genç komiserlerinden songül ise sadece behzat ç. ile sevişsin diye oradadır ve ilişkilerinde derinlik aramak boşunadır. amerikada eğitim görmüş, batının teknolojisiyle beraber ahlakını da almış bu kız, hayatının en cazibeli dönemini yaşayan behzat ç. ile sevişmeyecek de ben mi sevişeceğim? üstelik adamda şeytan tüyü vardır; bu ergen hallerin, sorumsuz tavrın, vurdum duymazlığın bir çok kadına çekici geldiği de muhakkak. en önemlisi, taraflar hesap sormayacağı gibi hesap da vermeyecektir. kafaları rahat, huzurlu bir şekilde birbirlerine dokunup geçerler.

iki farklı hayattan gelen behzat ç. ile savcı esra iş yüzünden karşılaşmamış olsaydı, bırakın birbirlerini fark etmeden aynı mağazalarda alış veriş yapmayı aynı sokaklarda bile yürümezlerdi. esra'nın almış olduğu eğitim ve terbiye, ilgi ve zevkleri bir yana görünüşü bile behzat ç.'nin ancak cinayet soruşturması için gideceği uzak mahallelerdendir. ama kader kitabında yazılanlar olur ve bu ikisi karşılaşır. eşinden ayrılan ve ait olduğu dünyanın kadınsılaşmış erkeklerinden sıkılmış olan savcı esra nihayet behzat ç.'yi görür. bir süre ona ve hayatına, dünyanın uzak bir köşesindeki folklorik öğelere meraklı turist edasıyla yaklaşır: beraber futbol maçına gitmeler, meyhanede takılmalar, şarap kadehi tutan narin ellerin rakı bardağını kavraması... ömrü boyunca bu tarz hesaplarla işi olmamış olan behzat ç. de, beni olduğum gibi seviyor, diye düşündüğü bu kadına meylediverir. ama savcı esra ona her müdahale ettiğinde, onu düzeltmeye çalıştığında ise geri adım atar. ta ki, tıklanma rekorları kıran, "mutsuz olalım, ne var? biz de mutsuz oluruz. ben seninle mutsuzluğa da varım," dediği ana kadar. behzat ç. şarap kadehini kafasına diker ve olaylar gelişir.

*

'son' olarak, suna'nın konumuzla bir alakası olmasa da, onunla behzat ç. arasında bir şeyler olursa, bunu, aşk ya da ilişki bağlamında karşı cins konusunda başarısızlığa uğradığı için eğilimlerini hem cinslerine yönelten bir erkek tavrı olarak okuyacağımı söylemek isterim. bu durumu, tam tersine suna'nın kadınlığını hatırlaması olarak gösterecek herhangi bir senaryo hamlesinde de, o halde adını neden suna koydunuz, diye sorarım. bkz: herhangi bir isimler sözlüğü...

galiba, başladığımız yere döndük.

herkes bilir, bu son demektir.

her yola çıkan, yüzünü duvara dönüp ölmek için evine döner.

çember başladığı yerde biter.




*:behzat ç.'nin gerçek olmayan ergenliği ise bambaşka bir yazının konusudur ve bir yığın okumaya açıktır.

12 Aralık 2011 Pazartesi

dakika ve skor bildiriyorum

yazarı dışında hiçbir şey bilmeden, sadece arka kapak yazısına bakarak okumak istediğim londra'da bir park, yeniden okuduğum nabokov külliyatı sayılmazsa şimdiden yılı(mı)n kitabı.

"bu arada zaman, her zaman olduğu üzere herkesi bok gibi gösterip hissettirmeye devam ediyor. bunu anladınız mı? bu arada zaman, her zaman olduğu üzere herkesi bok gibi gösterip hissettirmeye devam ediyor.(sayfa:37)"

8 Aralık 2011 Perşembe

kontratak

"kim, hırkasının sağ yeninden öpmeyi akıl edebilirdi?"* diye soran n.bekiroğlu'nun bu sorusuna soruyla cevap veriyorum: kim, montumun sol omzundan öpmeyi akıl edebilir?..

elbette milano'dan alınan ve tam burada bir tebessüm ikonu var.


*:be, cam ırmağı taş gemi

4 Aralık 2011 Pazar

aralık başı

ve böylece, elimizden tutup bizi karşı kaldırıma geçiren dostoyevski sayesinde bir kasım ayından daha geçmiş olduk. o ve insanlık hallerine örnek olsun diye yarattığı, bir çoğu bu roman içinde olmasa da olur kahramanları sayesinde...

mazide kalmış bir başarı ile avunanlar, davranışları ancak 'kadın ruhunun derinliklerine bugün bile inilemez çünkü' demekle açıklanabilenler, bir fikre tutkuyla bağlanan ama sonrasında taşıyamadığı bu taşın altında yarı ölü yatanlar, yaşadıkları hayata bir anlam bulamadıkları için oyunlarla yaşayanlar, dünyayı daha kalabalık bir yer yapmaktan başka bir işe yaramadıkları için kendisini akışa bırakanlar, amaca ulaşmak için her şeyi mübah sayanlar, kendine değil başkalarının söylediklerine inananlar, 'uçurumun tam kenarında' durmakla yetinmeyip 'cesaretle baş aşağı' uçanlar, gerçek özgürlüğü ölümde arayan ve 'intiharın olması fikri bana hayata tahammül etme ve kendimi özgür hissetme imkanı veriyor' diyen cioran'a yol göstermiş olanlar, bir türlü aşamadıkları sıkıntıları ile peçorin'i hatırlatanlar, mutlulukla ikisi aynı anda gelenler...

*

bu kitabın gerçek kahramanı nihilizmin çoğalttığı bir can sıkıntısından muzdarip, bir 'yabancı' ve 'aylak adam' stavrogin olsa da, ne zaman kitaplığın karşısında dursam krillov'un cümlelerini okurdum.artık onlara, blog tutuyor olmaktan da kaynaklanan bir kaç cümle daha ilave oldu.

dostoyevski, hiçbir zaman sevmediği turgenyev'e onun karikatürü olan karmazinov üzerinden giydirirken, yıllar sonrasına, biz blog bulvarı sakinlerine de diyeceğini diyor:

"geçen yıl bir dergide, en güzeli yaratma, felsefe yapma çabasıyla yazılmış bir yazısını okumuştum. ingiltere kıyılarında bir yerde tanık olduğu bir geminin batışını anlatıyordu. her şeylerini yitiren insanların kurtarılışlarını, boğulanların cesetlerinin denizden çıkarılışını görmüştü. oldukça uzun, kalabalık sözlü bir yazı. kendisini öne sürmek amacıyla yazılmıştı yalnızca, belliydi bu. satırların arasında yazarın şöyle fısıldadığı duyuluyordu sanki: 'benimle ilgilenin yalnızca, o anda nasıldım, ona bakın. burada anlatılan deniz, kasırga, kayalar, parçalanan geminin kalıntıları neyinize gerek? güçlü kalemimle yeterince anlattım size bütün bunları. ölü kolları arasında ölü çocuğunu sıkı sıkı tutan şu boğulmuş kadınla ne diye ilgileniyorsunuz? iyisi mi, bana bakın siz. bu görünüme dayanamayıp arkamı döndüğüme bakın. işte, arkam dönük duruyorum; bakın, dehşet içindeyim, dönüp boğulanlara bakacak gücüm yok; gözlerimi kapıyorum sıkı sıkı -söyleyin bu daha ilgi çekici değil mi?'"

1 Aralık 2011 Perşembe

chelsea hotel #2

bu şarkıyı ne zaman dinlesem, bir erkek mahremiyetine girmiş bir kadını ve onun sırrını koruyamıyorsa başka ne işe yarar ki, diye düşünür, o 'montréalli ufak tefek yahudi'ye çok kızarım.

yine de şarkıyı dinlemekten ve beni alıp götürdüğü yerlere gitmekten kendimi alakoyamam.

*

anlatmak, çoğu zaman, benim gördüğümü siz de görüyor musunuz, demektir. böylece hayal görmediğinizi, uydurmadığınızı, her şeyin gerçek olduğunu kendinize ispat etmek istersiniz. üstelik herkes bilir; hikayeler anlatılınca varolur.

cohen de anlatır. janis joplin'le yaşadıkları gizli aşkı, herkesten ve her şeyden kaçıp chelsea oteli'nde birbirlerine sığınmalarını anlatmaya 'i remember...', diyerek başlar ve tıpkı teninde bir kadın sancıyormuşcasına, sırtını kalabalığa dönüp giden, ne "sana ihtiyacım var" ne "sana ihtiyacım yok" diyen, "tekrar tekrar" yakışıklı erkek isterim dese de ona "bir defalık kıyak yapmaya söz veren", "çirkiniz ama müziğimiz var" diyen meşhur kadını anlatır. ...

en sonunda sözlerini "bir şarkılık saltanatı vardır hüznümüzün" dercesine bitirir: i remember you well in the chelsea hotel,/ that's all, i don't even think of you that often...

*leonard cohen, chelsea hotel#2