30 Temmuz 2010 Cuma

rose garden*

"bütün eski şarkılar güzeldir, öyle olmasalar unutulup giderlerdi" tartışılmaz gerçeği için güzel bir örnek.

en az, "ama beni yanlış anladın," kadar sağlam bir defans: kusura bakma ama ben sana gül bahçesi vaat etmedim.

*lynn anderson, rose garden

günün sorusu: kötü

özenle yaratılmış bir aşk yanılsamasının arzu nesnesi olmaktan daha kötüsü olabilir mi?

29 Temmuz 2010 Perşembe

ırmağın öteki yakası

düşünde üçüncü gece de onu görünce uyanıp ağlayan, acıyan dizlerine ve üşümesine aldırmadan yere, sol yanı üzerine uzanıp, "düşüncelerime söz geçirmem mümkün olmuştu ama düşlerime söz geçirmem, o mümkün olmuyor," dedikten sonra içindeki her şeyin genç kalfaya ve ağlamaya, dahası onun şefkatine ilişkin olduğunu anlayan, fazlasını düşünemeyip yerinden kalkarak, hırkasını sırtından usulca sıyırıp kapıya yönelen, yani ardında kalanların "çile kırdı," dediği genç mezarlık bekçisi, kulübesine girip önüne bir kağıt çekerek aşkından, yazdığı şiirlerden ve geçmişinden, düşüncelerine söz geçirmeyi başardığı halde, kurtulamayan birini anlatan bir şiir yazdı.

yıllar önce böyle anlatmıştı bütün zamanların en güzel öykücüsü.

şimdi benim olduğum yaştaydı...

20 Temmuz 2010 Salı

bir masada iki kişi: kav

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

-hafta sonu şehir dışında olacağım... istersen eşyalarını o zaman alabilirsin.

-o eve girmesem daha iyi. sen yollayamaz mısın?

-bana kalsa yakmayı tercih ederim.

-sen bilirsin... ister yak, ister bana yolla. ama gri tşörtlerden birinin sende kalmasını istiyorum.

-asla!.. bir yılanın kavını bırakması gibi tşörtünü bırakıp gidişini seyrettiremezsin bana.
*

ne kav ne de tşört, tek bir şey kalmadı geride. belki biraz kalbim. hepsi o kadar.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

dedektif

aynı zamanda ünlü bir yazar olan kadim dostuyla her cumartesi öğleden sonra uğradıkları kitapçıda buldum onları. yazar arkadaşı, bir yandan dükkan sahibiyle sohbet ederken bir yandan da yanına yaklaşmaya cesaret eden genç okurlarına ilkini ezberlemeye çalışırken sonrakileri kaçıracakları cümleler kurmakla meşgul. biz de bir kenarda durmuş üzerine en çok konuşmayı sevdiği şeyden, polisiyelerden konuşuyoruz; kitaplar, filmler..

bizim memlekette bir adam dedektif olmaya kalksa, "bir arkadaş"ı için gelen ve eşinin bu "bir arkadaş"ı aldattığından şüpheleniyoruz, diye söze başlayan kıskanç kocalardan başka müşterisi olmaz. ya da çek-senet takibi yapmak zorunda kalır. muhtemelen insanlar içtiği viskiye haram diye karışır, etrafta adamın iflah olmaz bir alkolik olduğu konuşulur.

kahramanımız da iki ay sonra hem kirayı ödeyemediği için hem de hayal ettiği şeyin bu olmadığını farkederek büroyu boşaltır ve sosyetik mekanlardan birine güvenlik şefi olur.

alışkanlık

"erkekler ve kadınlar aşk edimi denen şeyde çabucak birbirlerini yutarlar ya da iki kişilik uzun bir alışkanlık haline dönüştürüler."*


*: albert camus, veba

14 Temmuz 2010 Çarşamba

leaving las vegas (1995)

iki kayıp ruh: sera ve ben...

onların hikayesi.

sinema perdesine düşen can yakıcı aşk hikayelerinden biri. benzerini yıllar sonra duvara karşı'yla tecrübe ettiğimiz bir acıya tanıklık.

hayatı kendine ait olmayan, birilerinin zorlamasıyla bedenini para karşılığı erkeklere sunan bir kadın ve benim dediği ne varsa kaybetmiş, teselliyi alkolde arayan bir adam.

*

görüntüden önce sting'in sesi: angel eyes.

sonra alışveriş arabasına sadece içki şişeleri dolduran bir adam.

ben'in her seyini kaybedişine tanıklık ederiz. arkadaşlarını, işini, evini...

ailesini ise daha önce kaybetmiştir.

karım beni terkettiği için mi içmeye başladım, yoksa beni terkettiği için mi içiyorum? hatırlamıyorum.

ardından geceyle gündüzün birbirine karıştığı, hiç durmaksızın ölene kadar içebileceği las vegas'a gitmek için los angeles'tan ayrılır. evini satar, banka hesabını kapatır. o gider kamera kalır geride: dokuz tane çöp torbası, bir de oğlunun bisikleti.

koca bir hayattan geriye kalan budur işte.

*

sera'yla ilk karşılaşmaları tesadüftür.

burası yaya geçidi, der sera. ben geçerim, sen durursun.

ikincisinde ise ben müşteridir.

sera: bu paraya istediğini yapabilirsin.

ben : sadece kal. istediğim bu. konuşmanı ya da dinlemeni istiyorum.

*

sera… işinde çok iyi; çünkü kapıdan girer ve ondan istenilen şey neyse onu olabilmeyi başarıyla yapar. ama o akşam ben'e aşık olur.

kendimi kendim gibi hissettim. başka biri olmaya çalışıyormuş gibi değil.

ben ise kokuşmuş ruhunun dünyaya tutunduğu son günlerinde karşısına çıkan bu güzelliğe inanamamaktadır.

sen nesin? sarhoş fantazilerimden birinde beni ziyarete gelen melek?

*

belki çok uzun zaman önceki bir oluşta birbirlerine verdikleri sözü anımsamışlardır. ve fazla vakitlerinin olmağının farkındadırlar. bu yüzden birbirlerini değiştirmeye çalışmazlar.

hatta sera'nın ben'e ilk hediyesi bir içki matarasıdır. ben ise içmeye devam eder, gecenin üçüne kadar evde ya da dışarıda yalnız takılıp sera'nın işten dönüşünü bekler.

*

her şey olması gerektiği gibi sürüp giderken büyüyü bozmasa da yaralar sera.

doktora gitmeni istiyorum.

*

bu isteğin ardından aralarındaki şey her neyse yokoluşa doğru sürüklenmeye başlar. belli ki söz veren söz verdiği gibi geliyordu da söz verdiği gibi kalmıyordu.

bir de bulduğunu yitirmiş olmanın acısı girer hayatlarına, sanki yeterince acıya sahip değillermiş gibi.

sera günler sonra ben'i bulduğunda son bir defa sevişirler.

ben'in son cümlesi 'seni sevdiğimi biliyorsun' olur. son bir defa sera'ya bakar ve vakti gelen ölüme teslim olur.

*

mike figgis, filmin senaryosunu bir john o' brien romanından çıkartıp yönetmekle kalmamış , en az film kadar dikkat çeken ve filmi tamamlayan müziklerin çoğunu da icra etmiş.

*

bir de, o yıl bu filmle nicolas cage'e verilen oscar çok tartışılmış, çok kişi tarafından sean penn'in dead man walking ile daha çok hakettiği söylenmişti. bense filmden çıktıktan sonra sinema biletinin arkasına, "oysa sana verilmeyen oscar tartışılmalıydı güzel fahişe." yazdığımı hatırlıyorum hayal meyal. bir de o oscarı sinemanın en güzel kadınından, susan sarandon'dan çalıp ona getirmek istediğimi.

13 Temmuz 2010 Salı

to be, or not to be

"to be, or not to be: that is the question"

dizesini bir çevirmen "olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu" diyerek türkçeleştirir. bir şair ise "bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin?"* diye.


*:can yücel

12 Temmuz 2010 Pazartesi

tercih hatası

arkadaşlarınızdan birinin sevgilisinden ya da eşinden ayrıldığını varsayalım; gidilecek erkek erkeğe içilip 'boşta karı planları' yapılacak, bir akşam oturmasında kız kıza sohbetlerde eski defterler karıştırılacak vs. vs...

(sakın cinsiyetçi olduğumu düşünmeyin. sadece, böylesi zamanlarda erkek ya da kadın olmanın farketmediğine, cinsiyetin ortadan kalktığına ve sohbetlerin kız kıza ya da erkek erkeğe tadında yapıldığına inanıyorum.)

konuşma 'o'na geldiğinde ne söylediğinizin bir önemi yoktur. çünkü her şey rol kapmakla alakalıdır. siz çamur atan rolünü alırsanız, arkadaşınız savunandır. savunmaya kalktığınız da ise arkadaşınızı durdurabilene aşkolsun.

ama neden?

burada rol kapmaktan daha fazlası olmalı...

bence buradaki tek suçlu egomuzdur.

böylesi durumlarda arkadaşımız muhabbete 'zaten beş para etmezdi' tadında eski sevgilimize saldırarak girdiği zaman hemen onu savunuruz. çünkü bu biraz da kendimizi savunmak demektir. kim yanlış bir tercih yaptığını, seçimlerinin hatalı olduğunu kabullenebilir ki?

eğer arkadaşımız 'keşke yapılabilecek bir şeyler olsa' hanesine bir çentik atarsa bu defa biz eski sevgilimizin canına okuruz. istediğimizi söyleyebiliriz, çünkü arkadaşımız bunu yaparak tercihimizin doğru olduğunu, egomuzun duvarlarında oluştuğunu sandığımız çatlakların yanılgı olduğunu söylemiştir.



notgibi: siz en iyisi gelin böyle durumlarda benim yöntemimi kullanın ve 'o ciciyse sen daha cicisin' deyin.

cameo görüntü

özetle, gösteri sanatlarından herhangi birinde ya da bir video oyununda toplumun tanıdığı ünlülerden birinin kısa bir rolle görünüp izleyene 'aa!.. bak bu o değil mi?' dedirtmesinden başka bir şey değildir...
*

yabancılardan alfred hitchcock, bizden de zeki demirkubuz kelimenin tam manasıyla bu işin suyunu çıkartmıştır.

alfred hitchcock kendi kendine verdiği minik roller yetmezmiş gibi filmlerinin birinde kahramanın okuduğu gazeteye kendi resmini koymuştur.

zeki demirkubuz ise bir elinde sigarası hep aynı sandalyede oturup, kahramanlarının sırasıyla uğradığı bir odada eski filmlerinden birini izliyor gibidir. o da olayı abartıp çağan ırmak' la birlikte, serdar akar' ın yönettiği barda filminin sonundaki bir sahnede kanundaki boşluklar yüzünden az ceza alan bir grup insanı cezalandıranlar arasına katılmakta bir sakınca görmemişti.

11 Temmuz 2010 Pazar

a long time ago

söze ‘a long time ago’ diye başlayan şarkılara bayılıyorum. bir de söz konusu şarkı blues parçası ise paha biçilemez.

9 Temmuz 2010 Cuma

dakika ve skor

"zorba, başını salladı.

'hayır, özgür değilsin,' dedi. 'senin bağlı olduğun ip, öbür insanlarınkinden biraz daha uzun; hepsi bu kadar! senin patron, uzun ipin var, gidip geliyor, kendini özgür sanıyorsun. ipi koparmadın mıydı da...'

zorba'nın sözleri içimdeki açık bir yaraya dokunup acıttıkları için inatla,

'bir gün koparacağım!' dedim.

'güç, patron, çok güç! bunun için delilik gerek, delilik, duyuyor musun? ya hep, ya hiç! ama sende beyin var ve seni bu yiyecek. aklın bakkal senin, defter tutuyor, bu kadar aldım, bu kadar verdim; kâr şu kadar, zarar bu kadar diye yazıyor. yani iyi bir sahip, her işi sermiyor, her zaman arkayı kolluyor. hayır, ipi koparmıyor rezil, onu sıkı sıkı elinde tutuyor, kaçırırsa mahvoldu demektir zavallı, mahvoldu demektir. ama ipi koparmadıkça, hayatın ne tadı vardır, söyler misin bana?'"*



*:nikos kazancakis, zorba

ebeveynlerimiz

bir defa daha anladım; yaşınız, sosyal durumunuz, cinsiyetiniz, statünüz ne olursa olsun ebeveynlerimizi mutlu etmenin yolu başarılı bireyler olup onları gururlandırmaktan, hayatın ve toplumun koyduğu kurallara uyarak onları utandırmamaktan geçmiyor.

onlar sadece çocuklarının yakınlarında olmasını istiyorlar.

*

yollardaydım.

tıpkı dünyanın kuzey ve güney, doğu ve batı olarak anlatıldığı eski zamanlardaki gibi bazan kuzeyden güneye, bazan doğudan batıya yol aldım.

bazan da tam tersi...

deniz kenarlarından geçti yolum, dağ yollarına saptım.

bir yanı deniz sahil lokantaları kadar kent artığı konaklama tesislerinde de yemek yedim. bol limonlu roka salatasının eşlik ettiği denizden 'yeni' çıkmış balık da, "mangal hala sıcak, yarım kilo et atayım mı?" diyen garsonların getirdiği sıcak su ilave edilerek çoğaltılmış ezo gelin çorbası da oldu soframda. büfe önlerinde döner ekmek, zengin mahallelerinde 'in' mekanlar...

sağrısı terli atların seyislere emanet edildiği hanlar, bozkır ortasında yolcusunu bekleyen kervansaraylar değil ama bazan lüks bazan ucuz oteller, pansiyonlar oldu başka başka yerlerde. bazan da "üzerimde yıldızlı gök, içimde ahlak yasası".

uyanamadığım uykular, uyuyamadığım yataklar.

çoğu zaman, "au revoir! bulutlar eve döndüğünde görüşürüz,"diyerek atımı gün batımına doğru sürsem de gün geldi atımı "bir yerlerde durmanın güzelliği"ne bağladım.

ve dönüp dolaşıp buraya, bu sayfalara uğradığım zamanlar da oldu. bir katilin cinayet mahalline dönmesi gibi iyi bir benzetme olsa da yeri burası değil. belki, kendime rağmen saklanarak, sakınarak gizli saklı bu topraklara gelip bir çeşit gerilla mücadelesi verdiğimi, her şeyi bulduğum gibi bırakarak sessiz sedasız yeniden yola koyulduğumu söylersem 'gibi'den yoksun bir benzetmeyle derdimi anlatmış olurum.

geldim... ama bu defa bir nehir denize ölmeye gider gibi değil. dünyanın bütün limanlarını gördükten sonra yüzünü duvara dönüp ölmek için köyüne dönen yaşlı denizciler gibi geldim.